.

..

. yorumları

  • Image Description
    naz
    25.09.2007

    kitapları tek başlık altında toplamak yerine ayrı ayrı başlıklar altında kitaplar için ayrılmış olan [b]"kitap tavsiye"[/b] bölümünde paylaşabiliriz.

    bu şekilde daha faydalı olunur düşüncesindeyim.

    öneriniz için teşekkürler nisyan.

  • Image Description
    yolcu
    25.09.2007

    Teşekkür ederiz.

    Ama tüm kitapları forumda bu şekilde yayınlamak çok yer kaplar düşüncesindeyim.pdf yada word şeklinde bir siteye upload edilebilir ve isteyenlerde oradan indirir.

  • Image Description
    nisyan
    25.09.2007

    Cemil Tokpınar

    1962 yılında Afyon’un Bolvadin ilçesinde dünyaya geldi. Burada imam hatip
    lisesini bitirdikten sonra Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesine girdi ve
    1985’de mezun oldu.
    Aynı yıl Yeni Asya gazetesinde çalışmaya başlayan Tokpınar, 15 yıl boyunca
    muhabirlik, köşe yazarlığı ve idarecilik yaptı.
    Cevşen, Tesbihat ve Büyük Cevşen tercümeleri bulunan yazarın Işıktan Çiçekler,
    Gençlerle Biz Bize ve Peygamberimizin Diliyle Gençlik isimli kitapları
    1996 yılında yayınlandı.
    2000 yılında yayınlanan Ömür Boyu Aşk isimli eseri büyük bir yankı yaptı.
    Aile içi iletişim ve sorun çözme yöntemleri üzerine çalışan yazarın Gençlik ve
    Aşk isimli kitabı da büyük ilgi gördü. Risale-i Nur’u Okuma ve Anlama Teknikleri
    isimli kitabı ise, bu alanda yapılan ilk çalışma özelliğini taşıyor.
    [url]www.omurboyuask.com[/url] isimli bir web sitesi bulunan yazar, Cumartesi günleri
    saat 17’de Moral FM’de “Ömür Boyu Aşk” isimli programı hazırlayıp sunuyor.
    Kadriye Hanım’la evli olan Cemil Tokpınar’ın, Kezban Nur ve Hasan Hüseyin
    isminde iki çocuğu bulunuyor.
    [email]cemil@omurboyuask.com[/email]

    Cemil Tokpınar’ın Eserleri
    · Ömür Boyu Aşk-1
    · Ömür Boyu Aşk-2
    · Gençlik ve Aşk
    · Peygamberimizin Diliyle Gençlik
    · Işıktan Çiçekler
    · Gençlerle Biz Bize
    · Risale-i Nur’u Okuma ve Anlama Teknikleri
    · Sabah Namazına Nasıl Kalkılır?
    · İnanç ve Aksiyon

    İÇİNDEKİLER
    Önsöz 11
    Namaz İçin Ağlanır mı? 13

    1. BÖLÜM
    EN BÜYÜK İBADET NAMAZ
    1. Namaz En Vazgeçilmez İbadet 19
    2. Güçlü İman Nedir? 22
    3. Güçlü İman Nasıl Kazanılır? 25

    2. BÖLÜM
    NAMAZIN ÖNEMİ
    1. Namaz, Kur’an’da En Çok Emredilen İbadettir 28
    2. Namaz, Mü’minin Miracıdır 29
    3. Namaz, En Büyük Şükürdür 30
    4. Namaz En Cami İbadettir 34
    5. Namaz, Dinin Direğidir 36
    6. Basit Sebepler Namazın Mazereti Olamaz 37
    7. Namaz Ahirete İmanla Gitmeye Vesiledir 37
    8. Namaz, Mü’minin İlk Hesaba Çekileceği Amelidir 40
    9. Namazı Terk Etmenin Azabı Çok Şiddetlidir 41
    10. Namaz Kötülüklerden Alıkoyar 42
    11. Namaz Kılanın Bütün Yaptıkları İbadettir 43
    12. Namazsızlık, Şirk Ve Küfre Götürebilir 44
    13. Namaz En Büyük Koruyucudur 45
    14. Namaz, Müslümanın Alâmetidir 46
    15. Namaz İnsanı Mutlu Eder, Korkuları Yok Olur 47
    16. Namaz Kâinatın Meyvesi, İnsanın Aslî Görevidir 48

    3. BÖLÜM
    SABAH NAMAZININ ÖNEMİ
    1. Sabah Namazını Kılan, Allah’ın Garantisindedir 50
    2. Sabah Namazının Sünneti Bile Dünyadan Hayırlı 51
    3. Hz. Ömer Yaralıyken Bile Sabah Namazını Kıldı 51
    4. Sabah Namazının Vakti Güneş Doğunca Çıkar 53

    4. BÖLÜM
    NAMAZI TERK ETMENİN BAHANELERİ
    1. Önemini Bilmemek 55
    2. “Allah Gafûr Ve Rahîmdir, Affeder” Düşüncesi 56
    3. Daha Gençsin, Yaşlanınca Kılarsın 58
    4. “Zamanım Yok” İddiası 59
    5. “Çalışmak Da İbadettir” Gerçeğini Yanlış Anlamak 60
    6. Hiç Bitmiyor, Usanıyoruz 61
    7. Sihirli Formül Arayışı 62
    8. Kılacağım Ama Duaları Bilmiyorum 63
    9. Çok Yoğun İşlerim Var 64
    10. Hastayım, Nasıl Kılayım? 66
    11. Elimde Yara Var, Abdestim Olmaz 67
    12. Üzerim Temiz Değil 68
    13. İş Yerinde İzin Vermiyorlar 69
    14. Askerde Nasıl Kılayım? 71
    15. Yolculukta Nasıl Kılayım? 75
    a. Vasıta Ve Zaman Seçimi 75
    b. Mecbursanız Araçta Kılabilirsiniz 76
    c. Cem’i Takdim Veya Cem’-i Te’hir Yapabilirsiniz 79
    16. Kılacaktım Ama Unuttum 74
    17. O Kadar Çok Engelim Var Ki 83
    18. Yer Temiz Mi, Ortam Uygun Mu,
    Kıble Nasıl Bulunur? 86
    19. Camiye Ve Abdest Yerine Uzağız Veya Bilmiyoruz 87
    20. Benim Kalbim Temiz, Niye Namaz Kılayım? 88

    5. BÖLÜM
    SABAH NAMAZININ BAHANELERİ
    1. Çok Yorgunum, Uykum Var 90
    2. Çocuk Uykusuz Bırakıyor,
    Sonra Da Uyuyup Kalıyorum 91
    3. İhtilâm Oldum, Gusül Yapmam Gerekir 92
    a. Gusül İçin Mutlaka Sıcak Suyla
    Yıkanmanız Gerekmez 93
    b. Gusül Zamanı, Köklü Bir Temizliğin
    Yapılmasını Gerektirmez 94
    c. Gusül İçin Her Şeyin En Güzel
    Ve En Mükemmel Olmasını Beklemeyin 94
    d. Bazen Kalabalık Bir Yerde Kalıyor Olabilirsiniz 95
    e. Guslettikten Sonra Bazı Kimseler
    Havluyla Kurulanmaya Ve Giyinmeye
    Uzun Zaman Harcarlar96
    f. Gusülden Sonra Vakit Çok Darsa,
    Namaz Kılmaya Hemen Farzdan Başlayabilirsiniz 96
    4. Güneş Doğmak Üzereydi 98
    5. Yatağın İçi Sıcacık, Dışarısı Soğuk, Üşeniyorum 99
    6. Misafirlikte İken Nasıl Davranılacak? 100
    7. Saati Kurmayı Unuttum 101
    8. Yatsı Ve Teheccüd, Sabah Namazına Engel Mi? 102

    6. BÖLÜM
    SABAH NAMAZINA KALKMA FORMÜLLERİ
    1. Zamanında Uyuyun 105
    2. İçten Dua Edin 107
    3. Uyarıcı Araçlardan Yararlanın 108
    a- Çalar Saat Kurmak 108
    b- Telefonu Kullanmak 110
    c- Uyandırması İçin Birisine Söylemek 111
    d- Nöbetleşe Beklemek 113
    4. Sabah Namazına Nasıl Kaldırılır? 114

    7. BÖLÜM
    SABAH NAMAZI NASIL KILINIR?
    1. Sabah Namazına Coşkuyla Kalkın 117
    2. Hızlı Kılmayın 118
    3. Namazı Resmî Ve Üstünkörü Kılmayın 121
    4. Huşû Ve Tâdil-İ Erkân İle Kılın 123
    5. Cemaatle Kılın 127
    6. Büyük Camilerde Sabah Namazı Kılın 132
    7. Tesbihat Ve Duayı Hiç İhmal Etmeyin 133

    8. BÖLÜM
    NAMAZI BİR DAVA VE DERT EDİNİN
    1. Namazla İlgili Kitap Okuyun 135
    2. Namazla İlgili Yaşadığınız, Duyduğunuz
    İlginç Olayları, Sorunları, Soruları
    Bizimle Paylaşır Mısınız? 137
    3. Namaz Vakfı Veya Derneği Kurulmalı 137

