İBADETLERİMİZDE MAKBULİYET ÖLÇÜLERİ

İBADETLERİMİZDE MAKBULİYET ÖLÇÜLERİ
İbadetler, İslâm dininin ayrılmaz bir lâzımı (lâzım-ı gayr-i müfârıkı)dır. Ateşten harareti, buzdan soğukluğu ayırmak, onun mahi-yetine müdahale etmedikçe, nasıl mümkün değilse İslâm dininin esas-ları korunduğu müddetçe İbadetleri bu yüce dinden ayırmak, diğer bir ifade ile ibadetsiz bir İslâm dini düşünmek asla caiz değildir.
Bir müslümanın ibadetten sorumlu tutulması, ergenlik çağına ulaşması ile başlar ve son nefesine kadar devam eder. Bu müddet, ibadetin zaman ölçüsüdür. "Sana ölüm gelesiye kadar Rabbine ibadetet" (1) meâlindeki âyet-i kerimede bu ölçü açık ve seçik olarak görül-mektedir.
İbadet mükellefiyetinin devamında aranacak ölçü ise, "akıl" ve "hayat'tır. Akla sahip olmayan, "cünûn-ı mutbik" denilen ve devamlı bir akıl bozukluğuna mübtelâ olan deliler ile hayatını yitirmiş ölüler hiçbir ibadetten sorumlu tutulmamışlardır. Can tende akıl sende bulunduğu müddetçe ibadetlerde devamlılık asıldır.
Nafile ibadetlerin makbul olma ölçüsü, az da olsa, devamlı olarak yapılmasıdır. Dinî vazifelerin duraklaması ve kopukluğa uğraması, kul-luk anlayışının aşk haline dönüşmemesinden doğmaktadır. Müsbeti canlandıran, menfi olanı yok eden bu ateşi, ibadetin feyzi ve hayat iksiri gibi tecellisi ile teskin etmekten başka teselli yolu mevcut değildir.
Suyu buharlaştıran, taşı kireç haline getiren ateşlerden daha tesirli bulunan aşk-ı ilâhî, oldurur fakat soldurmaz; yakar fakat yıkmaz; insa-nın mahiyetine arız olmuş yabancı maddeleri ifna eder ve fakat aslı unsurları ihya eder. Bu tecelliye mazhar olan Hacı Bayram-ı Veli (k.s.):
Yandı bu gönlüm, yandı bu gönlüm; Yanmada derman buldu bu gönlüm.
demektedir. Bu ateşin kaynağı nefs olmadığı için, aklî melekelere menfi bir tesir icra etmez. Bahsi geçen ilâhî aşk, mütemadî olunca ibadetler kesikliğe uğramaz. Abdiyyetin zirvesinde bulunan kimse, Cenâb-ı Hakk'a kulluk vazifelerinin tiryakisi olur da farzlara nafileleri ekler. Nafilelerin sayısını çoğaltarak veya zamanını uzatarak bu halin içinde kalmayı, fani hayatı ibadetin âb-ı hayatı ile câvidâni hayata teb-dil etmeyi başarmış olur.
Biz ümmetlerine daima orta yollu hareketi tavsiye eden, ifrat ve tefrit içinde bocalamaktan kurtaran Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.), "Gücünüzün yeteceği işleri yükleniniz. Bir işin hayırlısı, az olsa da, devamlı olanıdır" (2). Binaenaleyh "Dinde aşırılık yapmak-tan sakının. Sizden evvelki (ümmet) ler, ancak dinde aşırılıkları sebebiyle helâk olmuşlardır" (3). "Dininizin (teşvik ettiği işlerin) hayırlısı, en kolay olanıdır" (4) buyurmaktadır. Zira, "Allah'a göre amellerin en sevimli olanı, devamlı yapılanıdır. Velev ki az ol-sun"(5).
Kulun, kendisi gibi bir insana kul olması zelil ve sefil olmasına, şahsiyetini zayi edip esir olmasına sebep olur. Bir müminin Allah Teâlâ'ya kul olması, terakki etmesine, şahsiyet ve değer kazanmasına âmil olur. Manevî makamların bidayeti de ibadetle, nihayeti de ibadetle elde edilir. Bu fildişi kulenin içinde sakin olan velilerden Celâleddin-i Rûmî (k.s.) "Men bende şüdem, bende şüdem, bende şüdem" (Ben kul oldum, kul oldum, kul oldum" demekte; ibadetlerden aldığı zevki tekrarlamak suretiyle ifade edip perçinlemektedir
KULLUK VAZİFELERİNDE EFDALİYET ÖLÇÜLERİ
Yaptığımız işlerin hayırda ileri ve fazilette üstün olabilmesi, dinî öl-çülere uygun olmasına bağlıdır. Mühim olan cihet, mutlak mânâda bir iş yapmak değil, yapılacak amelin Allah'ın kitabına ve Resûl-i Ekrem'in sünnetine uygun olarak işlenmesidir. Terakkide sür'at, sevapta vüs'at, rızaya vuslat bu ölçülere riayet etmeye bağlıdır. Bu hususta dikkat edilmesi gereken en mühim nokta, ibadetlerin devamlılığıdır. Bu ciheti tesbit eden bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmaktadır: "Amellerin Al-lah'a (göre) en sevimlisi, az da olsa devamlı yapılanıdır" (1).
Yapılacak işlerin efdaliyet yönlerini açıklamadan önce bir hususu belirtmekte fayda mülahaza etmekteyiz. Şöyle ki: Farz olan ibadetlerin vakitle bağlantısı iki yönden olmaktadır. Birincisi, eda olunacağı vaktin girmiş olması; ikincisi, kerahet vakti içinde yapılmamasıdır. Nafile iba-detlerde kerahet vaktinde işlenmemesine dikkat gösterilmesi yeterli ol-maktadır. Zira nafile ibadetlerde genişlik ve kolaylık vardır. Meseleyi bu zaviyeden tetkikinize sunmak istiyoruz.
I- Her iki yönden vakitle ilgisi bulunan ibadetler: a) Farz namazlar:
Farz namazların sevap yönünden üstünlüğü, ilk vakti içinde yapıl-masıdır. Bu ölçüye uygun olarak eda olunan bir namaz, turfanda yetiş-miş bir mahsül gibi, ubudiyyet pazarında en yüksek bir ecre nail olma-mıza vesile olur. Ashabtan bir zat, "Amellerin hangisi daha sevimli-dir?" diye Resul-i Ekrem (s.a.v.)'den sormuştu. Şeriat ölçülerinin mü-belliği ve akılların muallimi bulunan Peygamberimiz, "İlk vakti içinde kılınan namazdır" (2) cevabını verdi.
Vakti girmesi üzerine eda olunacak namazlar, birbirine kıyas edile-cek ve fazilette daha üstün olanı araştırılacak olursa kıyamı daha uzun olan namaz hatıra gelmelidir. Namaz içinde ayakta durmanın müddeti ne kadar uzarsa o nisbette fazla Kur'ân okunmuş olur. Kitabullah'ın âyetleri ile Cenâb-ı Hakk'a niyazda bulunmak, ne kadar fazla devam ederse ibadetin makbul olma ihtimali artmış olur (3). Kâinatın biricik Efendisi Hz. Muhammed (s.a.v.)'e, "Namazların hangisi daha fazilet lidir?" diye sorulduğunda, "Kıyamı uzun olanıdır" cevabını vermiş-tir (4).
b) Farz oruçlar:
Orucun sevabını azaltacak davranışlardan son derece sakınmalı; gözleri harama bakmaktan, dili İslâm'a aykırı konuşmalardan, eli zarar-dan, fikri ve aklı yanlış düşüncelerden korumalıdır.
c) Farz olan hac vazifesi:
İhramın devam ettiği müddetçe, mahzurlu davranışlardan sakın-makla beraber, telbiyeleri şevkle ve yüksek sesle okumalıdır. Bir adam, Resulullah (s.a.v.)'a "Hangi hac şekli daha faziletlidir?" diye sormuştu. Resûl-i Ekrem (s.a.v.), "Lebbeyk (tilâvetin)de sesi yük-seltmek ve kurban kesmektir" (5) buyurdu.
d) Farz olan zekât:
Zekâtın verileceği şahsın müslüman ve fakir olma şartına dikkat etmekle beraber, öncelik hakkı bulunan fakir amca ve hala, dayı ve teyze, erkek kardeş ve kız kardeş gibi yakınlarından başlamak, daha sonra fakir komşular ile yoksul bulunan memleket halkına vermek, se-vabın artmasına ve ecrin fazlalaşmasına vesile teşkil eder. .
II- Tek yönden vakitle ilgisi olan ibadetler:
Kerahet vakitleri haricinde yapılan nafile ibadetlerde sevap ve fazi-let yönünde üstünlük; seher vakitlerinde, kandil gecelerinde, hadis-i şeriflerle değerinin üstünlüğü belirtilmiş zamanlarda ve mekânlarda ya-pılan ibadetlerin sevabı, başka zaman ve mahallerde eda edilecek kul-luk vazifelerinden üstün bulunmaktadır.
III- Vakitle kayıtlı olmayan diğer vazifeler:
Allah yolunda cihad:
Dinimizin yayılması ve yükselmesi, vatanımızın korunması ve güvenliğinin tam olarak tahakkuku için yapılacak cihadda her türlü fedakârlığı göze almaktır. Ashab-ı kiramdan Amr bin Abese (r.a.), Pey-gamber (s.a.v.)'e gelerek, "Ey Allah'ın Resûlü, cihadın hangi şekli daha faziletlidir?" diye sordu. İslâmî hikmet ölçülerinin mübelliği bu-lunan Resûl-i Ekrem, "Kanı dökülen ve (bindiği) cins atı (bile) yara-lanan kimsenin cihadıdır" (6) cevabını verdi.
