Öğrenmek ve Anlamak Üzerine

Öğrenmek ve Anlamak Üzerine




BİRAZ GEÇ oldu, biliyorum. Geç kalmak belki de yaşamının bir parçası haline gelmiş bir insan olarak yaşamın gerçeklerini sorguladığım onca yıldan sonra, düşüncelerimi imkan dahilinde anlaşılır bir şekilde, ama öncelikle kendi anladığım, kendime anlattığım boyutuyla ifade etmeye çalışıyorum. Bir insanın düşündüklerinden çok, kendi yaşantısına anlam katan içselleşmiş gerçekleri ifade etmesini, ama ifade ederken mümkün olduğu kadar anlaşılır olabilmesini önemsiyorum.

Dergide yazdığım yazılara yabancı dil kökenli olması nedeniyle anlaşılması güç olmasına rağmen ‘Ontoloji Yazıları’ gibi bir başlığı seçmemin düşünüş tarzımda anlaşılır bir nedeni vardı. Zihnimdeki bir çok argümana uygun bir kavram olması bir yana Türkçe’de tam karşılığı maalesef yoktu. Kainattan hayata, insanın yaratılışına, geçim derdi gibi insanın yaşamında vazgeçilmez zorunluluklarla kendini gösteren veya musibetler gibi kaçınılmaz olarak karşımıza çıkan yaşamsal gerçeklere, içerisinde yaşadığımız hayatın hayır ve şer gibi en temel unsurlarına kadar kalbimizi ve zihnimizi meşgul eden sorularımız, sorunlarımız vardı. Nedenler ve niçinler düşünmeye başladığımız anlardan itibaren yakamıza yapışarak ömrümüzün sonuna kadar bizi takip ediyorlardı. Kainatı, hayatı, kısaca var olan herşeyle birlikte kendi hayatlarımızı sorguluyor, varoluşu irdeliyor cevaplar arıyorduk. Ontoloji gibi ağıra kaçan bir terim, tüm bu sorgulamaları ve arayışları kapsayan “varoluşa dair düşünceler” olarak özetleyebileceğim kavramsal bir ifade olduğu için tercih edildi.

İnsan çevresindeki gerçekleri iki biçimde irdeliyor ve irdeleme biçimiyle bağlantılı sonuçlara ulaşıyordu. “Nasıl?” sorusuyla başladığı düşünsel yolculukla olayların yaşandığı maddesel boyutu sorguluyor ve sebep-sonuç bağlantılı yorumlara gidiyordu. Neticede, evrenin işleyişini ve bu işleyiş içerisinde yaşamını nasıl sürdürebileceğini, açlıktan kurtulup yaşamını sürdürebilmesi için yemeğe ihtiyacı olduğunu, ısınmak için ateşe, ihtiyaçlarının karşılanmasını kolaylaştırmak için aletlere muhtaç olduğunu öğreniyor ve böylece teknolojiyi üretebiliyordu insan. Bu tarz yorumlarla açığa çıkan bilgiler birikiyor ve ‘bilimler’e dönüşüyordu. Bilimler güneşin nasıl yandığını, dünyanın nasıl döndüğünü, mevsimlerin nasıl oluştuğunu, ayın her Allah’ın günü geriye doğru nasıl kayarak doğuş saatinin değiştiğini, canlıların nasıl oluştuğunu, insanın nasıl geliştiğini, hastalıkları ve çarelerini, binlerce, milyarlarca problemi açıklayabiliyordu; ama bilim kendi gerçeklerine o kadar gömülmüştü ki, tüm bunların “neden ve niçin” gerçekleştiğini anlamaktan da anlatabilmekten de nihayetsiz derece uzaktı.

Dinler de farklı bir açmaza düşmüş değillerdi. Namazın nasıl kılındığı, orucun nasıl tutulduğu, kiliselerde ayin esnasında nelerin nasıl yapılması gerektiği, din büyüklerine hürmetin protokolleri ayrıntılarıyla anlatılıyor, ama neden ve niçin yapıldıkları atlanıyordu. Hatta bu tarz sorgulamalar birer ölümcül şüphe olarak algılanıp, büyük günahlar kapsamına dahil ediliyorlardı. Ama gelin görün ki, insana bahşedilmiş en güzel özelliklerden olan şuur ve akıl arasından gizliden gizliye açığa çıkan anlamlara dair meraklı sorular kalb-i insanı en derinden meşgul etmeye devam ediyorlardı. Kainat neden vardı, insan neden yaratılmıştı, neden musibetlerle kuşatılmıştı, kudreti sonsuz bir Yaratıcının yaratmakta olduğu hayatta neden ve niçin çalışmak zorunda bırakılmıştı, dünya neden yaratılmıştı, neden dünyada yaratılmıştık cennette kalsak olmaz mıydı, hayrın ve şerrin karmakarışık var edildiği bir vasatta nefis gibi belalı bir yoldaş, İblis gibi kötü bir arkadaş başımıza neden musallat edilmişti?.[1]

İnsanlık bu gün bilgi ile kavramı, öğrenmekle anlamayı birbirine karıştırdığı için, yaşamın görsel olarak gösterişli bir hale büründüğü ama anlamsal olarak güdükleştiği, maddi zenginlikler içerisinde manevi fakirliklere, bunalımlara sürüklendiği, soruların sorunlara dönüştüğü tehlikeli bir sürece girmişti. Evrenin işleyişine, dinin prensiplerine dair bilgilerin elbette ki yaşamsal önemleri vardı ve insanın anlamsal yolculuğunu kolaylaştıran yönleri bulunmaktaydı. Varlıklar kainat kitabının harfleri, olaylar harekeleri gibiydi. Kainat kitabındaki varlık harflerinin maddî şekillerine dair bilgileri elde ettikten sonra içerisinde yaşadığımız hayat ve bu koca kainat anlaşılmayı bekleyen bir kitap olarak karşımızda duruyordu. Anlamadıktan sonra ömrünüzün tamamını bir kitabın maddesel boyutuyla ilgili gerçeklere harcasanız ne faydası vardı? Kur’an ise bir bilgi kitabı olmaktan çok ama çok öte, bir ‘anlam kitabı’ olarak bizi içerisinde yaşadığımız hayata, kainata, Yaratıcının varlığına ve sıfatlarına dair, düşünsel ve duygusal gerçeklemelere, zihin ve şuur yardımıyla bilgilerimizi güncelleyerek, gerçekleyerek “yaşantılarımızı anlamlandırmaya” davet ediyordu. Bizden önceki o güzide insanlar bu nedenle, işte şu içerisinde yaşadığımız zamanın çocukları olan bizlerin yaşantılarımızın anlamlanması, anlam boyutuna doğru olması gereken yolculuğumuzun kolaylaşması uğruna dünyanın lezzetlerini hiçe sayarak yaşamışlardı. Bizden öncekilerin bizim için yaptıklarının bir devamı olarak, bizden sonrakilerin yaşamlarının anlamlanabilmesi için Resûlü Ekrem’in “Toprağın altı üstünden hayırlı olacak” dediği şu ahirzaman şartları içerisinde yaşamak, düşünmek ve ifade etmek zorunda kalışımız, bu yüzden…

17/01/2004

© 2007 karakalem.net, Salih Özaytürk