    ÖNSÖZ
    “Kâinatta imandan sonra en büyük hakîkat olan namaz,” maalesef hak ettiği
    kıymet ve ehemmiyeti görmüyor. Yaşadığımız asırda iman zayıflığıyla birlikte
    ibadete de gereken hassasiyet gösterilmiyor.
    Miraç’ta namaz emrini alan ve nasıl kılınacağını bize gösteren Peygamber
    Efendimiz (a.s.m.) ve sahabeleri, savaşta bile cemaatle namaz kılmaktan geri
    durmuyorlardı. Günümüzde ise, hiçbir ciddi mazereti olmayan nice Müslüman,
    basit bir tembellik yüzünden namazı ihmal edebiliyor.
    Namaza karşı gösterilen bu duyarsızlık, bu ilgisizlik ve bu kıymet bilmezlik,
    mutlaka iman zayıflığından, namazın paha biçilmez değerini bilmemekten kaynaklanıyor.
    Bu probleme karşı, namazın Allah katında nasıl en vazgeçilmez bir ibadet olduğunu
    anlatmak, Peygamberimizin (a.s.m.) ne derece önemsediğini göstermek
    gerekiyor.
    İşte Cemil Tokpınar’ın hazırladığı, “Sabah Namazına Nasıl Kalkılır?” isimli
    bu kitap, hem namazın, hem de sabah namazının ehemmiyet ve kıymetini dinî
    kaynakların ışığı altında açıklıyor.
    Sabah namazı, birçok bakımdan özel nitelikler taşıdığı için, maalesef en çok
    kazaya bırakılan namaz. Uyku, yorgunluk, vaktinin dar oluşu gibi sebepler, sabah
    namazına özel bir önem verilmesi gerektiğini gösteriyor.
    Bu açıdan bakıldığında şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Bir kimse sabah namazını
    kılabiliyorsa, inşaallah bütün vakit namazlarını kılabilir. Çünkü, en zoru başaran,
    diğerlerini de başarır.
    Elinizdeki kitap, umumî manada namazı inceleyerek sabah namazının ehemmiyetini,
    bahanelerini aşma usullerini, her türlü şartta kılabilme formüllerini anlatıyor.
    Bunları işlerken, bol miktarda yaşanmış örnekler ve pratik formüller sunuyor.
    Kitabın, namaza lâyık olduğu kıymetin verilmesine vesile olmasını ve Rabbimizin
    tesir halk etmesini niyaz ediyoruz.
    Mehmed Emin Birinci