İctimaî hizmetler:
İnsanların yararına olacak hizmetlerde sevap ve fazilet yönünden üstünlük, karşılıklı sevginin doğmasına ve yaşamasına yardım edecek işlerdir. Bu ölçüyü tesbit eden bir hadis-i şerif ile bilginizi belgeye bağ-lamak istiyoruz: Bir adam Allah Resûlü'ne gelerek, "İslâm'ın hangi (vazife)si daha hayırlıdır?" diye sordu. Yüce Peygamberimiz, "Ye-mek yedirmen, tanıdığın ve tanıyamadığın (her müslüman)a selâm vermendir" (7) buyurdu.
Bir âyet-i kerime meali ile mevzuumuzu sonuçlandırmak istiyoruz: "İman eden, iyi amel (ve hareketlerde bulunan, namazı(nı) kılan, bir de zekâtı(nı) veren kimseler(in, evet), onların Rableri katında mükâfatları vardır. Onlara hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olacak değillerdir" (8).
İSLÂMÎ MÜKELLEFİYETLERDE ÖLÇÜ
İnsan, birçok vazifelerle mükellef bulunmaktadır. Bu gerçeği isbata kalkışmak, abesle iştigal olur. Ancak bu vazifelerin yerine getirilmesinde dikkate alınması gereken başkaca mükellefiyetler vardır. Biz bu hususun izahına çalışacağız. "Her nasıl olursa olsun, yeter ki bir iş yapılmış olsun" anlayışından hareket etmek, yanlışa saplanmak olur. Her işin İslâmî ölçüye uygun olarak ifası, yapılacak vazifelerin makbul ve mahbub olmasına zemin hazırlar. Dikkatten uzak tutulmaması gereken cihet bu olmalıdır.
Mükellefiyetlerimizi bir sıralandırmaya tâbi tutacak olursak, iman, vazife ve ahlâk olmak üzere üç ana bölümde toplamak mümkündür. Bunlarla içiçe olan diğer mükellefiyetleri şöyle tertip ve tafsil edebiliriz:
a) Mükellefiyetten önce mükellefiyetler,
b) Mükellefiyetle birlikte devam eden mükellefiyetler,
c) Mükellefiyetlerin birbirleri ile mukayesesinde, önceliği bulunan mükellefiyetler,
d) Yapılan vazifenin makbul ve mahbup olması için dikkat edilmesi gereken mükellefiyetler.
Kur'ân-ı Kerim'in âyetlerinde ve hadis-i şeriflerde emir sîgası ile getirilen mükellefiyetler, ciddi bir incelemeye tâbi tutulacak ve tefekkür süzgecinden geçirilecek olursa, "iman" etme vazifesi, diğerlerinden ön-de gelmektedir. Ashabtan Cündüb bin Abdillah (r.a.) meseleyi şu ifadeleri ile gün ışığına çıkarmaktadır: "Biz, yetişkin güçlü delikanlılar ola-rak Resulullah ile beraberdik. Kur'ân (okumay)ı öğrenmeden önce iman(ın esasların)ı öğrendik. Daha sonra Kur'ân'ı öğrendik de onun ile iman yönünden (bilgimizi) artırdık" (1).
Bu lâzımeye dikkat ve riayet edilmeyecek olursa yapılacak iş, Al-lah katında makbul olmaz. Bu gerçeği matematikle ilgili bir misalle perçinlemek istiyoruz. Sıfırların ifade edeceği değer, önündeki rakama gö-redir. Birden dokuza kadar olan sayılardan biri sıfırın önünde bulunmazsa, ne kadar çok sıfır olursa olsun, hiçbir değer ifade etmez. Bun-ların yanyana dizilmesi, alt alta sıralanması veya yığın halinde bulunması neticeyi değiştirmez. İman sıfırların önündeki rakam gibidir. Kul-ların yapacakları işler, bu cevherin bulunması ile kıymet ve değer kazanır. Aksi halde yapılan işlerin Allah katında bir kıymeti olmaz.
İslâm dininin getirdiği iman mükellefiyetini kabule yanaşmayan kimselerin, yapacakları işlerin değersizliği, bir âyet-i kerimede şöyle açıklanmaktadır: "O küfr edenler (e gelince), onların amelleri, dümdüz ve engin göllerdeki bir serab gibidir ki, susayan onu bir su sanır. Nihayet o, buna vardığı zaman onu bir şey olarak bula-mamıştır..." (2). "Rablerini küfrü inkâr edenlerin misali şudur: Yaptıkları işler, fırtınalı bir günde rüzgârın şiddetle savurduğu bir küle benzer. Kazandıklarından hiçbir şeyi ellerine geçiremezler. İşte bu, (Hak'dan) uzak sapkınlığın tam kendisidir" (3).
İslâm dininin emrettiği "iman"ın makbul ve sahih olmasında üç şart vardır:
a) İman, yeis halinde bulunurken kabul edilmiş olmamalıdır.
b) İtikadî esasları tasdik eden kimse, zarurâtı diniyyeden bir şeyi inkâr veya tekzib alâmetlerinden bir şeyi ihtiyar etmemelidir.
c) Dinî hükümlerin cümlesini güzel görüp, hiç birinin ifasında inat ve kibre dayalı direnme göstermemelidir.
İslâm dini ile müşerref olmak isteyen bir şahıs, öldürülmekten kork-tuğu veya hayattan ümidini kestiği için değil, düşünüp karar vermesi sonunda severek ve kendi rızası ile İslâm dinini kabul etmiş olacaktır.
(b) şıkkındaki şarta nazaran, farziyyeti kesinlikle malum olan şer'î bir hükmü inkâr eden veya puta tapmak, boğazına istavroz yahut beli-ne zünnar bağlamak gibi tekzib alâmetlerinden birini kendi ihtiyarı ile benimseyen kimse derhal kâfir olur (4).
(c) şıkkında görülen şarta nazaran, namaz ve oruç gibi bir emr-i ilâhîyi çirkin görse veya göstermeye kalkışsa, yahut Cenâb-ı Hakk'ın emrine muhalefet kasdı ile bir hükm-ü şer'îyi terk veya nehyedilen bir şeyi irtikap etmekte inat ve ısrar etse, imanın sıhhatinin şartlarına ria-yet etmediği için, mümin olarak isimlendirilemez.
Firavun, suda boğulacağını yakinen anladığında "İnandım. Hakikat İsrailoğullarının iman ettiğinden başka Tanrı yokmuş. Ben de müslü-inanlardanım" dedi ve fakat bu, ye'se dayalı bir inanma olduğu için makbul olmadı ve kendisine "Şimdi mi (iman ediyorsun?)! Halbuki sen bundan evvel (ömrün boyunca) isyan etmiş ve daima fesatçı-lardan olmuştun" (5) denilerek ikrarı reddedilmişti. "Bizim azabımızı gördükleri zaman onların yapacakları iman kendilerine fayda ve-recek değildi" (6) âyet-i celilesi de bunu teyid etmektedir.
Esasen mümin olup da imanını kemâl derecesine ulaştırmak iste-yen kimselerin dikkat edeceği hususlar, imanın kuvvet ve nurunu artı-ran şeylerdir. Bu hususu bir hadis-i şerif ile vesikalandırmak istiyoruz: "İmanın üstünlüğü(nü gösteren) hasletler dörttür: (İlâhî) hüküm için sabretmek, kadere rıza, tevekkül için (gerekli) ihlâs ve Rabbi(nin emirleri)ne teslimiyet (göstermek)tir" (7). Diğer bir hadis-i şe-rifte de şöyle açıklanmaktadır: "(Şu) üç (şey) kimde (toplanmış) olursa imanın tadını (kalbinde) bulur: Allah ve Resûlü ona başka-larından daha sevimli olmak; bir kimseyi sevecek olursa ancak Allah için sevmek ve küfre dönmekten, ateşe atılacakmışcasına hoşlanmamaktır" (8).
Mükellefiyetlerin sıralandırılmasında dikkate alınması gereken hu-suslara gelince, yapılacak vazifelerin farz ve vacip olanlarını nafileler-den önce yapmaya büyük bir dikkat ve riayet göstermek, akla ilk gelen misaldir. Bir müslüman, ödenmemiş ve üzerinde kalmış bir zekât borcunu ifâ etmeden, nafile sadaka vermeye özenmemelidir. Zira Allah'ın emrini ihmal ederek verilen nafile bir sadaka, nefsanî bir hevesten kay-naklanmaktadır. Bu noktada hatırda tutulması gereken kıstas, verilen nafile sadakanın sayı çokluğu değil, kulun Allah Teâlâ'ya saygısının çokluğudur.
Oruç tutulması haram olan bayram günlerinde birçok oruç tutmak-tan, aile efradı ile veya dostlarıyla oturup bir öğün yemek yemesi daha hayırlıdır. Zira bayram günü yenilecek taam, Cenâb-ı Hakk'ın tahsis et-tiği ziyafeti kabullenmek olur. Oruç tutmak ise nefse tebeiyyettir. Yapı-lan işin değeri, şu veya bu iş olmasına göre değil, şeriat ölçülerine uy-gun bulunmasına bağlıdır.
Mükellefiyet içinde mükellefiyete misal olarak "nafile ibadetlerde gizliliğin lüzumu"nu gösterebiliriz. Kişi farzlar ve vaciblerle borcunu öder, nafile ile terakkinin burcunu örer. Manen yükselmek isteyen kim-se enaniyeti silmek, "vâdi-i hiç" de hâk ile yeksan olmak zorundadır. Her yönde Cenâb-ı Hakk'ın kemâlâtını ve tecelliyâtını müşahede eden bir müslüman, kendi benliğini gözünden ve gönlünden silmedikçe manevî terakkiye ulaşamaz. "Dinî (vazifeleri)ni ihlâs ile yap. Az bir amel (de olsa) sana yeter" (9) hadis-i şerifi, bu mühim noktayı tesbit etmektedir.