    NAMAZ İÇİN AĞLANIR MI?
    Yaklaşık on beş sene önce, bir arkadaşımızı ziyarete gidiyorduk.
    Arkadaşlarımızla birlikte otobüsümüzde yol alırken sabah namazının vakti
    girmişti. Açıkçası, yolun ne kadar süreceğini, sabah namazına yetişip yetişmeyeceğimizi
    bilmiyordum. Her yolculukta yaşadığım “namaz sancısı” öylesine
    kaplamıştı ki her yanımı, uyuyamıyordum.
    Bu güzergâhta ilk defa seyahat ettiğimden, nerede mola verileceğini ve gideceğimiz
    yere ne zaman varılacağını bilmiyordum. Tecrübeli arkadaşlarımdan birine
    yaklaştım:
    “Namazı ne zaman kılacağız? Ben buraları bilmiyorum, namazı kılacağımız
    yere geldiğimizde bana haber ver” dedim.
    Uykulu gözlerle cevap verdi:
    “Tamam kılarız, merak etme.” Sonra da gözlerini kapayıp uyumaya devam etti.
    Hem de namazını kılan, çok dindar bir arkadaşımızdı o. “Merak etme” dedi,
    ama merak etmemem mümkün mü?
    Ne zaman uyanacak, nasıl uyanacak, belli değil. Hani dese ki, “Seni uyku
    tutmuyorsa, beni şu saatte uyandır ki hazırlık yapalım.” Tamam. Ama yok.
    Dakikalar birbirini kovalıyor, sabırsızlık içerisinde sayıyorum saniyeleri. Güneş
    ışığı doğmak için saniyede 300 bin kilometre hızla koşuyor. Etrafta hiçbir
    çaba yok.
    Keşke, güzergâhın nasıl olduğunu bilip abdestli olsaydım, hiç değilse arabada
    kılardım. Şimdi bu da mümkün değil.
    Çaresiz, bir diğer arkadaşımıza yöneldim: “Namaz geçmek üzere. Ben şoföre
    namaz için ricada bulunacağım. Durmazsa ineceğim” dedim. Kaşlarını çattı,
    alaycı bir ifadeyle:
    “Ya sen aklını mı kaçırdın?” dedi.
    Şaşırdım, üzüldüm, kırıldım. Namazlarını kıldığını bildiğim bir kimseydi o.
    Gerçekten ben aklımı mı kaçırmıştım? Otobüste mışıl mışıl uyuyup, uslu uslu,
    ses çıkarmadan, Rabbimi düşünmeden oturmalı mıydım?
    Kendimi sorguladım. Sabah namazını bu kadar düşünmekte haksız mıydım?
    Cevabını, merhum babamdan dinlediğim şu hatırada bulabilirsiniz:
    Babam, 1950’lerde Emirdağ’da, dayısına misafir oluyor. Onların iş yeri, büyük
    İslâm âlimi Bediüzzaman Hazretlerinin kaldığı evin tam karşısında.
    Geceyi dayısıgilde geçiren babam, sabahleyin bir ağlama sesiyle uyanıyor.
    Şöyle anlatıyor babam: “Baktım ki, dayımın oğlu hıçkıra hıçkıra ağlıyor. Kocaman
    delikanlı, ama çocuk gibi gözyaşı döküyor.”
    Bu durum karşısında, başına kötü bir olay geldiğini veya acı bir haber aldığını
    sanıyor.
    “Hayrola Ceylan, neyin var, niçin ağlıyorsun?” diye soruyor. Aldığı cevap ilginç:
    “Sabah namazına kalkamadık. Baksana, güneş doğmuş. Onun için ağlıyorum.”
    İşte ikinci bir örnek:
    Olay, Mehmed Paksu Hocanın dedesinin başından geçiyor. Dedesi tarlaya
    ekin biçmeye gidiyor. Tabiî, uzun yaz günlerinde geç saatlere kadar çalışıyor.
    Yorgun ve bitkin bir şekilde uyuyor. Sabah kalktığında bir de ne görsün? Güneş
    doğmuş ve sabah namazı kaçmış.
    Namazı kaçırdığına o kadar üzülmüş ki, hıçkırıklara boğulmuş. Beyaz sakalını
    kırmızı toprağa sürerek, ağlıyor ve sürekli şöyle diyormuş:
    “Ben ne yaptım, ben ne yaptım da sabah namazını kaçırdım?”
    O kadar ağlamış ki, beyaz sakalı, toprağa sürmekten dolayı kırmızılaşmış.
    Evet, namaz için ağlanır, namaz için akıl kaçırılır, ona can ve canan feda edilir.
    Ama şimdi bu gerçek tam anlaşılmıyor.
    Öyle bir çağda yaşıyoruz ki, sabah namazını düşünmek “delilik”, kalkamayınca
    ağlamak “gariplik” olabiliyor!
    Gerçekten sabah namazını kaçırınca üzülmemiz gerekmez mi?
    “İmandan sonra en büyük ve en mühim mesele olan namaz”ın bir vakti geçirilince
    hiçbir şey olmamış gibi normal mi karşılamalıyız?
    Bir vakit namazı kaçırmak sıradan bir hadise mi?
    Sabaha kadar dünya kupası maçlarını izlemek mantıklı, ama sabah namazını
    düşünmek gereksiz mi?
    Oysa, uykusundan uyanamadığı için üniversite imtihanını kaçıran bir genç,
    üzüntüsünden, kahrından, yeri göğü yıkabiliyor.
    Peki, Peygamberimizin (a.s.m.), iki ayrı hadiste, “Dünya ve içindekilerden
    hayırlıdır” dediği sabah namazının sünneti ve farzı, bir maç kadar önemli değil
    mi?
    Dünya ve içindeki tüm hazinelerden daha değerli olan sabah namazı, bir üniversite
    imtihanı kadar ehemmiyet taşımıyor mu?
    Namaz için ağlamak, üzülmek gerekmiyor mu?
    Büyük velîlerden Beyazıd-ı Bestamî Hazretleri bir gün sabah namazına uyanamaz.
    Sabah olduğunda o kadar üzülür, o kadar ağlar, nefsini suçlayıp yüreği
    yanarak öylesine bir istiğfar eder ki, bu yüzden sabah namazının sevabından daha
    fazla ecir kazanır.
    Bunu gören şeytan ertesi gün o zatı erkenden sabah namazına uyarır. Çünkü,
    mü’minler sevap kazandıklarında şeytan kahrolur. Madem ki, o zatın namaz kılamaması
    Allah’a daha çok yalvarmasına sebep olmuştur; şeytana düşen onun
    ikinci kez gözyaşı döküp yalvarmasını engellemektir.
    Acaba bu zamanda, sabah namazını kaçırdığında ağlayan, pişman olan, tövbe
    ve istiğfar eden, nasıl kalkabilirim diye çırpınan ne kadar mü’min var dersiniz?
    Elimizde çok sağlıklı bir istatistik yok. Ama şu kadarını söyleyebiliriz: Üç
    büyük ilimizdeki üniversiteli gençler arasında yapılan bir ankete göre, beş vakit
    muntazam namaz kılanların oranı yüzde 10. Bunların da en çok kaçırdıkları namaz,
    hiç şüphesiz sabah namazı.
    Beş vakit namaz kılan mü’minler içinde, haftada, ayda veya birkaç ayda bir
    sabah namazı kaçıranların sayısı oldukça fazla. İsterseniz, başta kendi nefsinizde,
    sonra çevrenizde küçük bir araştırma yapın. Bu acı gerçeği bütün çıplaklığıyla
    göreceksiniz.
    Oysa sabah namazı ve tüm farz namazlar, başta Peygamberimiz (a.s.m.) ve
    onun güzide ashabının üzerinde titrediği muhteşem bir ibâdettir. Bir mü’min sabah
    namazını kaçırdığında “aklını kaçırmış gibi” deli divane olmalı, tepesi atmalı,
    dünyası kararmalı, kahvaltı yapacak bir iştah bulamamalı, akşama kadar kendini
    cezalandırmalıdır.
    Sabah namazı kaçtığı gün, yer yerinden oynamalı, aklı başından gitmeli, tövbe
    ve istiğfar için Allah’a el açmalı, yalvarmalı, af dilemelidir.
    Ve hepsinden önemlisi, sabah namazını kaçırma işini kesinlikle “sıradan”
    görmemeli, “olabilir” kabul etmemeli; nefsine, gafletine, uykusuna isyan etmelidir.
    Hemen, “Nerede hatâ ettim? Hangi tedbiri almalıyım ki, bir daha bu acıklı
    azaba düşmeyeyim?” diyerek çözüm arayışına girmeli, çözümü bulmalı ve derhal
    uygulamalıdır.
    Çünkü, söz konusu olan çocuk oyuncağı değil, sıradan bir olay değil, üç günlük
    dünya hayatını ilgilendiren bir mesele değil.
    Sözünü ettiğimiz; bizim, kâinatın ve her şeyin Sahibi, Sultanı, Yaratıcısı olan
    Allah’ın huzuruna girme; Onun dergâhında secdeye kapanma; canımız, cananımız,
    biricik varlığımız, sevenimiz, sevgilimiz olan Zât-ı Zülcelâle ibadet etme
    meselesidir.
    Dünyada hiçbir şey bundan daha mühim, daha lüzumlu, daha sevimli, daha
    vazgeçilmez olamaz.
    Eğer burada bir eksiğimiz varsa, hatâ bizdedir.
    Bir mü’min, haftada bir, ayda bir sabah namazı kaçırmayı normal göremez,
    kabullenemez!
    Namazlarımızı kaçırıyorsak, bu gidişe dur demek, silkinmek, titremek, ihmalimize
    isyan etmek, “Artık yeter” demek durumundayız.
    Kulu olmakla iftihar ettiğimiz Rabbimiz bizden böyle bir umursamazlık, böyle
    bir vurdumduymazlık istemiyor.
    Ümmeti olmakla şereflendiğimiz Sevgili Peygamberimiz (a.s.m.), bize ihmalkârlığı
    ders vermiyor. Onun bütün ömründe kaçırdığı sabah namazı sadece bir
    tanedir. O da, savaş dönüşü, aşırı yorgun ve uykusuz olduğu bir zamanda, nöbetçinin
    uyuması yüzünden ve belki de ümmetine böyle durumlarda nasıl davranması
    gerektiğini ders vermek hikmetiyle olmuştur.
    Gerçek bu iken sabah namazına duyarsız kalamayız.
    Sabah namazı için nasıl bir durumda olursak olalım, ister onu haftada bir, ister
    yılda bir, hattâ birkaç yılda bir kaçırıyor olalım; yeni bir ubudiyet şuuruyla donanmak,
    yeni bir cehd ve gayret kılıcını kuşanmak, yeni bir tebliğ ve ikaz harekâtı
    başlatmak durumundayız.
    Elinizdeki kitap, “namaz” mücadelesinin acılı-sevinçli, kederli-mutlu bir serüvenidir.
    “Namaz için ne yapabilirim?” diye çırpınan bir ruhun, zonklayan bir
    beynin çözüm arayışlarıdır. Allah’a karşı hiçbir hasenesini göremeyen, “günah