Amellerin değerleri, halis bir niyyetle yapılmasına bağlıdır. Meselâ, sıcak bir havada serinlemek için camiye giren kimse ile vakit girmeden önce camiye gelmiş ve namaz vaktini bekleyen kimsenin işleri arasın-da tam mânâsı ile bir benzerlik olduğu halde, netice bakımından büyük bir fark vardır. Şöyle ki: Serinlemek için camide oturan "hava" alır; na-mazı gözetlemek için oturan "deva" ve "sevap" kazanır. Bu derece bü-yük fark, niyyetlerin değişik olmasındandır.
Mükellefiyet içinde mükellefiyet, toplum hayatında ve bilhassa İslâmî tebliğatta zaruri bir hal almaktadır. Kendilerini Allah yoluna da-vet edeceğimiz şahıslar, İslâmiyetle alâkası bulunmayan bir topluluk ise, önce imanla ilgili vazifeyi tebliğ, daha sonra bedenî vazifeleri öğretme, onun peşinden malî mükellefiyetleri talim etme yolu takip edil-melidir.
Muallimü'l-ukul ve mürebbî-i vicdan olan Peygamberimiz Hz. Mu-hammed, Muaz bin Cebel'i Yemen'e vali olarak gönderirken, yapacağı tebliğin esaslarını şöyle açıklamıştır: "Sen, (ekserisi) ehl-i kitabtan bulunan bir topluluğa (âmir olarak) gidiyorsun. Onları (önce) Al-lah'tan başka hiçbir Tanrı bulunmadığına, benim de Resulullah ol-duğuma şehadet etmeye çağır. Şayet onlar bu hususta (sana) ita-at gösterirler ise, her gündüz ve gecede, Allah'ın onlar üzerine beş vakit namazı farz kıldığını kendilerine bildirirsin. Eğer bunda da (sana) itaatkâr davranırlarsa, zenginlerinden alınıp fakirlerine verilecek sadakayı (zekâtı) Allah Teâlâ'nın onlar üzerine farz kıldı-ğını kendilerine bildirirsin. Şayet onlar bu hususta da sana itaat ederlerse, onların mallarının değerlilerini almaktan çekinmelisin. Zulme uğratılmış kimsenin ilenmesinden sakın. Muhakkak ki onun (duası) ile Allah arasında bir perde yoktur" (10).
Şayet müslüman bir cemaate hitap edecek isek, tavsiye edeceği-miz işi muhatabımızdan önce kendimiz yapmaya çalışmalıyız. Onlarla konuşurken engin bir musamaha ile ve son derece sabırlı olarak hare-ket etmeliyiz.
İnsanın fikrî ve ruhî yapısının, fizikî bünyesi gibi, tedricî bir tekâmüle tâbi bulunduğu hatırdan çıkarılmamalıdır. Bu ciheti dikkatten uzak tutan kimsenin sözü doğru ve konuşma tarzı edebî üslup ile olsa bile, usül hatasına düştüğü için, arzulanan neticeyi elde edemez. Kar-şımızdaki insanın ruh ve fikir yapısı, iman ve irfan tohumlarını atmaya müsait hale gelmeden önce hazmı zor ve idraki güç mevzuları konuş-mak, onun üzerinde beklenen tesiri icra edemez. Çorak bir araziyi andıran mizaçtaki bir insanı, feyizli konuşmalarla yapılacak tebliği kabul etmeye müsait bir hale getirmeden hemen tebliğata başlamak ters tepkilere yol açar.
Kur'ân-ı Kerim'in getirdiği yasaklamalar, hep kademeli ve tedrici olarak gelmiş bulunmaktadır. Bir misalle meseleyi müşahhas hale ge-tirmek istiyoruz. Sarhoşluk verici içkileri kesin olarak yasaklayan Maide Sûresi'nin 90 ve 91. âyetleri, en son indirilmiştir. Ondan evvelki âyetler ise, tedricî bir şekilde içki ve kumarın zararına dikkat çekici olarak be-yanlar getiriyor ve halkın içkiye olan nefretini artırmaya yönelik bulunuyordu.
Faizin haramlığını bildiren âyeti celileleri aynı yönden incelediği-miz zaman açık olarak görüyoruz ki, ribâ ve tefecilik, peygamberliğin yirmi üçüncü senesi içinde yasaklanmıştır. Cahiliyet devrinde çok yay-gın bulunan faiz alıp vermekten halkın umumunu çekebilmek, ancak iman zevkînin maddî menfaata düşkünlüğün üzerine çıkması ile mümkün olacaktı. Özlenen ve gözlenen bu vasat doğunca, önce mürekkeb faiz, daha sonra mutlak mânâda riba muamelesi haram kılındı (11).
Bu yasaklama, bilfarz, İslâm'ın ilk yıllarında gelmiş olsaydı menfa-atına son derece düşkün bulunan ve henüz imanda kemâl derecesine ulaşamayan kimseler, yapacakları tercihte yanılabilirler ve parayı manevî değerlerden üstün tutarak İslâm sarayının kapısından içeri girmekten çekinirlerdi. Tedricîlik esası üzerine müesses bulunan birçok mükellefiyetler, taraf-ı ilâhîden gelen yasaklamaları ferdlerin kabulünü kolaylaştırmaktaydı.
İslâm'ı insana öğretmeye çalışırken, kitabullahı ibadullaha açıklar-ken, bu ölçülere göre hareket etmenin rıza-i ilâhîyi kazanmaya ve insanları irşad etmeye vesile olacağı inancındayız
DUADA ÖLÇÜ
Dua, kulun Cenab-ı Hakk'a ubudiyetini arzetmesi ve O'ndan dünya ve ahiretle ilgili dilekte bulunmasıdır.
Dua, kişinin Allah'a kul olduğunu idrak etmesi ve bu inancını ilâhi huzurda itirafta bulunmasıdır.
Yüce Rabbimize dua etmemek, tefrit bataklığında bocalamak ve kendini Allah'ın yardımından müstağni saymak olur. Bu sebeple, "Kim Allah'tan istekte bulunmazsa Allah ona gadap eder" (1). Duada ifrat hareketleri ise bağırıp çağırmak, edebî üslup ile dua edeceğim diye Hakk'a yakarmanın edeblerini ihmal etmektir. Yüce Peygamberimiz "Yakında duada haddi aşan bir topluluk türeyecek. (Onlar gibi olmayın)" (2) hadisi şerifi ile bizleri uyarmaktadır.
Hak Teâlâ hazretlerine yapılan dua, dinî ölçülere uygun olarak yapılırsa, -inşaallah- kabul olunur. Allah Resûlü'nün hadisleriyle açıklanan ölçüleri başlıca dört esasta toplayabiliriz. Şöyle ki:
1) Duada ellerin açılış ölçüsü,
2) Duada dilin yakarış ölçüsü,
3) Duada kalbin Hakk'a yöneliş ölçüsü,
4) Duanın son bulmasında uygulanan sünnet ölçüsü.
Şimdi bunları sırasına göre açıklamaya çalışalım, Dua sırasında ellerin uçları omuz hizasına kadar kaldırılacaktır. Bu usül, Resûli Ekrem'in dua ediş şeklidir. Zira O, "Duada ellerini kaldırdığı zaman, ellerinin içini yüzüne doğru çevirirdi" (3). Efendimizin biz ümmetlerine bu husustaki tavsiyesi, "Allah'tan (bir şey) istediğinizde avuçlarınızın içleri ile isteyiniz" (4) hadis-i şerifinde açık ve seçik olarak görülmektedir.
Duaya "Sübhâne Rabbiye'l-aliyyi'l-ale'l-vehhâb" diyerek başlamalı, Allah'a hamd edip Resulullah (s.a.v.)'e salât-ü selâm okumalıdır. Zira hamd, duanın başı, salevât-ı şerifeler ise kanadıdır.
Âlemlerin Rabbine yakarışta ihlâs ve samimiyet göstermeliyiz. Çünkü ihlâs, duanın canı mesabesindedir. İhlâstan mahrum kalan dualar, ruhsuz ceset gibidir. Peygamber (s.a.v.), "Kabul olunacağına yakinen inanmış bir halde dua edin. Gafil kalbten (kopup gelen) hiçbir duayı Allah'ın kabul etmeyeceğini (iyi) bilin" (5) buyurmaktadır.
Bir de dua sırasında Allah Teâlâ'ya güvensizlik mânâsını sergile-yen bir söz sarfetmemeli ve isteğimizin hemen kabul edilmesine ve karşılığının bu dünyada verilmesine dair bir arzuya kapılmamalıdır. "Dua ettim de kabul olunmadı" diyerek güven hissini sarsmadıkça, isteğinin hemen verilmesi hevesine kapılıp sabırsızlık yapmadıkça du-amızın kabul olunacağı Resulullah (s.a.v.)'in dili ile müjdelenmiş bulun-maktadır (6).
Bir mü'min kendi yaptığı duaya da "Amin" demelidir. "Şayet bir dua amin lafzı ile son bulursa o kimseye cennet vacip olur" (7).
Bir de dua son bulunca ellerimizle yüzümüzü mesh etmeliyiz. Çünkü Hakk'a açılan ellere feyiz ve bereket indirilir.