    hamalı” olmaktan başka elinde bir sermayesi bulunmayan, ama Allah’ı sevdiğine
    inanıp, Ona hakkıyla ibâdet edemediğine yanan bir kardeşinizin çözüm önerileridir.
    Kitabın, “namaz” dâvâsında hiç değilse zihinleri düşünmeye sevk etmesini ve
    çok daha kapsamlı teşebbüslere vesile olmasını Cenab-ı Hak’tan niyaz ediyorum.
    Cemil Tokpınar
    Haziran 2002
    EN BÜYÜK İBADET: NAMAZ
    1. Namaz En Vazgeçilmez İbadet
    Rabbimizin bize emrettiği en büyük ve en vazgeçilmez “namaz ibâdeti”ni
    hakkıyla ve eksiksiz yerine getirebilmemiz için ilk şart, “namazın önemini çok
    iyi kavramak”tır.
    Her şey önemi derecesinde vazgeçilmezdir. İslâm büyükleri, ölüm döşeğinde
    bile namazlarını kılmaktan vazgeçmemiştir. Ama biz, ahir zaman Müslümanları,
    hiçbir gerçek mazeretimiz olmadığı halde namazlarımızı terk edebiliyoruz.
    Gereken önemi verseydik böyle durumlara düşer miydik? Yemekten, sudan,
    havadan vazgeçtiğiniz oldu mu hiç? Daha fazla imkâna kavuşabilmek için yapılan
    “açlık grevi” dışında hiçbir insan, yeyip içmeyi terk etmez, unutmaz, vazgeçmez.
    Maddî hayatımızın devamı bu ihtiyaçlarımızın karşılanmasına bağlıdır. Onların
    önemi ve değeri, onları vazgeçilmez kılmıştır.
    Mânevî hayatımızın canlılığının devamı da, başta namaz olmak üzere tüm
    ibâdetlerimizi hakkıyla yerine getirmemize bağlı olacaktır.
    Sevgili Peygamberimiz (a.s.m.) ve yüce sahabeleri, Bedir Savaşının en şiddetli
    ânında bile namaz kılmayı ihmal etmemişlerdi. Canlarını kurtarmayı değil, sonu
    ölüm de olsa namazı tercih etmişlerdi.
    Niçin?
    Çünkü biliyorlardı ki, canı korumak, canı bağışlayanın elinde. Namaz ise, canı
    verenin emri. Canlar cananının emrini hiçe sayan candan hayır gelir mi? Hem
    bütün canları elinde tutanın emri hiçe sayılarak o can korunabilir mi?
    Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevî (k.s.) Hazretleri, en şiddetli hastalık ânında
    dahi ibâdetlerini ihmal etmemiş, hattâ rahatlaması için ayağının uzatılması üzerine
    hemen ayağını geri çekmiş, “Rabbime saygısızlık yapamam” demişti.
    Büyük İslâm âlimi Bediüzzaman Hazretleri, bir Ramazan ayında, çok şiddetli
    bir hastalık döneminde, beş gün boyunca, neredeyse yeyip içmeden yaşamış,
    ama namazını ve orucunu asla ihmal etmemişti.
    Onlar namazı nasıl görüyorlardı ki, onun önünde hiçbir engel tanımadılar?
    Günümüz Müslümanının eksiği ne ki, en basit bir engelde namazdan kolayca
    vazgeçiyor?
    İşte burada Rabbimize ve Onun Yüce Resulüne (a.s.m.) yönelmemiz gerekiyor.
    Çünkü, namazı bize emreden, öğreten, anlatan onlardır.
    Namazı biz icat etmedik. Durup durduk yerde, “Bizi Yaratanı nasıl hoşnut
    edebiliriz? Gelin şöyle yatıp kalkalım ve dua edelim” diyerek namazı biz uydurmadık.
    Namazı Allah emrettiğine göre, namazın önemi konusunda da Ona başvurmamız
    gerekiyor. Yoksa, hem “Müslümanım” deyip, hem de namaz konusunda
    dilimizle veya fiilimizle akıl yürütemeyiz.
    “Müslüman”, Allah’a teslim olan, her meselede Ona başvuran, Onun rızasını
    gözeten demek, değil mi?
    Oysa namaz konusundaki ihmaller, kusurlar, tembellikler ve öne sürülen bahaneler,
    “Allah’a teslim olunmadığını” gösteriyor. Bu ise, büyük bir çelişkidir,
    büyük bir hatadır.
    Bunun için namaz konusunda nefsimizi konuşturmak yerine Allah’ın kitabına,
    Onun Yüce Resulüne (a.s.m.) ve bu iki kaynaktan beslenen İslâm âlimlerine yönelmek
    gerekir.
    Acaba onlar, namazı nasıl görmüşler, nasıl bir önem ve değer vermişler, nasıl
    anlatmışlar, nasıl kılmışlar?
    Bunları öğrenirsek, namaza verdiğimiz önem artar ve namaz hiçbir zaman
    vazgeçemediğimiz bir eylem olur.
    Namazı, hayatının en vazgeçilmez bir parçası yapmak isteyen Müslümanın ilk
    kazanması gereken, “sağlam ve güçlü bir îman”dır.
    Emirler ve yasaklar; geldikleri makama olan inanç, saygı, güven ve bağlılığın
    derecesine göre önem ve değer kazanırlar. Bir çocuk, kardeşinin emrine kulak
    asmayabilir. Ama babasına itiraz edemez.
    Eğer bir kimse, “Müslümanım” dediği halde namazını kılmıyor veya ihmaller
    gösteriyorsa ilk problemi bellidir: Allah’a olan inancı sağlam değildir.
    Çünkü insan bir ağaç veya bina gibidir. Onun kökü ve temeli, îmandır. Dalları
    ve duvarları ise, ibâdetlerdir.
    Kökü hastalanmış bir ağacı dallarını ilâçlayarak kurtaramadığımız gibi, temelleri
    sarsılmış bir binayı da odalarını boyayarak tâmir edemeyiz.
    Bu örneklerde olduğu gibi, namazında ihmali olan bir mü’min de önce îmanını
    kuvvetlendirmelidir ki, namaza dört elle sarılsın.
    Her yerde hazır ve nazır olan Allah’ın, her an kendisini görüp gözettiğini çok
    iyi bilmelidir ki, hareketlerine çekidüzen versin ve namazını hiç bırakmasın.
    Hepimiz, “Acaba güçlü ve sarsılmaz bir îmana nasıl sahip olabiliriz? Dünyamızı
    ve âhiretimizi aydınlatacak bu muhteşem gücü nasıl kazanabiliriz?” diye
    düşünmeliyiz.
    Kendimizi, bile bile tehlikeye atamayız. Namazı ihmal etmenin dünyada ve
    ahirette bizi uğratacağı acıklı hâli bilmeyerek vurdumduymaz olamayız. Böyle
    bir umursamazlık bize yakışmaz. İnsan varlıkların en akıllısı, sonunu en iyi düşüneni
    ve çıkarını en fazla kollayanı değil mi?
    Namaz, kılındığında en fazla sevap kazandıran, ihmal edildiğinde ise en büyük
    azaba sebep olan bir ibâdet olduğuna göre, her gün namazı düşünmemiz, her
    gün bir adım daha ilerlememiz gerekmez mi?
    2. Güçlü İman Nedir?
    İman ve ibadetle ilgili birbirine yakın üç kavram vardır.
    Bunlar, “huzur-u daimî”, “hakka’l-yakîn” ve “ihsan”dır.
    Hakka’l-yakîn, kendisinden önce gelen iman mertebelerinden ilme’l-yakîn ve
    ayne’l-yakînin üçüncüsü ve en üstünüdür.
    İhsan, iman ve İslâm’dan sonra gelir ve ibâdette en kemal mertebedir.
    Huzur-u daimî ise, her an Allah’ın huzurunda olduğunu hissetme hâlidir ve
    mârifetullahta pek mühim ve faziletli bir yeri vardır.
    Bunların hepsi de, tahkikî imanla ilgilidir. Çok kuvvetli ve sarsılmaz bir imanın
    ifadesidir.
    Hakka’l-yakîn, iman hakikatini tam hissetmek, zevk etmek ve yaşamaktır.
    Nasıl ki, mutfaktaki yemeğin varlığı üç yolla bilinir. Birisi onun kokusunu duyunca
    ne olduğunu anlamaktır ki, buna ilme’l-yakîn denir. Diğeri, gidip gözle
    görmektir ki, ayne’l-yakîndir. Üçüncüsü ise, bizzat yemek, onun tadına bakmak
    ve özelliklerini hissetmektir. Nasıl ki, sonuncusu en kuvvetli bilgi ise, hakka’lyakîn
    de, en kuvvetli iman mertebesidir.
    İhsan ise, Allah’ı görür gibi ibadet etmektir. Peygamberimiz bir hadislerinde
    bunu anlatırken, “İhsan, Allah’ı görür gibi ibadet etmektir. Her ne kadar sen
    Onu görmüyorsan da, O seni görüyor” buyurmuştur. Bu durumda ihsan, “Allah’ın
    seni gördüğünü bilme şuuru”dur bir bakıma.
    Bir gün Allah dostlarından birisi, namaz kılarken evine hırsız girmiş ve ne var
    ne yok her şeyi toplayıp gitmiş. “Nasıl olur, sen evde iken her şeyi alır gider.
    Hiçbir şey duymadın mı?” diye sormuşlar.
    “Ben o anda namaz kılıyordum. Rabbimle beraberdim. Hiçbir şey ne gördüm,
    ne duydum” demiş. İşte ihsan budur. Tıpkı Hz. Ali Efendimizin (r.a.) ayağına
    batan oku, namaza durduğu zaman çıkarmalarını istemesi gibi. Çünkü o anda
    kendinden geçiyor ve namaz ona, ameliyat anında kullanılan bir anestezi görevi
    görüyor. Dış âlemden kopup, ulvî âlemlere dalıyor.
    Huzur-u daimî, “Ve Hüve meaküm eynemâ küntüm” âyetinin sırrına mazhar
    olmaktır. Yani “Siz nerede olursanız olun, Allah sizinle beraberdir.” (Hadîd: 4)
    Günün 24 saatinde, ne kadar mekân değiştiriyorsak değiştirelim, nereye gidersek
    gidelim, her yerde isim ve sıfatlarıyla hazır ve nâzır olan Rabbimiz bizimle
    beraberdir.
    “İmanın en mükemmeli, nerede olursan ol, Allah’ın seninle beraber olduğunu
    bilmendir” buyuran Peygamberimiz (a.s.m.), hem bu âyeti, hem de huzur-u daimîyi
    açıklamış oluyor.
    Huzur-u daimî, Allah’ın varlığını, isimlerini ve sıfatlarını öyle bir hissetmektir
    ki, her ânının Onun bir ihsanı ve her davranışının Onun kontrolü ve gözetiminde
    olduğunu bilmektir. Âyetlerde belirtilen, “Onun izni olmadan bir yaprak
    bile düşmez”, “O gönüllerinizdekini bilir”, “O, kişi ve kalbi arasına girer” gibi
    manalar, inandığımız, kabul ettiğimiz gerçeklerdir. Her mü’min bunu kabul ve
    tasdik eder. Ancak huzur-u daimî, “her an bu gerçeklerin farkında olduğunu bilerek
    yaşamak”tır.
    Allah’ın kendisini görüp gözettiğini, bütün isim ve sıfatlarıyla her yerde tecelli
    ettiğini, her şeyiyle Ona teslim olduğunu bilen ve her an bu gerçekleri hisseden
    bir insan, günah işleyebilir mi? Haksızlık yapıp, yalan söyleyebilir mi? Huzur-
    u daimîyi bütün zerreleriyle hisseden bir mü’min, ezanlar asumanı çınlatırken
    namaza koşmak dışında bir başka işle meşgul olabilir mi? Hele ibadetlerini
    ihmal edebilir mi? Sabah namazı vakti geldiğinde uyumaya devam eder mi?
    Mümkün değil.
    Onun varlığına yürekten inanan, her yerde hazır ve nazır olduğunu bilen, hayatının
    ve ölümünün, sevincinin ve üzüntüsünün ancak ve ancak Onun kudret ve
    iradesinde bulunduğunu tam kabul eden bir mü’min, Allah’ın emir ve yasakları
    dışına çıkamaz.
    İşte bu makama ulaşan maneviyat büyüklerinden Gümüşhaneli Ahmed
    Ziyaeddin Efendi (k.s.), hasta iken bile ayağını uzatmaktan kaçınır. Çünkü o, Allah’ın
    huzurundadır. Sultanlar Sultanının huzurunda ayak uzatılır mı? Etrafındakiler
    onu rahatlatmak için ayağını uzatırlar, hemen geri çeker. “Beni günaha
    sokmayın” der.
    Bu yüce makamın yücelerinde olan Bediüzzaman Hazretleri, bir saniyesini bile
    boş geçirmeden ibadet eder, diz çökmekten ayakları yara olur. Talebesi Molla
    Resul böylesi takvayı aklına sığıştıramaz ve nazı geçtiği için şunları söylemekten
    kendini alamaz:
    “Biz de Allah’tan korkuyoruz ama, senin ödün patlıyor.”
    Bediüzzaman Hazretleri, huzur-u daimîyi anlatırken sık sık, bir Arap şairine
    ait olan şu ifadeyi zikreder: “Her şeyde Allah’ın birliğine delâlet eden bir âyet
    vardır.”
    Evet, huzur-u daimî aynı zamanda her şeyle Allah’ı bulmak ve bilmektir. Hava,
    su, dağ, taş, orman, deniz, nehir hep Allah’ı anlatır. Atom, hücre, çekirdek,
    arı, yumurta, çiçek, balık, meyve, ağaç Onun isim ve sıfatlarına ayna olur.
    İşte huzur-u daimî, bütün varlıklara bakıp Allah’ı hatırlamak, Onun isim ve
    sıfatlarını kavramaktır.
    3. Güçlü İman Nasıl Kazanılır?
    Daha önce de kısaca belirttiğimiz gibi, iman, bir binanın temeli veya bir ağacın
    kökü gibidir. Nasıl ki, ağacın kökündeki değişim ve gelişim dallarında ve
    meyvelerinde etkisini gösterir; imandaki terakkî de insanın ibadetlerinde duyarlılığa,
    devama ve gelişime sebep olur.
    Bu iman, teknolojik alet ve makinelere hareket veren elektrik veya bedene
    canlılık kazandıran ruh gibi, fonksiyonel ve etkilidir.
    Hiç şüphesiz bahsini ettiğimiz, basmakalıp, üstünkörü, ruhsuz, cansız, etkisiz,
    kuru bir iman değildir.
    Kast ettiğimiz, Kur’an’da ve hadislerde anlatılan, başta Resulüllahın (a.s.m.),
    ashabının ve maneviyat büyüklerinin yaşadığı coşkun, hareketli, muhteşem
    imandır.
    İşte bu imanı Yüce Rabbimiz, binlerce ayetle anlatıyor. Belki diyebiliriz ki,
    Kur’an’ın yarısı bu imanı anlatan ibret dolu âyetlerle doludur.
    Yoğun bir biçimde Kur’an’ın imanî ayetlerini açıklayan Risale-i Nur’da anlatılan
    iman ise, Kur’an’ın istediği o coşkun ve fonksiyonel imandır.
    Bu iman, Rabbimizin sadece varlığını değil, aynı zamanda isim ve sıfatlarını,
    hatta şuunatını ve tecellilerini bilmekle elde edilir. Çünkü, Muhyiddin-i Arabî’nin
    dediği gibi, “Allah’ı bilmek, varlığını bilmenin gayrıdır.”
    “Allah bilgisi” diyebileceğimiz, mârifetullah, Onun sadece varlığına inanmakla
    meydana gelmez. Onun bütün isimlerini, sıfatlarını, şuunatını ve bunların zerreden
    kürelere kadar her şeyde, her varlıkta tecellilerini anbean, günbegün görmekle,
    bilmekle, inanmakla elde edilir.
    İnsan kendi vücudunda, duygularında, âlemdeki bütün varlıklarda bu tecellileri
    defalarca görmeli, her fırsatta tefekkür etmeli, Rabbine olan bağlılığını her an
    tazelemelidir.
    Zaten Peygamberimizin (a.s.m.) bir hadislerinde, “Bir saat tefekkür, bir sene
    nafile ibâdetten hayırlıdır” (Aclûnî, Keşfü’l-Hafa, 1:310) demesi, bu sırra işarettir.
    Ancak “tefekkür”, uçsuz bucaksız, sınırsız, kuralsız bir kavramdır. Onu yapabilmek
    için bir kurallar silsilesi, bir program, bir rehber lâzımdır.
    İşte Risale-i Nur, Kur’an’ın imanî âyetlerini anlatan muazzam bir programdır.
    Yoksa plânsız, programsız, kuralsız; hangi varlığın, hangi cihetle Rabbimizin
    hangi isim ve sıfatına delâlet ettiğini bilemeyiz. Onu ne kadar çok okuyup anlarsak,
    o derece imanımız ziyadeleşir.
    Bu eseri şuurlu, plânlı, dikkatli okumanın ve ondan hakkıyla istifade edebilmenin
    bir dizi kuralı vardır. Bu kurallara uyulduğu takdirde istifade artar. (Bu
    konuyu, “Risale-i Nur’u Okuma ve Anlama Teknikleri” isimli kitabımızda genişçe
    işlediğimiz için ona havale ediyoruz.)
    İman, nazarımızı, zihnimizi, dikkatlerimizi, Allah’tan başkasından
    (mâsivadan) alıp Ona yöneltmektir. Ne kadar zihnimizi dağıtan mâsivadan yüzümüzü
    çevirip, ilgimizi Rabbimize yöneltirsek o kadar imanımız parlar.
    Bunun için de Kur’an’ın imanî ayetlerini derinlemesine açıklayan eserleri yoğun
    okumak gerekir. Yüzeysel, üstünkörü, göstermelik meşguliyet, istediğimiz
    istifadeyi sağlamaz.
    İmanın bütün haşmetiyle hayatımıza hükmetmesini istiyorsak, her gün ve yoğun
    bir şekilde meşguliyetten başka seçenek yoktur.
    NAMAZIN ÖNEMİ
    1. Namaz,
    Kur’an’da en çok emredilen ibâdettir
    Namazı emreden Rabbimiz olduğuna göre, bu ibadetin önemini de ancak
    Onun kitabı Kur’an’dan öğrenebiliriz. Namaz Kur’an’da tam 70 kez emredilmiştir.
    Bunun kadar çok zikredilen, üzerinde ısrarla durulan başka bir ibadet yoktur.
    Her şeyi yaratan, her şeyin varlığını kudret elinde tutan, her şeyi idâre eden
    Allah’tır.
    En basit bir âmirin emri karşısında hemen boyun eğen biz insanların, Kâinâtın
    Yaratıcısının bunca emir ve ısrarı karşısında tir tir titrememiz gerekmez mi?
    Okulda öğretmenimiz, işyerinde müdürümüz, askerde komutanımız bir iş emrettiğinde
    derhal yapıp, onların sevgisini ve hoşnutluğunu kazanmak isterken,
    nasıl olur da Rabbimizin bu emirlerine karşı ilgisiz kalabiliriz? Nasıl olur da, her
    şeyi elinde tutan Zât-ı Zülcelâle sanki kafa tutar gibi, sanki meydan okur gibi,
    sanki “Sen ne emredersen emret, benim daha önemli işlerim var” dercesine, namaz
    kılmadan durabiliriz?
    Peygamberimize (a.s.m.), “Allah’ın en çok sevdiği amel hangisidir?” diye sorulunca,
    “Vakti gelince kılınan namazdır” buyurdu. (Buharî, Namaz Vakitleri: 6)
    Bu hadis gösteriyor ki, namazdan daha üstün bir ibadet yoktur ve olamaz.
    Ayrıca namaz, imandan sonra en önemli ibadettir. Kâinatta ve İslâmda, imandan
    sonra en büyük hakikat, namazdır.
    Bakın Rabbimiz bu konuda ne buyuruyor:
    “İman eden kullarıma söyle: Namazı dosdoğru kılsınlar...” (İbrahim: 31)
    Emredersin Rabbimiz! İşittik ve can ü gönülden itaat ediyoruz.
    2. Namaz, mü’minin miracıdır
    Namaz, Mîraç’ta perdesiz ve doğrudan emredilmiştir. Biz Müslümanlar,
    “Namaz, mü’minin mîracıdır” hadisinin hakikatini tam anlayamıyoruz. Namazın
    binler güzelliğinden sadece bu özelliği bile tek başına ona sarılmamız ve onu
    vazgeçilmez kabul etmemize yeter.
    Çünkü, okunan her ezan, Allah’ın namaz emrini hatırlatan, bizi Onun huzuruna
    çağıran İlâhî bir dâvettir. Her çağrı, ruhumuzun derinliklerine kadar bizi sarsan,
    sevinç ve heyecana boğan, coşkuya sevk eden bir ilândır.
    Düşünün bir kere:
    Bizi çok sevdiğimiz bir arkadaşımız veya bir büyüğümüz veya bir devlet başkanı
    huzuruna çağırsa, gitmez miyiz? Devlet başkanının sarayında bir ziyâfet olsa
    hiç geri durur muyuz?
    Bir insan düşünün ki, “Şevketli sultanım, seni sarayına çağırıyor. İkram ve izzette
    bulunacak, takdir edip hazinesinden çok değerli hediyeler verecek” şeklinde
    bir çağrı alsa ve buna karşılık, “Benim işim var gelemem” dese, buna akıllı
    diyebilir miyiz?
    Hatta bir arkadaşının telefonuna cevap vermeyen kimse var mıdır?
    Diyelim ki, bizi Peygamberimiz (a.s.m.) huzuruna çağırıyor. O tatlı hatıralarını
    okuduğumuz sahabeler gibi, biz de onu göreceğiz, sohbet edeceğiz. Koşarak