Yüce Rabbimize olan yalvarmalarımızda değerli zamanları ve ulvi mekânları araştırmalıdır. Duaların bu gibi vakitlere tesadüf etmesi kabulünü çabuklaştırır. Aşağıda belirtilecek zamanlara erdiğimiz veya ulvî mekânlara girdiğimiz zaman dua yapmayı ihmal etmemelidir. Rabbimize olan yakarmalarımızın kabulüne sür'at kazandıran zaman ve mekânları şöyle sıralayabiliriz:
a) Gecenin son yarısı olduğu vakit,
b) Ezanın okunduğu sırada,
c) Namaz için ikamet olunduğu zamanda,
d) Ezan ile kamet arasında kalan zamanda,
e) Farz namazların peşinde gelen zamanlarda,
f) Kâbe-i Muazzama'yı gördüğümüz ilk anda,
g) Secde halinde bulunurken, h) Cuma gününde,
i) Kalbin üzgün bulunduğu hüzünlü dakikalarda, k) Yağmur yağdığı sırada,
i) Harpte, iki tarafın birbirine hücuma kalktığı sırada. m) Horozun öttüğü -bilhassa seherdeki- zamanlarda,
n) Müsafir olduğumuz sırada (hane sahibinin lehine dua yapacağmız vakitte),
o) Zulme uğradığımız vakitlerde,
p) Huzurumuzda bulunmayan bir kimsenin lehinde dua yapacağı-
mız sırada,
r) Peygamber Efendimizin mescidinde ve bilhassa Ravza kısmında bulunduğumuz zamanlarda,
s) Kâbe-i Muazzama'nın mültezim mevkiinde,
t) Makam-ı İbrahim'de,
u) Arafat'ta,
v) Müzdelife'de,
y) Mina'da,
z) Mescid-i Aksa'da...
Gecenin yarısı, ilâhî tecellilerin dalgalandığı, gök kapılarının açılıp manevî rahmetlerin saçıldığı bir zamandır. Ezan ve kaametlerin okun-duğu ve namazların eda olunduğu sıralar, Rabbimizin rızasının kulları-na yöneldiği vakitlerdir. Harbin kızıştığı dakikalar, İslâm mücahîdlerinin maddeden sıyrılıp mânâya yöneldiği ve faniden vazgeçip ebedî bir ha-yata göç etme hazırlığına geçtiği zamanlar, duaların makam-ı icabete yol bulduğu vakitlerdir. Yağmurun yağdığı zaman, ilâhî rahmetin kâinatı kuşattığı değerli bir vakittir.
Horoz, melekleri gördüğü zaman öter. Böyle bir zaman duanın kabulüne vesile olacak bir vakittir. Kalbin mahzun olduğu dakikalarda kişi halktan uzak ve hakka yakın olur. Dualar her zaman kabul olunabilir. Fakat belirtilen zamanlarda veya mekânlarda yapılacak niyazlar reddolunmaz.
AKRABALIK MÜNASEBETLERİNDE ÖLÇÜ
İçinde yaşadığımız cemiyette fertlerin birbirlerine karşı birçok vazifeleri vardır. Bunların başında, soy itibarıyla birbirinin yakını olan kimselerin karşılıklı alâka ve münasebetleri gelmektedir. Bu vazifelerin zamanında ve tam olarak yapılması, akrabalık münasebetlerinin ahenkli bir şekilde yürümesine yardımcı olur. Bu sebeple bir âyet-i kerimede "Hısıma, yoksula, yolda kalmışa hak(lar)ını ver. (Malını) israf ile saçıp savurma" (1) buyrulmaktadır.
Kişinin soyca yakınları bulunan kimseler, benliğinin bir parçasıdır. Damarlarında dolaşan kanda, vücudundaki et ve kemiklerde onlarla bir benzerlik ve ortak taraflar vardır. "Bir adamın amcası babasının bir çatalı (aynı köke bağlı bir parçası)dır" (2). "Teyze(si) ana mevkiindedir" (3). Bu ifadeler içinde mânâ ve mahiyeti ifade edilen akrabalık münasebetleri, tahminlerin üzerinde bir ehemmiyet taşımaktadır. Bu hizmetlerin yerine getirilmesi, bir yönü ile, kendimize hizmet etmek gibidir. Zira onlar bizim bir cüz'ümüz sayılmaktadır.
Akrabalık münasebetlerinin karşılıklı bir sevgi ve anlayış içinde yerine getirilmesi, arzulanan en güzel şekildir. Bu münasebetler, bazan tek taraflı, bazan da iki yönlü olarak bozulmaktadır. İki taraflı olarak kopan hısımlık bağlarının düzeltilmesi, müslümanların arabuluculuk yapmasına ve şefaatte bulunmasına ihtiyaç gösterir. Tek yönlü bir ihmal meydana geldiği zaman, imanı bütün ve Allah korkusu tam olan kişi, suçlu olan hısımı ile alâkasını kesmemeli ve ona yardımcı olmalıdır.
Akıllara en doğru yolu gösteren Resuli Ekrem, "Seni (nle alâkasını) kesen (kimsey)e münasebetlerini devam ettir. Sana kö-tülük yapana iyilikte bulun. Aleyhine olsa bile (onlara) hakkı söyle" (4). O, sana zarar yapsa bile sen ona ikramda bulun. Zira "Sadakanın faziletçe en üstünü, gizli düşman olan akrabana verdiğin sadakadır" (5) buyurmaktadır.
Karşılıklı olarak hediyeleşmeler, hoş ve güzeldir. Fakat yapılmış bir iyiliğe mukabele etme nezaketinden kaynaklanmaktadır. Esasen makbul olan ve o nisbette de zor bulunan iş, kötülük yapan akrabaya iyilikte bulunmaktır. Cihanın biricik insanlık örneği Hz. Muhammed (s.a.v.), bizleri uyarmakta ve "İyiliğe karşılık (hısımlara) iyilik ve zi-yarette bulunan, (kâmil) bir sıla yapmış değildir. Bunu hakkıyla yapan, kendisi ile akrabalık (bağları) kesildiği zaman münasebet-lerini devam ettirendir" (6) buyurmaktadır.
İnsanlığın en asil örnekleri İslâm'da, İslâm'ı en güzel yaşama faaliyeti insandadır. İnsanî münasebetleri kemal derecesine çıkardığımız zaman İslâm'ın yücelmesine hizmet etmiş ve dolayısıyla kendimizi yüceltmiş oluruz
BEŞERÎ MÜNASEBETLERDE ÖLÇÜ
İnsanlar arasındaki münasebetleri en sağlam esaslara bağlayan İslâm, din kardeşlerimizin menfaat ve saadetlerini şahsi çıkarlarımıza tercih etmeyi ve "Evvela canan sonra can" ölçüsü ile hareket etmeyi teşvik etmiş bulunmaktadır. Bu yüksek fedakârlık, kemâle ermiş bir iman ve eğitimle alâkalıdır. Bu sebeple ferâgat anlayışı her insanda aynı seviyede değildir. Bu vakıayı dikkate alan yüce Peygamberimiz, "Nefsin için sevdiğini insanlar için de sev" (1) buyurmuştur.
İnsanlara karşı faydalı olup onlardan faydalanmayı düşünmemek, halkın hayrına çalışmayı şiâr edinen kimseler için bir prensip olmuştur. Bu yüce haslete gönül vermiş bir şairimiz, idealleştirdiği ferağat ölçüsünü şu beyti ile ifade etmiştir:
Tasavvuf yâr olup bâr olmamaktır, Gül, gülzâr olup hâr olmamaktır.
Mü'min; bu ölçüye sadık kalmayı kendine vazife edinirse, Hakk'ın ve halkın rızasını kazanmayı başarmış olur.
Beşerî münasebetlerde halkın ilmini ve ictimâî mevkiini dikkatten uzak tutmamalıdır. Bu ölçüye riayet gösterenler, insanların kalbini kazanmakta büyük bir başarı göstermiş olurlar. Bu ince nezaket kaaidesine ve hikmete işaret eden bir hadis-i şerifte "Dünya (malın) da perhizkâr ol ki Allah seni sevsin. Halkın elinde olana gönül bağlama ki; onlar seni sevsin" (2) buyrulmaktadır.
İyiliğe karşı iyilik yapmak güzel bir davranıştır. Unutmamalıdır ki bu, yapılan iyiliğe mukabele olmaktadır. Hüner hiçbir karşılık beklemeden iyilik yapabilmekdir. Bundan daha ileride bir asalet aranırsa, kötülük yapanlara bile iyilikte bulunmalıdır. İmanda kemâle, fazilette yüksek bir dereceye sahip olanlar, bu hasleti hayatlarının değişmez prensibi haline getirmişlerdir. Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.), bizlere şu tavsiyede bulunmaktadır: "(Hastalığında) sana geçmiş olsuna gelmeyene sen git. Sana hediye vermeyene sen hediye götür" (3).
ARKADAŞLIK MÜNASEBETLERİNDE ÖLÇÜ
İnsanlar; bazı kimseleri arkadaş edinmek ve onlarla samimiyet kurup hayatî meseleleri kendileri ile müzakere etmek, keder ve sevincini onlarla paylaşmak ister. Bu istek, tabiî olduğu kadar fıtrî bir arzudur. Tesis edilen arkadaşlığın sarsıntıya uğramadan devam edebilmesi,islâmî ölçülere uygun olarak kurulmasına bağlıdır. Bahsi geçen ölçüleri şöyle sıralayabiliriz:
a) Arkadaş olarak seçtiğimiz kimse, sağlam bir imana sahip olmalıdır. İnancı olmayan veya itikadı zayıf bulunan şahıslar, kişinin imanını sarsıntıya uğratıp yanlış yollara sevk ederler. Bu noktada bir şairimiz şöyle uyarıda bulunmaktadır.