    gitmez miyiz? İnanın ben sürüne sürüne de olsa gider, o Yüce Nebînin elini öperim.
    Bırakın canlısını, mübârek kabrini ziyaret için haccetmeye güle oynaya
    gitmiyor muyuz?
    Oysa bize namazı emreden Yüce Rabbimiz, bizim en vefakâr dostumuz, en
    çok derdimizi dinleyen ve çaresini veren sevgilimiz, her saniye bizi ikram ve
    hediyelere boğan sultânımızdır.
    O öyle yüceler yücesidir ki, üzerimizdeki ikram ve ihsanını bir an kesse, bir
    saniye bile yaşayamayız.
    İşte namaz, O Sultanlar Sultanıyla buluşmak, görüşmek, konuşmak gibidir
    mü’min için. Ezanı her dinlediğimizde hiç ertelemeden, şevk ve heyecanla Onun
    huzuruna koşmak gerekir.
    3. Namaz, en büyük şükürdür
    Rabbimizin bize ihsan ettiği sonsuz nimetlere karşı en güzel şükür, namaz
    kılmaktır. Çünkü, sayısını bile bilmediğimiz ve ardı arkası kesilmeyen nimetlere,
    ölünceye kadar hiç bitmeyen ve günde beş vakit yaptığımız namazla karşılık
    verebiliriz.
    Rabbimiz bize öyle nimetler vermiştir ki, onların gerçek değerinden bile habersiziz.
    Kimse kendisine verilen vücut organlarının, ne kadar mühim ve ne derece
    değerli olduğunu tam bilemez. Ancak hasta olduğunda veya onları kaybettiği
    zaman değerini anlar.
    Acaba, gözlerimiz görmese, sıhhate kavuşmak için, olsaydı trilyonlarımızı
    bağışlamaz mıyız? Acaba iki elimizi veya iki ayağımızı, bütün kâinâtı verseler
    değişir miyiz?
    Ya aklımızı? Ya rûhumuzu? Ya her biri birbirinden güzel duygularımızı herhangi
    bir dünya malı karşılığında satar mıyız?
    İşte bize namazı emreden Rabbimiz, tüm bunları, üstelik sayısız nimet ve
    rızıklarla birlikte bize bağışlamıştır. Zaten Kur’an’da mealen, “Allah’ın nimetlerini
    saymaya kalksanız, gruplandıramazsınız bile” (Nahl: 18) buyruluyor.
    Bizler bu sayısız nimetlerin şükrünü bile edâ edemeyiz beş vakit namaz kılmakla.
    Ama o şefkati sonsuz Rabbimiz ne yapıyor? Bir de bize Cenneti veriyor. Cehennemden
    kurtarıyor.
    Onu râzı etmek için, ebedî azaptan kurtulup, tüm dostlarımızla Cennette sonsuz
    bir hayat yaşamak için namaza dört elle sarılmak, ezan okununca câmiye
    koşarak gitmek gerekmez mi?
    Bize verilen vücut nimetinin değerini anlamak için şu ilginç habere bakın:
    “ABD’de, metro çıkışındaki yürüyen merdivenlerde sıkışan ayağını kaybeden
    7 yaşındaki bir çocuğa mahkeme, 53 milyon dolar (2002 rakamlarıyla yaklaşık
    75 trilyon lira) tazminat verilmesini kararlaştırmış.”
    Bir çocuk ayağını kaybediyor ve sorumlusu 75 trilyon lira ödemeye mahkûm
    oluyor.
    Düşünün ki, bir ayağınızı 75 trilyon liraya satın alacaksınız. 25 yıl çalışarak,
    ayda 250 milyar, yılda 3 trilyon lira kazanmanız gerekecek.
    Bir ayağın sadece fani âlemde yok edilmesi, bir kimsenin tam 25 yıl çalışmasını
    gerektirirse, acaba bütün bir vücudu, hatta akıl, kalp, ruh, sır ve duyguları
    ebediyen mahvetmenin cezası ne olmalıdır?
    Rabbimiz, sonsuz nimetler vermesine karşılık bizden çok az, çok hafif, çok
    kolay ve çok rahat bir ibâdet olan namaz kılmamızı istiyor.
    Beş vakit namaz sadece bir saatimizi alıyor. Üstelik Rabbimiz namaz kılana
    sonsuz bir saadet yurdu olan Cennette yaşama mükâfatı veriyor.
    Oysa ki, bizim yaptıklarımız, bir ayağın bile tazminatına kâfi değil.
    İsterseniz bırakalım ayda 250 milyar lira gibi hayalî hesapları da gerçeği anlatalım.
    Ülkemizde (2005’de) ayda bir milyar lira kazanmak çok iyi paradır. Bu hesapla
    yılda 12 milyar kazanan bir kimsenin, 75 trilyon lirayı kazanabilmesi için
    tam 6250 sene çalışması gerekir. Bir bakıma tek bir ayak için, Âdem
    Aleyhisselâmdan bu yana çalışmak icap eder.
    Bununla sadece bir ayağın beşerî hukuka göre, dünyevî ve maddî karşılığı kazanılmış
    olacak.
    Kabaca 25 alet ve organımız için 156 bin yıl çalışmak gerekecek. Tabiî buna
    ruhumuz, hayal yeteneğimiz, duygularımız dahil değil. Ayrıca vücudumuza ihsan
    edilen ayrı ayrı sayısız maddî ve manevî nimetleri de saymıyoruz.
    Bu durumda Allah’ın verdiği nimetlerin beşerî adaletle bile karşılığını vermek
    için dünyadaki hiçbir zenginin parası kâfi gelmez.
    Şunu da unutmayalım: Bir göz, bir ayaktan çok daha gerekli ve önemli. Bir
    kalp ve beyin ise, gözden ve kulaktan değerli. Akıl ve ruh ise hepsinin üzerinde.
    Hele ebedî hayatı bize kazandıran iman nimetinin değerini hiçbir şeyle ölçebilir
    miyiz?
    İşte biz böylesine muhteşem nimetlerle kuşatılmışız. Çocukluğumda bir kıssadan
    hisse dinlemiştim. Bütün hayatını ibadetle geçiren bir zat vefat edince
    Cenab-ı Hak şöyle sormuş: “Ey kulum, sana merhametimle mi muamele edeyim,
    yoksa yaptığın ibadetlerle mi?” Adam bütün hayatını ibadetle geçirdiği
    için, “İbadetlerimle Ya Rabbi” cevabını vermiş.
    Melekler yaptığı ibadetleri bir bir hesaplamışlar. Bir de ne görsünler? Adamın
    ibadetleri bir gözünün şükrü için bile yeterli değil ve Cehenneme gitmesi gerekiyor.
    Fakat pişman olup yalvarıyor ve Cenâb-ı Hak affederek Cennete götürmelerini
    emrediyor.
    Allah bizi böyle ucubdan, yani kendi ibadetlerine güvenmekten korusun.
    Rabbimizin verdiği vücut ve sağlık nimetiyle ilgili birkaç örnek daha aktarayım.
    Boy ve ayak Allah’ın bir nimeti. Askerde iken bir ayağı üç santim kısa olan
    bir arkadaşa üç ameliyat uyguladılar. Her ameliyattan sonra üç ay yatıyordu ve 6
    ayda bir ameliyat oluyordu. Böylece her ameliyat ancak bir santim uzatabiliyordu.
    Boyumuzun her santimi için ameliyat masasına yatsak, ömrümüz kâfi gelir
    mi dersiniz? Söz gelişi, 1.70 santim boyu olan bir kimsenin, tam 170 kez ameliyat
    olması ve 42 yıl yatakta yatması gerekirdi.
    Yine hormon bozukluğu yüzünden kısa olanlar gen teknolojisiyle üretilen bir
    hormonla 30 santim kadar uzayabiliyormuş. Ancak bunun için 120 bin dolar gerekiyormuş.
    Ayda 500 dolar kazansak, tam 20 yıl çalışmamız gerekir.
    Bir tanıdığımın 24 yaşındaki oğlunun beyin ameliyatı Türkiye’de yapılamıyor
    ve ABD’ye gitmesi için yoğun bakım donanımlı uçak gerekiyordu. Ailesi varlıklıydı
    ve her türlü masrafı yaptı. Yaklaşık bir milyon dolarlık masrafın sonucu
    maalesef ölüm oldu.
    Boyu posu yerinde, organları sağlıklı, bütün hormonları ve enzimleri doğru
    çalışan insanlar ne büyük bir nimet içindeler ve bunun için gece gündüz şükretmeleri
    gerekmez mi?
    Bir de bu güzel organlarımızın rızıkları var. Midemiz için binlerce çeşit yiyecek
    ve içecek, dilimiz için binlerce tat, kulağımız için birbirinden güzel sesler,
    burnumuz için sayısız koku, gözümüz için sınırsız güzel manzara yaratılmıştır.
    Verdiğimiz örnekler sadece maddî varlığımızla ilgili. Oysa bu organlar, insandaki
    kadar gelişmemiş de olsa, hayvanlarda da var. Bizim asıl zenginliğimiz,
    aklî, ruhî, kalbî ve hissî derinliğimizde gizli. Bunların her birini sayfalarca anlatmak
    gerekir.
    Özetle, içinde bulunduğumuz şartlar ve sahip olduğumuz nimetler “mükteseb
    haklar”, yani kendi kazançlarımız değildir.
    Bunlar bize ihsan edilmiştir ve devam etmesi için her an o nimet elinin üzerimizde
    olması gerekir. Yani bir kere ihsan ettiği için “Artık bunlar bizimdir” diyemeyiz.
    O nimetlerin Allah tarafından her an korunması ve devam ettirilmesi
    gerekir. Bu yüzden her zaman şiddetle duaya, şükre ve ibadete ihtiyacımız var.
    Şu ayet meallerine bakın:
    “Beni zikredin ki, Ben de sizi rahmetimle anayım. Bana şükredin; sakın nankörlük
    etmeyin. Ey iman edenler! Sabır ve namazla Allah’tan yardım isteyin.
    Şüphesiz ki Allah, sabredenlerle beraberdir.” (Bakara:152-153)
    Bir başka ayette ise yine sabır ve namazla yardım istemek emredilir ve “Fakat
    bu, Allah’tan korkanlardan başkasına pek ağır gelir” buyrulur. (Bakara:45) Demek
    ki, “namaz kılmamak” bir bakıma Allah’tan korkmamak demektir. Hangi
    mü’min, her şeyin yaratıcısı ve sonsuz güç sahibi Allah’tan korkmaz? Eğer bütün
    zerreleriniz bu ifadeden ürperiyorsa, hemen namaza ciddiyetle ve coşkuyla
    sarılın.
    İşte namaz, ayetlerde emredilen şükrün en güzel ifadesidir. Bize verilen nimetleri
    hatırlayıp, ahiretteki hesap vermeye işaret eden, “O gün bütün nimetlerden
    sorgulanacaksınız” (Tekâsür: 8) anlamındaki âyeti aklımızdan hiç çıkarmamak
    gerekir.
    Bilhassa namazı, isteksiz ve baştan savma değil, severek ve büyük bir itinayla
    kılmalıyız.
    4. Namaz, en kapsamlı ibâdettir
    Namaz en câmi, yani bütün ibadetleri ve zikirleri, özet olarak içinde toplayan,
    en kapsamlı bir ibadettir.
    Namazın manası, Rabbimizin celâline karşı “Sübhanellah” deyip tesbih etmek,
    cemaline karşı “Elhamdülillâh” diyerek hamdetmek, kemaline karşı
    “Allahüekber” deyip tâzim etmektir. (Sözler, s.40)
    Rabbimiz, sonsuz büyüklük sahibidir, yücedir, eşi benzeri yoktur. Tesbih,
    Onun her türlü acz, kusur ve eksikten münezzeh olduğunu ifade etmektir.
    O, her bakımdan eksiksizdir, mükemmeldir. Tâzim, Onun yüceliğini ve büyüklüğünü
    belirtir.
    Son derece güzeldir ve bütün güzellikler Onun sonsuz güzelliğinin bir tecellisidir.
    İşte hamd etmek, Onu övmek ve minnettarlığımızı bildirmektir.
    Tekbir, tesbih ve hamd namazın her yerinde bulunur. Namaza tekbirle başlarız
    ve bütün rükünler arasında “Allahüekber” deriz. Arkasından “Sübhaneke”
    duasıyla tesbih başlar, rükû ve secdelerde üçer defa tesbih ederek Rabbimizin
    münezzehliğini dile getiririz. Bütün rekâtlarda okuduğumuz “Fâtiha”nın başında
    Allah’a hamd vardır. Rükûdan kalkınca yine hamd ederiz.
    Namaz âdeta tesbih, tekbir ve tahmid çiçekleriyle süslenmiş, rengârenk ışıklarla
    nurlanmış eşsiz bir ibâdettir.
    Ayrıca namazdaki her hareket de aynı manayı ifade eder. Ayakta durmak,
    önünde el bağlamak saygının ifadesidir. Rükûya eğilmek yine saygıdandır. Diz
    çökmek, yüce bir varlığın karşısında acizliğin göstergesidir. Secdeye kapanmak
    ise, sevgi ve saygının, Allah karşısında her şeyini feda etmenin zirvesidir. Secde
    etmek, “Rabbim, maddî ve manevî bana ne emanet etmişsen, hepsini Senin yoluna
    serdim, Sana feda ettim, her şeyimle Sana teslim oldum” demektir.
    Namaz aynı zamanda bitki, hayvan, melek gibi varlıkların yaptıkları ibadetlerin
    tümünü içine alır. Çünkü, onların bir kısmı sürekli secdede, bir kısmı sürekli
    rükûda, bazısı da devamlı ayaktadır. Ayrıca meleklerin kimi tehlil (Lâilâhe illâllah)
    ile, kimi tesbih (Sübhanellâh) ile, kimi tahmid (Elhamdülillâh) ile, kimi tekbir
    (Allahüekber) ile Allah’ı zikretmektedir. Namaz onların hem hareketlerini,
    hem zikirlerini içine alır.
    Namazda oruç, zekât ve hac gibi ibadetlerin özü ve ruhu vardır. Namazda
    yeyip içmemek orucu, kıbleye yönelmek haccı hatırlatır. Namaz aynı zamanda
    bedenimizin zekâtıdır.
    Eğer namaz üstünkörü kılınır, sıradan bir fiilmiş gibi algılanır ve sanki bir
    alışkanlıkmışçasına geçiştirilirse, ondaki derin sırlar anlaşılmaz, ne muhteşem
    bir ibadet olduğu fark edilmez.
    Bu açıdan namazı hakkıyla anlayıp hakkıyla kılmayı bir ideal hâline getirmek
    gerekir.
    5. Namaz, dinin direğidir
    Peygamber Efendimiz (a.s.m.), “Namaz dinin direğidir. Onu terk eden, şüphesiz
    dini yıkmış olur” (İhyâ, c.1, s. 399) buyurmuştur. Bir binayı ayakta tutan direkleridir,
    sütunlarıdır. Eğer sütun yoksa, bina ayakta duramaz. Büyük ve muhteşem
    bir binanın, büyüklüğü ve ihtişamı nispetinde sütunları da büyük ve sağlam
    olmalıdır.
    Söz gelişi, büyük câmileri ziyaret etmişseniz, bu büyük sütunları görmüşsünüzdür.
    Koskoca Sultanahmed Câmisini ayakta tutan dört dev sütundur.
    İşte namaz hem yüce İslâm binasının direğidir, hem de herkesin kendi dinî
    yaşayışının direğidir. Bir Müslümanın şahsî dünyasındaki ibâdetlerin dayandığı
    en temel farz namazdır.
    Düşünün ki, bir kimse, sevinerek, övünerek, “Ben Müslümanım” diyor. Namaz
    dışında bazı ibadetlerini de yapıyor. Oruç tutuyor, Cuma’ya gidiyor, dua
    ediyor, sadaka veriyor. Tabiî ki bunları, Allah emrettiği için yapıyor. Ancak Allah’ın
    en fazla önem verdiği, en çok emrettiği, “dinin direği” olan namazı ihmal
    edip diğer ibadetlerle yetinmek bir çelişki olmuyor mu?
    Hadisten anlıyoruz ki, bir mü’min namazı hakkıyla kılmadıktan sonra ne yaparsa
    yapsın, kendi dinini ayakta tutamaz. Çünkü, dinin direği oruç, zekat veya
    bir başka ibadet değildir; ancak namazdır.
    6. Basit sebepler
    namazın mazereti olamaz
    Bazı Müslümanlar, “Niçin namaz kılmıyorsunuz?” sorusuna çok basit mazeretler
    gösteriyorlar. İleriki bölümlerde daha geniş işleyeceğimiz gibi, “İşim çok,
    zamanım yok, hastayım” gibi, hiçbir geçerliliği olmayan bahaneler üretiyorlar.
    Oysa namazın bir vakit boyu süren bayılmadan, koma hâlinden, hiç nefes aldırmayan
    savaştan, ameliyat sonrası baygınlığından başka hiçbir ciddi mazereti
    yoktur. Hatta namaz, savaşta, yoğun iş anında, hasta iken, yolculuk esnasında da
    kılınır. Namaz bu tür basit bahanelerle aksatılamaz. Sadece bazı kolaylaştırıcı
    yöntemler vardır. Savaşta korku namazı, hastayken oturarak, yolcuyken iki rekat
    kılmak gibi.
    Çünkü, namaz Rabbimizle buluşmaktır. Bizi yaratanla buluşmaya hiçbir şey
    engel olamaz, olmamalıdır. Namazın vakti girdi mi, uygun zaman, uygun ortam
    ve uygun yer yok diye namaz kazaya bırakılamaz.
    Bir yolculuk sırasında sabah namazının vakti girmişti. Otobüsümüz bir caminin
    önünde durdu. Hava şiddetli soğuktu ve her taraf karla kaplıydı. Caminin avlusunda
    bir tulumbadan başka abdest alacağımız çeşme yoktu. Hemen tulumbadan
    su çekerek sırayla abdest aldık. Cami henüz açılmamıştı. Kıbleyi camiye göre
    belirleyerek karlar üstünde namazımızı kıldık. Soğuktu, üşüyorduk. Ama,
    içimiz sımsıcaktı. Görevimizi yapmış, huzur içinde yola devam etmiştik.
    7. Namaz
    ahirete imanla gitmeye vesiledir
    Namazla ilgili dinimizin emir ve yasakları, teşvik ve tehditleri tam bilinmiyor.
    Ayet ve hadislerde, İslâm ulemasının kitaplarında ve uygulamalarında öyle ilginç
    ve etkili bilgiler vardır ki, bunları bilen bir kimsenin namaza ilgisiz kalması
    zordur.
    İşte birçok mü’mini sorumluluğa sevk edecek Asr-ı Saadette yaşanmış bir
    olay:
    Abdullah bin Ebî Evfâ (r.a.) anlatıyor:
    Resul-i Ekremin (a.s.m.) huzurunda bulunduğumuz bir sırada ona birisi gelerek:
    “Yâ Resûlâllah, ölüm döşeğinde yatan bir genç var. Kendisine,
    ‘Lâilâheillâllah, de’ dendiği halde bunu söyleyemiyor” dedi.
    Resul-i Ekrem (a.s.m.):
    “Namaz kılar mıydı?” diye sordu.
    Adam:
    “Evet, (kılardı)” dedi.
    Bunun üzerine Resul-i Ekrem (a.s.m.) kalktı. Biz de onunla kalktık. Resul-i
    Ekrem gencin yanına girdi ve ona:
    “Lâ ilâhe illâllah, de” buyurdu.
    “Söyleyemiyorum.”
    Resul-i Ekrem (a.s.m.), “Niçin?” diye sorunca, gelen adam:
    “Annesine âsi idi” dedi.
    Resul-i Ekrem:
    “Annesi sağ mı?” diye sordu. Oradakiler:
    “Evet sağdır” dediler. Resul-i Ekrem:
    “Çağırın gelsin” buyurdu. Onlar da kadını çağırdılar, kadın da geldi. Resul-i
    Ekrem kadına:
    “Bak şurada büyük bir ateş (olsa) ve ‘Oğluna şefaat edersen onu bu ateşte
    yakmayız; fakat şefaat etmezsen bu ateşte yakarız’ deseler ne yapardın? Şefaat
    eder miydin?” diye sordu.
    Kadın:
    “Onun şefaatçisi ben olurdum” dedi. Resul-i Ekrem:
    “O halde ondan râzı olduğuna, Allah-u Teâlâyı ve beni şâhit göster” buyurdu.
    Kadın:
    “Allah’ım! Seni ve Resul-i Ekremi şâhit tutuyorum. Oğlumdan râzı oldum
    (hakkımı ona helâl ettim)” dedi.
    Bunun üzerine Resul-i Ekrem (a.s.m.) hasta gence:
    “Lâ ilâhe illâllahu vahdehû lâ şerikeleh ve eşhedü enne Muhammeden abdühû
    ve Resulüh, de” diye buyurdu. Hasta hemen şehâdet getirdi.
    Bunun üzerine Resul-i Ekrem (a.s.m.):
    “Allah’a hamdolsun ki, benim vasıtam ile bu genci Cehennem ateşinden kurtardı”
    dedi. (Hadisi Taberânî ve özet olarak Ahmed bin Hanbel rivâyet etmiştir.)
    Bu müthiş hadisteki ibretli noktalar sizin de dikkatinizi çekmiştir.
    Öncelikle, karşımızda hayatının son deminde imansız giderek, sonsuz azaba
    müstehak olmak üzere olan bir “Müslüman genç” var. Ve bu genç, Asr-ı Saadette
    yaşayan, o altın çağın mutluluk ortamında yetişen, o atmosferin havasıyla büyüyüp
    serpilen bir genç. Hadisin başka rivayetlerinden anlıyoruz ki, bu öyle çocuk
    yaşlarda bir genç değildir; evlenmiş, yuva kurmuş bir gençtir.
    İşte iman ve İslâmın zirveleştiği bir dönemde ruhunu Allah’a teslim etmek
    üzere olan bu genç, imansız gitmek üzere. Üstelik bu bir sahabedir. Çünkü o