Mizana vur görüştüğün ihvânı iptidâ, Rehber zannettiğin rehzen olmasın!
b) Dostluk yaptığımız kimselere hayırlı davranışlar içinde olmalıyız; kendimiz için sevip arzu ettiğimiz şeyleri arkadaşlarımız için de is-temeliyiz.
c) Arkadaşının başına gelen bir felaketten dolayı sevinç duymamalıdır. BU yakışıksız hareket, sahibini gözden düşürür ve dostlarının yanında itibar kaybına sebep olur.
d) Arkadaşların zahmetlerine severek katlanmalıdır. Başarmakta güçlük çektikleri işleri olursa görüvermeli; kederli ise derdini dinleyip açılmasına çalışmalıdır. Zira dostlukta hüner, sayıyı değil saygıyı artırmaktır.
e) Taşrada olan arkadaşlarımızla mektuplaşmalı, bayramlarda tebrik yollamalı ve gelip gidenlerle selam göndermelidir. Bu gibi yazışmalar, az da olsa, insanlara kavuşma hazzı verir ve dostlukları kuvvetlendirir.f) Arkadaşlık yaptığımız kimselere sadık bir dost olmalıdır. Onun kusurunu başkalarının yanında açıp aleyhinde konuşmamalıdır. Çünkü yârdan ağyâra şikayet, dostluğa gölge düşürür.
g) Kişi, dostlarına ağırlık vermemelidir. Her zaman onlara "Yâr" olup, "Bâr" olmamalıdır. Sevginin kuvvetlenmesinin bir şartı da arkadaşlarımıza ağırlık vermeyi terk etmektir.
h) Onlar hakkında hüsnü zan beslememeli, gözümüze ilişen eksik bir hal olursa münasip bir şekilde tevil etmelidir. Zira zan, nefisten kaynaklanan haberlerin en yalan olanıdır.
i) Arkadaşlarımızın maddi varlıklarını asla kıskanmamalı ve onlardaki nimetin devamlı olması için Cenâb-ı Hakk'a dua etmelidir. Çünkü haset, Allah'ın taksimine razı olmama ve o nimeti arkadaşımıza layık görmeyip kendisinin olmasını isteme mânâsına gelir.
j) Onlara karşı güler yüzlü, tatlı sözlü olmalıdır. Zira güler yüzlülük, kalpleri birbirine rabteden bir bağdır.
k) Arkadaşına olan samimi sevgisini bir defaya mahsus olmak üzere, haber vermelidir.
Sözlerimizi bir hadis-i şerif meâli ile noktalayalım: "Bir adam, arkadaşının dini üzerinde (hareket edecek) dir. Biriniz kiminle dost olacağına (iyi) baksın" (1).
İSTİZÂNDA İSLÂMÎ ÖLÇÜLER
Bir şahsın evine veya odasına gireceğimiz zaman, İslâmî edebe uyarak izin almak zorundayız. Ancak hane halkı tarafından müsade edilirse içeri girebiliriz. Aksi halde geri dönmek mecburiyetindeyiz. Bu muaşeret kaidesine "İstizân" adı verilmektedir. Bir âyeti kerimede bu hususla ilgili mükellefiyetimiz şöyle açıklanmaktadır: "Ey iman edenler! Kendi (ev ve) odalarınızdan başka (evlere ve) odalara, sahipleriyle alışkanlık peyda etmeden ve selam da vermeden girmeyin. Bu sizin için daha hayırlıdır. Olur ki iyice düşünür (hikmetini idrak eder) siniz" (1).
Başka bir kimsenin mülküne izin almadan girmek, gasp kabilinden bir tecavüz olacağından, hem beşerî hukuk yönünden yasak hem de dinî esaslar müvacehesinde haramdır. Böyle bir sorumluluk altına girmek istemeyen müslüman, şu ölçülere dikkat ve riayet ederek izin istemelidir:
a) Bir şahsın evine geldiğinde kapıya dönük durmamalıdır:
Ziyaret ve sair sebeplerle bir eve gelen kimse, ya sağını veya sol tarafını kapıdan tarafa getirmeli, yüzünü dönmemelidir. İzin isteme mecburiyetinin hikmeti, ev halkının hoşlanmayacağı bir mahremiyetinin görülmesi endişesinden kaynaklanmaktadır. İnsan, kendi evinin içinde öyle bir halde bulunabilir ki, kimsenin kendisini o durumda görmesini istemez. Bu sebeple evine gelen kimsenin zile basıp izin istemesini bekler ve mahremiyetinin kimse tarafından görülmemesini is ter.
b) Kapıyı tıklatarak veya zile basarak gelişinden ev halkını haberdar etmelidir:
Bu yolla izin talebi, en fazla üç defa tekrarlanabilir. Birincide, gelen sese kulak verirler; ikincide, hazırlanırlar; üçüncüde, ya izin verirler veya o şahsi geri çevirirler. Resûl-i Ekrem (s.a.v.), "(Evlere girmek için) izin talebi, üç defadır. Eğer sana izin verilirse (girersin). Aksi halde geri dön (üp gidersin)" (2) buyurmaktadır.
c) İzin talebinde bulunacağında önce selam vermelidir:
Selam, kelâmdan öncedir ve "selâmet dileği" ifade eden bir duadır. Bu sünnete riayet ederek izin talebinde bulunan kimseye Mevlâ'nın bâbı füyûzâtı ve tıklattığı kapı açılır. Bu yolda yürüyecek olan kimse, "Selâmün aleyküm, girebilir miyim?" demeli (3), "Buyrun" veya "Giriniz" diye izin verildikten sonra içeri girmelidir.
Bu gibi meşru işler yerine getirilirken hane halkı toparlanmış, kapı önündeki şahıs da "Boş yere dakikalarca bekletildim" veya "Gerekli ilgiyi görmedim" diye yanlış bir kanaata saplanmamış olur.
d) İçerden "Kim o?" denildiğinde "Ben, falanım" diye adını söyle-melidir:
Sadece "ben" şeklindeki cevap, mübhemiyeti kaldırmaz. Adımızı ve ev halkınca bilinen sıfatımızı belirterek şahsımızı tanıtmalıyız. Ashâbtan Câbir bin Abdullah naklediyor: "(Huzuruna girmek için) Resûlüllah (s.a.v.) den izin talebinde bulundum. İçeriden "Kim o?" de nildi. "Ben" şeklinde cevap verdim. Resûl-i Ekrem (s.a.v.), bu cevaptan hoşlanmamışcasına:
-"Ben, ben" diye söylendi (4).
e) Ev halkı da birbirinin odasına haber vermeden girmemelidir:
Hane halkı, birbirinin odasına gireceğinde ya kapıyı tıklatarak veya öksürerek geldiğini haberdar etmeli; içeriye ansızın girmemelidir. Kişinin kendi mülkünde bile böyle davranması, hareketlerin İslâmî edeblere göre tanzim arzusundan doğmaktadır. Bunları umursamamak ve kendi kafasına göre hareket etmek dînen yasaklanmış bulunmaktadır.
Cenâb-ı Hak, bu hususta bizi uyarmakta ve "Ey iman edenler! Sağ elinizin mâlik olduğu (köle ve câriyeler) bir de sizden olup da henüz bülûğ çağına girmemiş (küçük) ler (şu) üç vakitte; sabah namazından önce, öğle sıcağından (bunalıp) elbisenizi çıkardığınız zaman, bir de yatsı namazından sonra (odanıza girecek olur-larsa) sizden izin istesin (ler. Bu) üç (vakit) sizin için avret ( ve halvet vakitleri) dir..." (5).
YİYİP İÇMEDE İSLAMİ ÖLÇÜLER
İnsan, hayatını devam ettirebilmek için, yiyip içme zorundadır. Kişi bu ihtiyaçtan kendini uzak tutamaz. Şu ciheti kesinlikle ifade edebiliriz ki, yiyip içme hayatın gayesi değil, ancak yaşamanın vasıtasıdır. Bu iki mefhumu birbirinden ayırt edemeyen kimseler, vasıtayı gaye haline getirip midesinin kölesi olmuşlardır.
Vücudun kuvvetini sarsacak ve ibadetleri ifâ etmeyi engelleyecek kadar az yemek, sağlığımızı korumayı ihmal olacağından, tefritte bocalamak olur. Aşırı derecede yemeye düşkünlük, oburluk ve ifratta yanılmaktır. Akla ve hikmete uygun olan israfa kaçmadan yiyip içmektir.
Yüce Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.), hayatı boyunca günde bir öğün yemek ile yetinmiştir. Ancak biz ümmetlerine olan engin merhameti sebebiyle ve bir müsaade olmak üzere, ömründe bir defaya mahsus olarak iki öğün yemiştir. Müminlerin annesi Hz. Aişe (r.anha), "Resulullah'ın hane halkı, O'nun ruhu kabz olunasıya kadar, bir günde iki defa arpa ekmeğinden karnını doyurmamıştır"
diyerek bu hakikati teyid ve tesbit etmektedir.
Perhizkârlık, rahat ve sıhhati; oburluk zahmet ve meşakkati davet eder. Kur'ân-ı Kerim'in "yeyin, için" müsaadesinin peşinde gelen "israf etmeyin" uyarısı, ölçekle değil, ölçü ile yemeyi ihtar etmektedir. Aklımıza gelen her şeyi ve önümüze konulan her yiyeceği değil, helâl ve hoş olanı, şüpheden uzak bulunanı dinî ölçülere uygun düşecek tarzda yemelidir.
Yiyip içmekle ilgili İslâmî edebleri ve ölçüleri şöyle ifade edebiliriz:
a) Yemeğe başlamadan önce besmele çekmek:
Besmele, şeytanların soframıza sokulmasını ve yiyeceklerimize ortak olmasını önleyen manevî bir silahtır. Bu silahı çekerek yemeğe oturursaK, şeytan sofraya yaklaşamaz. O, bu mahrumiyetin verdiği teessürünü, emri altındaki taifeye şöyle ilan eder: "Burada sizin için durak ve yiyecek yoktur" (1).