    asırda yaşamış ve Peygamberimizi (a.s.m.) görmüştür. Son anına kadar
    mü’mindir, inançlıdır. Çünkü, “İnanmıyorum” veya “Söylemeyeceğim” demiyor;
    “Söyleyemiyorum” diyor.
    Bu durumdaki bir gencin problemi kendisine iletildiğinde Peygamberimizin
    ilk sorusuna bakın: “Namaz kılar mıydı?”
    Bu ilk soru, ahirete imanla gitmek, o ebedî davayı kazanmak isteyen bizleri
    beynimizden vuruyor, ruhumuzu sarsıyor, âdeta titretiyor. Demek, böyle bir
    problemin ilk sebebi, “namaz kılmamak” olabilir; başka bir şey olamaz ki, Peygamberimizin
    ilk sorusu bu oluyor.
    Şimdi düşünün: Hangimiz bu sonsuz hayatı kaybetmek isteriz? Müslüman olduğunu
    söyleyen hangi insan, “Ben son nefeste imansız gitsem de olur” diyebilir?
    Aksine, bütün dualarımızda hüsn-ü hâtime, yani iyi son için, imanla ölmek
    için dua etmiyor muyuz?
    İşte o müthiş imtihanın ilk sorusu iman, ikincisi namazdır. Hadisten, ana baba
    hakkının, hüsn-ü hâtime üzerinde ne derece etkili olduğunu da anlıyoruz.
    Hiç şüphesiz bu hadisten, namaz kılmayan veya anne babasına isyan eden
    herkesin mutlaka imansız gideceği anlamını çıkaramayız. Çünkü, son nefeste
    kimin nasıl gideceğini ancak Allah bilir. Fakat bu hadis, önemli bir ipucu veriyor,
    çok ciddi bir biçimde bizi uyanık ve tetikte olmaya çağırıyor.
    8. Namaz, mü’minin ilk hesaba
    çekileceği amelidir
    Namaz, aynı zamanda mü’minin ilk hesaba çekileceği ameldir. Çünkü Peygamberimiz
    (a.s.m.) şöyle buyurmuştur: “Kulun ilk hesaba çekileceği ameli namazdır.”
    Yine demiş ki, “Kabir âhiret duraklarından bir duraktır. Kim orada hesabını
    kolay verirse, diğerleri de kolay olur.”
    Namaz kılmazsak, kabirde ilk başımıza gelecek azap ondan olacak. Orası zor
    olursa, mahşer de, Sırat da zor olacak. Güneşin tepemize bir mil kadar yaklaştığı,
    herkesin kendi derdine düşüp annesinden, babasından, eşinden ve çocuklarından
    kaçtığı haşir meydanında hâlimiz nice olur?
    Gelmesi kesin olan “o gün” henüz gelmeden önce tedbirimizi alalım.
    Ahiretteki pişmanlık fayda vermez. O gün ömürlerini boşa tükettiklerini apaçık
    gören bazı insanlar, “Ne olur, bizi tekrar dünyaya gönder de hayırlı işler işleyelim”
    diye Rabbimize yalvaracaklar. Ama bu imkân verilmeyecek. Çünkü, dünya
    imtihanı bir keredir ve tekrarı yoktur.
    9. Namazı terk etmenin azabı
    çok şiddetlidir
    Namazı hiçbir mazeret olmadan kazaya bırakmanın cezası çok büyüktür. Namazı
    kılmamak, Cehennem azabını hiçe saymak demektir. Bir kibriti yaksak,
    sadece çöp sönünceye kadar elimizi ateşine tutmaya kalksak, acısına dayanamıyoruz.
    Yüz derecede kaynayan suya elimizi sokamıyoruz.
    Allah’ın azabına karşı umursamaz olabilir miyiz?
    Namaz kılmamanın karşılığını öğrenmek için ilk fırsatta Müddessir Sûresinin
    açıklamasını okuyun. Biz sadece birkaç ayetin mealini verelim:
    “Herkes kendi kazandığının karşılığını görür. Ancak defteri sağından verilenler
    müstesnadır; onlar kazandıklarından kat kat fazlasıyla mükâfatlandırılır. Onlar
    Cennetlerdedir. Mücrimlere, ‘Sizi Sakar Cehennemine sokan nedir?’ diye sorarlar.
    Onlar da, ‘Biz namaz kılanlardan değildik’ derler.” (Müddessir: 38-43)
    Şu ayet meali ise, Allah’ın azabına karşı kendini güvende hissetmenin büyük
    bir hata olduğunu gösteriyor:
    “Yoksa onlar, nimetler içinde yüzerken Allah’ın azabının ansızın gelmeyeceğinden
    mi emin oldular? Hüsrana düşmüş bir topluluktan başkası ise Allah’ın
    azabından emin olmaz.” (A’raf Suresi: 99)
    Hiç kimse, Allah’ın azabına karşı korkusuz ve ilgisiz olamaz. Üstelik namaz
    gibi bir ibadet söz konusu olduğunda, kendimizi rahat hissedemeyiz.
    Bazı kimseler, “Ben yanmayacağım, ruhum yanacak” gibi gerçekle ilgisiz
    sözler sarf ediyorlar. Cehennem azabı, bedene ve ruha uygulanacaktır. Hem ruha
    bile uygulansa, ruh bizim değil mi? Üstelik Cennete gidip sonsuza dek mutlu
    olmak varken, niye azabı isteyelim?
    10. Namaz kötülüklerden alıkor
    Namaz, “her yerde ve her zaman Allah’la birlikte olduğunu bilme şuuru” olan
    huzur-u dâimînin yerleşmesine vesile olur. Namaz, Rabbe teslim olma, Ona boyun
    eğme, Ona yalvarıp ihtiyaçlarını isteme ve aynı zamanda Ona hesap verme
    zamanıdır.
    Düşünün ki, günde beş kez ebedî sevgilinizin huzuruna çıkacaksınız. Her şeyin
    sahibi, bütün evreni sonsuz kudretiyle idare eden Yüceler Yücesinin dergâhında
    boyun bükeceksiniz. Günah işleyebilir misiniz?
    İnandığınız, güvendiğiniz, yardım istediğiniz Rabbinize olan bağlılığınızı
    günde beş vakit tazeleyeceksiniz. Emirlerine karşı gelebilir misiniz? Koskoca
    Cehennem ve kabir, azabının küçük bir tecellisi olan Kahhar-ı Zülcelâl’e günde
    beş defa hesap vermek için yemin etmişsiniz. İsyan edebilir misiniz?
    İşte namazın bu azametli etkisinden dolayı Rabbimiz Kur’an’da bize şu gerçeği
    hatırlatıyor:
    “(Habibim) Sen vahyedilen kitabı oku ve namaz kıl. Muhakkak ki, namaz hayasızlıktan
    ve kötülükten alıkor.” (Ankebut: 45)
    Evet, kim namazı dosdoğru kılarsa nefsini, kötülükten, hayasızlıktan, isyandan,
    günahtan korur. Yazık ki, namaz kıldığı halde kendilerini kötülükten, günahtan
    ve haramdan çekemeyen Müslümanlar var. Demek ki, namazı gerçek anlamıyla
    kılmıyor, ondaki manevî derinliği kavrayamıyor, onu sıradan bir alışkanlık
    gibi geçiştiriyorlar. Çözüm, namazın hakikatini anlamak için okumak,
    araştırmak ve çaba harcamaktır.
    Namaz günahlardan korumakla birlikte manevî derecelere de yükseltir. Bir
    gün Peygamberimiz (a.s.m.) sahabelere:
    — Size, Allah'ın kendisiyle günahları yok edip, dereceleri yükselteceği hayırları
    haber vereyim mi, buyurdular. Sahabeler de:
    — Evet, ya Resûlellah, dediler. Resül-i Ekrem:
    — Güçlükler de olsa abdesti güzelce almak, mescitlere doğru çok adım atmak,
    bir namazı kıldıktan sonra öteki namazı beklemek. İşte ribatınız, işte bağlanmanız
    gereken budur, buyurdular. (Müslim, Taharet: 41)
    11. Namaz kılanın
    bütün yaptıkları ibâdettir
    Eğer namaz kılarsanız, bütün ömrünüzü ibadetle geçirebilirsiniz. Bundan daha
    büyük müjde olabilir mi?
    Rabbimizin bize ihsan ettiği nimetler sayılamayacak kadar çok. Buna karşılık
    kısa bir ömürde yaptığımız sınırlı ibadetlerin, şükür için ne kadar yetersiz olduğu
    açık. Ayrıca burada ibadetlerimizle ebedî bir Cenneti kazanacağız.
    İşte sayısız nimetlere şükretmek ve sonsuz Cenneti kazanmak için ibadetimizin
    ne kadar yetersiz olduğunu bilen Rabbimiz, bize muhteşem bir fırsat sunmuştur.
    Eğer namazınızı dosdoğru kılarsanız, diğer dünyevî mübah amelleriniz
    güzel bir niyetle ibadet hükmüne geçebilir.
    Evet, bütün hayatınızı ibadetle doldurmaya gücünüz yetmez. Ama Rabbimiz
    bunun için altın fırsatlar sunuyor. Bunun üç şartı var:
    1- Namazı hiç ihmal etmeden dosdoğru kılmak,
    2- Dinen yasaklanmamış mübah ameller işlemek,
    3- Bu dünyevî amelleri iyi bir niyetle yapmak.
    Diyelim ki, beş vakit namazı kılan birisiniz. Yemek yemeniz, temizlik yapmanız,
    rızkınız için çalışmanız, meşru konuşmalarınız, tebessümünüz, uyumanız
    bir çeşit ibadettir. Çünkü, bunların hepsi hayatımız için gereklidir ve yaşantımızı
    sürdürmemiz için bunları yapmak zorundayız. Yaptığımız her davranışımızı ayet
    ve hadislere dayandırmamız mümkündür.
    Söz gelişi, aşırıya gitmeden, tam ihtiyacınız kadar uyusanız, uykunun Rabbimizin
    bir nimeti olduğunu düşünerek, Besmeleyle ve sünnet olan duaları okuyarak
    yatıp, yine Besmeleyle uyansanız ibadet etmiş olursunuz. Tabiî namaz kılmak
    şartıyla...
    Bu açıdan baktığımızda namaz eşsiz bir ibadet hazinesidir.
    12. Namazsızlık,
    şirk ve küfre götürebilir
    Namaz, Allah’a itaattir, boyun eğmektir, Onunla birlikte olmak, Ona yalvarmak,
    Ona derdini arz etmektir. Namaz, insanın Allah’a olan imanını, bağlılığını,
    sevgisini arttırır.
    Namazı terk etmek ise, Allah’a isyandır, Ondan uzaklaşmak, Ona sırt çevirmek,
    Ondan kopmaktır. Namaz kılmamak, insanın imanını zayıflaştırır, dinî duyarlılığını
    azaltır, günahlara karşı daha istekli ve korumasız hâle getirir.
    Çünkü, her bir günah içinde küfre giden bir yol vardır. Günah işleyen bir insan,
    onun