Yemeğe başlarken besmele çekmeyi unutan bir müslüman, ihmalini hatırladığı zaman, "Bismillâhi evvelehû ve âhirah - Evveline de sonuna da bismillâh (ir-rahmânirrahim)" demelidir (2).
b) Yemeği sağ elle yemek:
Sağ el, hayırlı işlerde; sol el, kirli meşguliyetlerde kullanılmalıdır. Resûl-i Ekrem (s.a.v.), küçük yaştaki üvey oğlu Ömer bin Ebu Seleme'ye "Ey oğulcağızım! (Sofraya) yaklaş. Besmele çek, sağ elinle ve önünden ye" (3) tenbihinde bulunmuştur Şeytan, yiyip içtiği şeylerde hep sol elini kullanır (4). Onunla müşterek bir tarafımızın ve davranışımızın olmaması, şeytanın hareketlerini taklitten sakınmakla mümkündür. Tabaktaki taam, et ve börek gibi bıçakla kesmeyi gerektiren cinsten ise, önce bıçağı sağ elimize alıp küçük parçalar halinde bölmeli, sonra sağ elimizle yemeye başlamalıyız. İslâmî bir edebi, ithal malı bir görgüye feda etmemeliyiz.
c) Sofrada kendi önünden ve kabın kenarından yemek:
Bunun sebebine gelince, "Bereket, yemeğin orta kısmına iner (ve kenarlara doğru dağılır), Binaenaleyh yemeğin (konulduğu ça-nağın) kenarından yiyiniz, ortasından yemeyiniz" (5) buyrulmaktadır.
d) Toplu halde ve aynı kaptan yemek:
Sofrada bulunanların eli pis, ağzı içkili değilse ve kendilerinde bulaşıcı bir hastalık yoksa, toplu halde yemek sünnettir ve azimettir. Zira cemaat halinde yapılan işlerde rahmet ve bereket vardır. Dağınık yemekte bu berekette azalma olur. Bu hususu gün ışığına çıkaracak bir haberi burada tekrarlamak istiyoruz. Ashab-ı kiram, yedikleri halde doymadıklarından bahsedince Resulullah (s.a.v.), "İhtimal ki ayrı ayrı yiyorsunuz" buyurdu. Onlar da "Evet" dediklerinde, "Yemeğinizi topluca yiyin, Allah'ın adını anın. Sizin için o yemekte bereket halk edilir" (6) buyurdu.
e) Yemeğin sonunda Allah'a hamd ve dua etmek:
Bu sünnetin tatbikine yardımcı olmak için, Peygamber (s.a.v.)'in yaptığı bir duayı buraya aktarıyoruz: "Elhamdü lillâhî kesiran tayyiben mübâreken fîhi gayra mekfiyyin velâ müveddein velâ müstağnen anhü rabbünâ" (7). İfâ edilen bu hamd, o nimetin Allah tarafından ihsan olunduğunun idrak ve itirafı olmaktadır. Bu mükellefiyeti yerine getirenden Cenab-ı Hak razı olur (8).
f) Meşrubatı besmele ile ve üç nefeste içmek:
mamalı, su kabını ağızdan ayırıp sonra nefes almalıdır. Arada bir ne-fes almak suretiyle suyu üç nefeste içmelidir (9).
g) Testi ve kırba gibi içi görünmeyen kaptan su içmemek:
Böyle bir hareket tenzihen mekruhtur, En uygun şekil, suyu barda-ğa boşaltıp oradan içmelidir (10).
h) Su ve benzeri meşrubat dağıtan kimse en son kendisi içmek:
Bu usül, vazife şuurunu en güzel biçimde idrak ve tatbik etmek, halkın ihtiyacını kendi arzusundan üstün tutmak fikrinden kaynaklan maktadır. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) , "Kavme sâkîlik yapan, içme yönünden onların sonuncusu olmalıdır" (11) buyurmuştur.
YATIP UYUMADA ÖLÇÜ
Uyku, yorulmuş bulunan insanın dinlenmesi için Allah Teâlâ tarafından lütfedilen bir istirahat halidir. Uykunun tesiri altında bulunurken yapılacak mütalaa verimsiz, eda edilecek ibadet feyizsiz olur. Uyku, "ölüm"ün küçük bir benzeridir. Kişi, elbiselerini çıkarıp yatacağında, kabre girercesine, yatağa uzanmakta ve toprak mesabesindeki yorga-nı kendi eliyle üzerine çekmektedir.
Allah Resûlü'nün sünnetine mutabık ve İslâm ölçülerine uygun bir şekilde uyumak isteyen bir mü'min, abdestli olarak yatmalıdır. Zira abdestin sağlık yönünden olan faydalarına ilaveten, uykuda geçen vakit,boşa geçen bir zaman olmaktan çıkarak ibadet hüviyetine bürünür ve ruhumuz için ulvî âlemlere yücelme imkanı hasıl olur. Görülecek bir düş, "Rüyai sâdık" haline gelir.
Elinde ve ağzında et veya balık kokusu olduğu halde yatmamalı; el, ağız ve diş temizliği yapmalıdır.
Yatağa yüzü koyun yatmamalıdır. Çünkü bu yatış tarzı, cehennemliklerin uyuma halidir. Dinî hükümlere saygılı bîr mü'min, sağ tarafı üzerine ve kıbleye karşı yatmalı, sağ elini yanağının altına koymalı ve "Bismike Rabbî vada'tü cenbi ve bike erfeuh" (1) diye duada bulunmalıdır.
Hayatın ters ihtimallerini de dikkate alarak, gündüzün yaptığı hatalardan tevbe etmeli, yapılması gerekli işleri aiie fertlerine tavsiye etmeli uyanık bir şuur ile uykuya varmalıdır.
Yatmağa hazırlandığı sırada İhlâs ve Muavvizeteyn sûrelerini okuyarak avuçlarının içine üflemeli, daha sonra başını, yüzünü ve vücudunun her tarafını sıvazlamalıdır. Bundan başka Cenab-ı Hakk'a hamd ve tenzihte bulunmalıdır. Zira insan, uyuduğu hal üzere uyanır ve öldüğü hal üzerine diriltilir.
Yatağa giren kimsenin Allah Teâlâ'ya en son yaptığı dua, "Ra-bim, ölümden sonra kullarını dirilteceğin zaman beni azabından koru" demeli, zikir ve fikirle uyumaya gayret etmelidir.
Uykudan kalkınca, kendisini tekrar hayata kavuşturmasından dolayı yüce Mevlâ'ya hamd etmeli ve iyi bir insan olarak günlük faaliyetlerine devam etme azmini kalbine yerleştirmelidir.
(1) Mânâsı: "İsminle Rabhim, yanımı (yere) koydum ve senin (adın) He kaldıracağım
KONUŞMADA ÖLÇÜ
"Hayır söyle veya sus" (1) hadis-i şerifi, konuşmada riayet edilmesi gereken ölçünün esasını teşkil etmektedir. Her ne kadar dil konuşmak için yaratılmışsa da, her şeyi konuşmak için değil, hayr olan şeyi söylemek için verilmiştir. Bilirken susmak ne kadar hatalı ise bil-mezken söylemek de o derece yanlıştır.
"Bildiğiniz halde hakkı gizlemeyin" (2) emr-i ilahisi, bilen kimsenin konuşmasını âmir bir hükümdür. "Dilini tutan kurtuldu" hadis-i şerifi, yanlış veya faydasız konuşmaları önleme gayesini gütmektedir. Gıybet, yalan ve faydasız sözler, konuşmadaki aşırılıkların birkaç örneğidir. Nasihati terk etmek, sorulan dinî bir fetvanın cevabını gizlemek, şahitlikten kaçmak eksiklik yapmak ve tefritte bocalamaktır. Hüner bu iki yanlışın arasından sıyrılıp, günah kirine bulaşmadan meramını ifade etmektir. Şair ne güzel ifade etmiştir:
Ya söyle sözü, güher nisâr et; Ya samt-ü sükûtu ihtiyar et.
Konuşmada ihmal edilmemesi gereken bazı mühim hususlar vardır. Onları şöyle sıralayabiliriz:
a) Maksadımızı muhatabın anlıyacağı sade bir dille ifade etmeliyiz. Zira sözün en güzeli, tefsire muhtaç ve tavziha imkân olmayandır. Bir mevzûu edebî üslûp içerisinde ifade edeyim derken karşımızdaki top-luluğun anlamakta güçlük çekeceği ağdalı dil kullanmak, konuşmadan beklenen faydayı engellemiş olur.
b) Her sözün herkese söylenmiyeceğini hatırdan çıkarmamalıdır. İnsanlar gerek akıl gerekse ilim yönünden birbirinden farklı seviyelerde bulunmaktadırlar. Bu sebeple, "İnsanlara akılları alacak kadar konuş" hadis-i şerifini konuşmalarımızın düstûru yapmalıyız. Ashabtan Ebû Hüreyre (r.a.)'in "Ben, Resûlüllahtan iki kap dolusu ilim aldım. Onlardan birini size sarfettim. Şayet diğerini harcamış olsaydım benim şu boynum kesilirdi" sözü, konuşmanın zaman, mekân ve muhataba göre ayarlanması hikmetine işaret etmektedir. Yunus Emre ne hoş ifade et-mektedir:
Kişi bile söz demini,
Demeye sözün kemini.
Kalbi iman ve düşüncesi ilimle münevver bir mü'minin konuşmalarında şaşmaz bir ölçüyü söze başlamadan önce tesbit etmesi gerekir. Sadece kelâmın günah olanından kaçmakla yetinmek, eksik hareket etmek olur. Aynı zamanda sözün faydalı olmasına da dikkat etmek ge-rekmektedir. "Kıyamet günü insanların günahca en çok (sorumlu) olanı, boş (ve faydasız) laflar konuşanıdır" (3) hadisi şerifi, hatibin ölçülü konuşması gerektiğini ihtar etmektedir.
SOKAKTA ÖLÇÜ
İnsan ömrünün mühim bir kısmı, zaruri sabeplerle, sokakta geçmektedir. Kişi kendi evinde veya iş yerinde alıştığı hareket serbestliğini, sokağa çıktığından itibaren, sınırlamak zorundadır. Zira yollar, halkın tamamının faydalanacağı yerlerdendir. İnsanların hareket ve hürriyetlerini engellemiş olmamak için, sokakta bulunduğumuz sırada ölçülü ve düşünceli davranmamız gerekmektedir. Bu mükellefiyetleri şöyle sıralayabiliriz:
Gözü harama kapamak, karşılaştığımız müslümanlara selam vermek ve verilen selamı almak, halka eza verecek şeyleri kaldırmak, iyiligi tavsiye edip kötülüğü engellemek (1). "(Geçmiş ümmetlerden) bir kimse, bir yere giderken, yol üzerinde bir diken dalı buldu ve onu alıp geri tarafa bıraktı. Allah Teâlâ onun bu hareketini (hayır olarak) kabul buyurdu ve günahlarını yarlığadı (2).
İnsanlara faydalı olmayı şiâr edinen bir mü'min, İslâm nazarında hayırlı bir şahıstır. Böylesine bir şerefe erişmek isteyen kimse, yolda tesadüf ettiği hastaya, yaşlı kimselere, gözü görmeyen ve gücü yetmeyen zavallılara yardımcı olmalıdır.
Yolda giderken tevazu hali içinde yürümeli, halkı tedirgin edecek derecede acele etmemeli, "Yürüşünde mutedil ol, (konuşurken) sesini alçalt" (3) fermanını hatırdan çıkarmamalıdır.
Sokakta giderken, sebepsiz olarak ve ciddiyetle bağdaşmıyacak derecede etrafa bakmamalıdır. Göz, görmek için verilmişse de, etrafı gözetlemek için ihsan edilmiş değildir. Çünkü sağa sola bakarken gözün bakılması haram olan bir yere ilişmesi ihtimali vardır. Beşeriyyetin mücessem ahlâk örneği bulunan Peygamberimiz, yolda yürürken, etrafa bakınmazdı (4).
Bizden daha ileride yürümekte bulunan bir kimseyi, ismini yüksek bir sesle bağırarak durdurmaya çalışmamalıdır.Böyle bir davranış, hayvanları sevk-u idare etmekte takip edilen bir usuldür (5). Zira koyun ve keçi gibi varlıklar, arkalarından bağırmakla idare edilirler. Medeni bir insanın hareketi, bedevilikten farklı ve uzak olmalıdır.
Halkın gelip geçeceği yollar üzerine oturmamalıdır. Dinlenmeye ihtiyacı varsa mescitlere gidip oturmalı, zikir ve fikir ile meşgul olarak yorgunluğunu gidermelidir. Yollarda oturmak veya yayaların yürüdüğü kaldırımlar üzerinde toplanıp konuşmaya dalmak, geçecek insanların sıkıntı çekmesine sebep olur.
Şahsımıza ait hak ve hürriyetler, diğer kimselerin hak ve hürriyetlerinin başladığı noktada son bulur. Böyle bir zaruret varsa, onu yolları işgal ederek değil, müsait bir yerde telafiye çalışmalıdır. Çünkü karşılaştığımız mecburiyetler, başkasının hakkını iptale sebep olamaz. Bu hususla ilgili nezaket ve muaşeret kaidelerini bir âyeti kerime meâliyle tamamlamak isteriz: "O çok esirgeyenin (has) kulları, ki onlar yeryüzünde vakar ve tevazu ile yürürler. Kendilerine beyinsizler (hoşa gitmeyecek) laflar attığı zaman selam (etle) de (yip geçe) rler" (6).
SEVGİDE VE BUĞZDA ÖLÇÜ
Sevgi, kendisinde fayda umduğu şeye insan tabiatının meyl etmesidir. Sevginin kaynağı ya "Nefs" veya "Ruh" tur. Nefsânî sevgiler arttıkça cünûn'a, ruhânî muhabbetler çoğaldıkça fünûn'a sebep olur. Ruhun meyli aşk derecesine ulaşırsa utanmayı ve ahlâkî kemâli artırır. Nefsâni sevgi çoğaldıkça utanmayı aşındırır. "Ben ar namus şişesini taşa çaldım kime ne!" diyen kimsenin ölçüsüzlüğü, nefse dayalı sevgi-nin aşırılığından kaynaklanmaktadır.
Muhabbet hususunda aranacak ölçü, sevgiyi dinî çerçevenin dışına taşımamaktır. Bir kimsenin aşırı bir nefsânî sevgiye kapılması, aklı çalışmaz, gözü görmez, kulağı işitmez hale getirir. Ölçüsüz sevginin bu gibi zararları olduğundan dolayı kâinatın yegâne efendisi bulunan Peygamberimiz, "Hevâ (ve heveslere kapılmak) dan sakının.
Zira (aşın) sevgi (sahibini) sağırlaştırır ve körleştirir" (1) hadisi ile bizleri uyarmaktadır.
Bir kimse, aşırı muhabbetle bağlandığı şahsi tenkit edemez ve iğri hareketlerinde bile onun taklitçisi haline gelir. Zira "Kul sevdiği ile bera-berdir" (2). Akılların muallimi ve hak yolunun rehberi bulunan Hz. Mu-hammed (s.a.v.), "Sevdiğini orta yollu sev. Bir gün düşmanın olabilir. Düşmanına da orta yollu buğz et. Umulur ki bir gün dostun olabilir" (3) buyurmuştur.
Ölçüsüz ve aşırı bir sevgiyle kendisine bağlandığımız kimse, bize düşman olduğu zaman, birçok sırlarımızı halkın arasında yayar ve insanların arasına çıkamaz hale getirir. Aşırı düşmanlıkla gücendirdiğmiz kimse, bir gün dostumuz olursa, geçmişteki kinci hareketlerimiz den dolayı eski sevgisini devam ettiremez.
Sevdiğimiz kimseleri devamlı ve daha fazla sevebilmek için "Seyrek ziyaret et sevgin artar" (4) tavsiyesini hatırdan çıkarmamalı, "Hakkın rızası için halka muhabbet" ölçüsünü unutmamalı; Allah ve Resûlünden başkasını, mutlak bir sevgiyle değil, izâfî bir muhabbetle sevmelidir. Tek bir cümle ile ifade etmek gerekirse, Allah'ı seveni ve onun gösterdiği yolda yürüyeni, aşırılığa kaçmayan bir muhabbetle sevmelidir.
VAKARLI OLMADA ÖLÇÜ
Kibir, olduğundan fazla görünme hastalığı ve aşırılığa kaçan bir davranıştır. İslâm dinine uygun hareket tarzına "vakar ve ağır başlılık" adı verilmektedir. Yürümemizde, oturup kalkmamızda ve hatta ibadet lerimizde islâmî vakarı bir ölçü olarak korumamız gerekmektedir.Bu ölçüyü tesbit eden bir âyet-i kerimede, "O çok esirgeyenin (hâs) kulları ki, onlar yeryüzünde vakar ve tevâzu ile yürürler. Kendilerine beyinsizler (hoşa gitmeyecek) laf attığı zaman selam (etle) derfer"(1) buyrulmaktadır.
Hareketlerimizde acele edip telaşlanmak, heyecanı tahrik eder ve etraflıca düşünmeye engel olur. Bu tarz hareket, çok kere, yanılmaya ve zarara uğramaya sebep olur. İnsanları iyiye ve güzele teşvik eden efendimiz, "Âheste hareket Allah'tan, acele ise şeytandandır' (2) buyurmaktadır. Bu ciheti dile getiren bir şairimiz şöyle demektedir:
Erişir menzil-i maksûde âheste giden, Tizreftâr olanın pâyine dâmen dolaşır.
Acele hareket etmek, takdiri ilâhiyi öne aldıramaz ve mukadder olandan fazla bir şey elde etmeye de sebep olamaz. Onun için vakarı sarsacak bir ruh haletine kapılmamalı, ticari hayatımızda, şahsi işlerimizde içtimâî çalışmalarımızda ve dinî faaliyetlerimizde vakarı elden bırakmamalıdır. Halka en doğru olanı tavsiye eden Peygamber efendimizin ikazı şöyle olmuştur: "Ey insanlar, ağır (başlı) olunuz. Zira iyilik, acele etmekle elde edilecek değildir" (3).
Namazlarımızda vakarı korumaya "Ta'dili erkân" adi verilmekte ve vâcip olmaktadır. Bazı kimseler, cemâatle namaz kılmak üzere camiye gelirken veya camide namaz için kaamet okunduğunda saflara yanaşırken koşarcasına gelmekte ve telaşlı hareket etmektedir. Böyle bir davranış, vakarla bağdaşmadığı için, Resûlüllah (s.a.v.): "Namaz için ikaamet olunduğu vakit ona koşarak gelmeyin, vakar üzere ve yürüyerek gelin. Yetiştiğinizi (imamla) kılar, kaçırdığınızı (selâmdan sonra) tamamlarsınız" (4) hadisi ile bizleri uyarmaktadır.
Aşırı el ve dil şakaları yapmak, yolda giderken ekmek yemek, bağıraçağıra konuşmak, töhmetli yerlerde oturup kalkmak, şerefi düşük insanlarla dostluk kurmak, ördekvâri sesler çıkararak gülmek vakarı zedeleyen davranışlardır. Mü'minlerin annesi ve kadınlık âleminin hanımefendisi bulunan Hz. Âişe, "Ben, Resûlüllâh'ı küçük dili görülecek kadar (ağzını açarak) güldüğünü görmedim. O, ancak tebessüm ederdi" (5) demiştir.
(1) Sûre-i Furkan, 63.
(2) et-Tergîb ve't-Terhib, c. 3, sh. 418.
(3) Buhârî, c. 2, sh. 176-177.
(4) Müslim, c. 2, sh. 100.
(5) Buhârî, c. 7, sh. 94-95.
İNSANI YÜCELTEN İSLÂMÎ EDEBLERDE ÖLÇÜ
İnsanların kalplerini hakikat nurları ile doldurabilmek, halkla olan münasebetlerinde nazikâne davranmakla ve muaşeret edeblerine riayet etmekle mümkün olabilir. Muhatabını gücendirmeden cemiyete kazandırabilmek, dil nezahetini korumaya ihtiyaç göstermektedir. Edeb sarayının yegâne efendisi bulunan Resûl-i Ekrem (s.a.v.), bir şahsa öfkelendiğî zaman, edep hududunun dışına çıkmaz ve "Alnı tozlanası o kimseye ne oluyor?" (1) diyerek, secde ile terakkisini temenni ettiğini dile getirirdi. Onun bu nezaketini tebcil ve tescil eden bir âyet-i kerimede "...Eğer (bilfarz) kaba, katı yürekli olsaydın; onlar senin etrafından dağılıp gitmişlerdi bile" (2) buyrulmaktadır.
Edep; hayır, nezaket, güzel terbiye, mekârimi ahlâk ile ittisaf etmek gibi mânâlarda kullanılmakta, davranışlarımızda kaba hareketlerden; konuşmalarımızda incitici sözlerden sakınma nezaketine isim olmaktadır.
Edep; hakla muaşeret hususunda güzel görülen usullere riayet etmek, başkalarına karşı saygılı davranmak ve medeni ölçülere ters düşen hareketlerden sakınmaktır.
Edep, her nevi hatadan sakınmayı bilmek; gerek mü'minlere ge-rekse gayri müslimlere karşı yumuşak huyluluktan, güler yüzlülükten ve zarifâne hareketlerden ayrılmamaktır.
Gök kubbesinin altında asırlarca değerini kaybetmeden yaşayan,dillerde dolaşan ve dimağlara nakşolup gönülleri tezyin eden sözlere "hoş kelâm" adı verilmektedir. Bu isimle anılan konuşma tarzı, gönüllere teselli iksiri olarak serpilen ve insanı hayata bağlayan sözlerin dile getirilme edebidir. "Hoş kelâm, sadaka (vermişcesine makbul olacak) dır" (3) hadis-i şerifi, dil nezaketinin ve beşeri muaşeret kaidelerinin değerini ortaya koymaktadır. Konuşmalardaki zarafet, davranışlardaki nezaket, medeni bir insanın ayrılmaz lâzımı olmaktadır.
Edep ve nezaket dini bulunan İslâm, çok değişik sahada faaliyet gösteren insanlara en güzel davranışları "Edep" ismi altında açıklamış bulunmaktadır. Şeriat caddesinin rehberi bulunan ilim adamları, gerek sarahaten gerekse işaret yolu ile, tavsiye olunan bu ince davranışları, risaleler ile veya büyük çaptaki eserlerle açıklamış bulunmaktadırlar. Çobandan devlet reisine, kadıdan mübaşirine, mürşid'ten müride, ho-cadan talebeye kadar her ferdi ve zümreyi alâkadar eden edebler, bahsi geçen eserlerde tesbit edilmiş ve halkın istifadesine sunulmuştur.
Devlet reisinin tebeasına karşı davranışı, keyfi bir hareket tarzı olamazdı. Elindeki salâhiyeti ve emri altındaki adamları, idare etmekle vazifeli bulunduğu milletin aleyhine kullanmaması gerekirdi. Sultanın aşırılıklarına set çeken ve eksiklerini ikmale matuf çok değerli kitaplar telif edilmiş bulunmaktadır. "Ahkâm-ı Sultaniye" adlı eser ile, Hicrî 412 tarihinde âlem-i cemâle göç eden Ebû Abdullah Muhammed bin Câfer bin Ahmed et-Teymî'nin yazdığı "Edeb'üs-sultân"isimli eser, bu sahada kaleme alınmış telifattan ancak iki isim olmaktadır.
Hüküm verme mevkîinde bulunan kadı ve hakimlerin, adalet tevzîinde hatadan sakınmaları gerekirdi. Bu makamlarda bulunan zatların, öfkesine mağlup olduğu zaman vereceği kararın kendisini yanıltacağını, maznunları yargılama sırasında "ihsâs-ı rey" etmenin adâlete gölge düşüreceğini ve davalı veya davacının "hediye" ismi ile takdim edeceği şeyi kabul etmenin adalet makamına beslenen itimadı zâ'fa uğratacağını dikkate alan İslâm âlimleri, "Edeb'ül-kadî" ismiyle birçok eser telif etmişler ve adaletin fildişi kulesinde oturan bu zatları İslâma uygun biçimde uyarmışlardır.
Hanefî müctehidlerinden İmam Ebû Yusuf'un telif ettiği "Edeb'ülkadî alel-mezhebi'l-hanefiyye" adlı eser, bu sahada ilk yazılan kitap özelliğini taşımaktadır. Bu kitabın üzerine pek çok şerh, hâşiye ve tâlîkât yazılmıştır. Daha sonraki tarihlerde Hanefî âlimlerinden Kadı Ebû Hâzim AbdülHamid bin Abdül-Aziz, Ebû Cafer Ahmed bin İshak el-Enbârî, Ahmed bin Aliyy'ülCassas, Ebül-Hüseyn Ahmed bin Mu-hammed el-Kudûrî, Şems'üleimme Muhammed bin Ahmed es-Serahsî, "Kadıları alâkadar eden âdâb"ı toplayan ve açıklayan değerli eserler kaleme almışlardır.
Ders okuyan talebe, kendilerinin dimağına ilmin hakikatlerini nakşeden hocasına karşı son derece saygılı ve ondan öğrendikleri ile âmil olmak zorundadır. Onlara ders veren zat, talebenin dinî esaslara bağlılığını ve kendine gösterilen saygıyı müşahede edince tevdî edeceği ilmî emaneti vicdan rahatlığı içinde onlara vermiş olur. Hoca ile talebe arasında bulunması gerekli âdâb ile talebe üzerindeki hoca hakla-rı, "Adâbı müteallimîn" ismi ile yazılan eserlerde açıklanmış bulunmaktadır. Bu mevzuda en doyurucu bilgileri, ilmî bir muhteva içinde toplayan eser olarak "Talimül-müteallimin" örnek gösterilebilir.
Asırlar boyu medreselerde ilmin yayılmasına hizmet eden ulema, rahle-i tedrisi etrafında toplanan ilim aşıklarının ilmî mubâhasede öfkeye dayalı bir mücadeleye girmelerini arzu etmediği için, onlara en doğru yolu göstermiş ve "Âdâb ve münazara" ilminin prensiplerini vaz ederek münazaranın edeblerini açıklamışlardır. Bahsi geçen ilim, doğru olan görüşü ortaya çıkarmada ve hasmını mantıkî ölçüler çerçevesin-de susturmada faydalı olmuş ve olmaktadır da! Bu mevzuda yazılan eserlerden bir örnek vermek gerekirse, Hicri 756 tarihinde vefat eden Abdürrahman bin Ahmedin telif ettiği ve on satırlık bir ibare içinde münazaranın kaidelerini hulâsa ettiği "Adâb-ı Adudüddin" adlı risaleyi gösterebiliriz.
Kur'ân-ı Kerim okuyan ve okutan kimselerin bilmesi ve riayet etmesi gereken edebleri açıklayan eserler, dinî sahadaki âdâbla ilgili en mühim bahisleri ihtiva etmiş kitaplardandır. Bu edebler; okumaya hazırlanırken, kırâatin devam ettiği sırada ve tilâvetin son bulmasını takiben riayet edilecek usuller olmak üzere, üç kademede toplanmış bulunmaktadır. Bu mevzuda kaleme alınan eserler arasında ilmi ve takvası ile tanınan İmam Nevevî'nin kitabı ön sırada gelmektedir
Hanbelî mezhebi âlimlerinden olup Hicrî 763 tarihinde vefat eden Şeyh Şemsüddin Ebû Abdillâh Muhammed bin Müflih'in telif ettiği "Âdâb-ı şeriyye vel-mesâlih'il-mer'iyye" adlı eser, dinî ve ahlâkî sahadaki edebleri ihtiva eden kitaplardan biri olarak tedkik ve tavsiyeye şayanbulunmaktadır
Tasavvuf yolunda tasfiye-i derûn ile meşgul olan kimselerin bilmesi gereken edebleri açıklayan birçok eser kaleme alınmıştır. Bunlarda müridin mürşidine teslimiyeti ve vazifesini ifâdaki hassasiyeti, kalbî haturât ile nefsânî vâridâtın ayak kaydıracak noktaları karşısında takınılması gereken tavırlar açıklanmıştır. Bu mevzuda yazılan eserlere örnek vermek gerekirse Hicrî 412 tarihinde vefat eden Şeyh Ab-* »», :»~vn Muhammed bin Huseyn bin Muhammed NisâbûıTnin v ^ . jfıyye" adlı kitabı ile Şeyh Ebû Necib Abdü'-kâhir bin Abdul-., V - i,veıdî'nin Âdâb-ı Mürîdîn adlı eseri örnek olarak gösterilebilir.
;jıirr>ona giren insanın bilmesi ve ihmâl etmemesi gereken İslâmî ölçüler bulunmaktadır. Tesettüre riayet ve başkalarının mahremiyatma bc^n-*akdarı gözünü sakınmak, bu edeblerin başında gelmektedir. Hâfız Şemsüddin Muhammed bin Aliyy'üd-Dimeşkî (Ö.H. 765) nin kaleme aldığı "Âdâb'ül-Hammâm" adlı risalesini zikredebiliriz.Âdâb-! Gurşbâ adlı eseri, H. 356 tarihinde vefat eden EbüS Ferec Aiiy bin Huseyn el-lsbehânî; Âdâb-ı fetva adlı kitabı, 911 tarihinde vefat eden İmam Celâlüd-din Süyûtî; Âdâb-ı Muhaddisin adlı risaleyi, 696 H. tarihinde vefat eden el-Hâfız Abdül-ğanî bin Said el-Ezdî;
Âdâb'üs-suhbet adlı kitabı, Şeyh Ebû Abdurrahman bin Huseyn bin Muhammed Selemî (Ö.H, 412); Âdâbü'd-Tabib adlı risaleyi, İshak bin Aliy er-Rahavî kaleme almışlardır.
Değişik mevzularda yazılmış en muhte