"Peygamberimiz" Çocukluk yılları

[color=green]Çocukluk yılları


Sayfa: 1/5


Sevgili Peygamberimiz doğduktan sonra dokuz gün kadar annesi Hz. Âmine tarafından emzirildi. Sonra Ebu Leheb’in cariyesi Süveybe Hatun onu günlerce emzirdi. O zaman Mekke halkının çocuklarını bir süt annesine vermeleri âdetti.

Mekke’nin havası çok sıcak olduğundan, çocukları havası iyi, suyu tatlı olan civar yerlerdeki yaylalara gönderirler, çocuklar bir müddet oralarda, verildikleri süt annelerinin yanında kalırlardı. Her sene bu maksatla Mekke’ye birçok süt anaları gelir, birer çocuk alıp giderlerdi. Çocukları büyütüp teslim edince de çok ücret ve hediyeler alırlardı.

Peygamber efendimizin doğduğu sene de yaylalarda yaşayan Beni Sad kabilesinden birçok süt anne Mekke’ye gelip herbiri emzirmek üzere birer çocuk almıştı. Beni Sad kabilesi Mekke civarındaki kabileler arasında şerefte, cömertlikte mertlik ve tevazuda ve Arapçayı düzgün konuşmakta meşhur olduğundan Kureyş kabilesinin ileri gelenleri çocuklarını, daha çok, bu kabileye vermek isterlerdi. O sene Beni Sad kabilesinin yurdunda şiddetli bir kuraklık ve kıtlık olduğundan ücretle çocuk emzirip sıkıntılarını gidermek üzere, her senekinden daha çok süt annesi Mekke’ye gelmişti. Bilhassa zengin ailelerin çocuklarını alıyorlardı. Gelen kadınların herbiri birer çocuk almışlardı. Peygamber efendimiz yetim olduğu için fazla ücret alamama düşüncesiyle, henüz Ona talip olan çıkmamıştı. Gelen kadınlar içinde iffeti, temizliği, hilmi (yumuşaklığı), hayası ve yüksek ahlakıyla tanınmış Hâlime hatun da vardı. Binek hayvanları zayıf olduğu için Mekke’ye ötekilerden geç gelmişti. Kocası ile Mekke’de dolaşarak zengin ailelerin çocuklarının alınmış olduğunu görmüşler, eli boş dönmemek için bir çocuk aramaya başlamışlardı. Nihayet görünüşü ile hürmet celbeden, siması çok sevimli bir zat ile karşılaştılar. Bu, Peygamberimizin dedesi Abdülmuttalib idi. Onunla torununu almak üzere anlaştılar. Abdülmuttalib, Hâlime hatunu Âmine validemizin evine götürdü.

Hâlime hatun şöyle anlatır:
“Çocuğun baş ucuna vardığımda Onu, yünden beyaz bir kundağa sarılı, yeşil ipekten bir örtünün üstünde mışıl mışıl uyur gördüm. Etrafa misk kokusu yayılıyordu. Hayret içinde kalıp bir anda Ona öylesine ısındım ki uyandırmaya kıyamadım. Elimi göğsüne koyduğumda uyandı ve bana bakıp öyle bir tebessüm etti ki, kendimden geçtim. Annesi, böylesine güzel ve mübarek çocuğu bana vermez korkusuyla derhal yüzünü örtüp kucağıma aldım. Sağ mememi verdim, emmeye başladı. Sol mememi verdim, emmedi. Abdülmuttalib bana dedi ki: “Sana müjdeler olsun ki, hanımlar içinde senin gibi nimete kavuşan olmadı.” Âmine Hatun da bana çocuğunu verdikten sonra şöyle dedi. “Ey Hâlime, üç gün evvel bir nida işittim ki: “Senin oğluna süt verecek kadın Beni Sad kabilesinden Ebu Züeyb soyundandır” diyordu.” Ben de dedim ki; “Ben, Beni Sad kabilesindenim ve babamın künyesi Ebu Züeyb’dir.”

Hâlime Hatun yine şöyle anlatmıştır:
“Âmine hatun bana daha nice vak’aları anlattı ve vasiyette bulundu. Ben de Mekke’ye gelmeden önce bir rüya görmüştüm. Rüyamda bana; “Ey Hâlime! Mekke’ye var, orada çok faydalanırsın. Sana bir nur, arkadaş olur. Bu rüyayı kimseye anlatma, gizle!” denildi. Mekke’ye gelirken de sağımdan solumdan sesler duyardım ve bana gaibden; “Sana müjdeler olsun ey Hâlime, o parlak nuru emzirmek sana nasip olacak” diye seslenilirdi.” Hâlime hatun şahit olduğu daha nice hadiseleri anlatmıştır.




Sayfa: 2/5

Hâlime hatun der ki:
“Muhammedi alıp Âminenin evinden ayrıldım. Kocamın yanına gelince kocam Onun yüzüne bakıp kendinden geçti: “Ey Hâlime! Bugüne kadar böyle güzel yüz görmedim” dedi. Onu yanımıza alır almaz kavuştuğumuz bereketleri görünce de; “Ey Hâlime, bilmiş ol ki, sen çok mübarek bir çocuk almışsın” dedi. Ben de, vallahi, ben de zaten böyle dilerdim dedim.”
Hâlime hatun, kocası ile birlikte Muhammed aleyhisselamı alıp Mekke’den ayrıldıkları andan itibaren Onun bereketine kavuşmaya başladılar. Çelimsiz ve hızlı gidemeyen merkepleri öylesine hızlı yürüyordu ki, beraber geldikleri kafile, onlardan önce yola çıkıp çok uzaklaşmış olmasına rağmen, onlara yetişip geçmişti. Beni Sad yurduna vardıktan sonra görülmemiş bir bolluğa ve berekete kavuştular. Sütü az olan hayvanları bol bol süt veriyordu. Bunu gören komşuları hayret edip, bunun emzirmek için aldıkları çocuk sebebiyle olduğunu açıkça anladılar.
Kuraklık sebebiyle çok sıkıntıya düştüklerinde yağmur duasına giderken Onu yanlarında götürüp dua ederek Onun hürmetine bol yağmura ve berekete kavuştular.

Sevgili Peygamberimiz süt annesi Hâlime hatunun sağ memesini emer, sol memesini emmezdi. Onu da süt kardeşine bırakırdı. İki aylıkken emekledi. Üç aylık olunca ayakta durur, dört aylıkken duvara tutunarak yürürdü. Beş aylıkken yürüdü, altı aylıkken çabuk yürümeye başladı. Yedi aylıkken her tarafa gider oldu. Sekiz aylıkken anlaşılacak şekilde, dokuz aylıkken gayet açık konuşmaya başladı. On aylıkken ok atmaya başladı. Hâlime Hatun şöyle anlatmıştır: “İlk konuşmaya başladığında, “La ilahe illallahü vallahü ekber. Velhamdülillahi rabbil âlemin” dedi. O günden sonra “Bismillah” demeden hiçbir şeye elini uzatmazdı. Sol eliyle bir şey yemezdi. Yürümeye başladığında çocukların oynadıkları yerden uzak dururdu ve onlara “Biz, bunun için yaratılmadık” derdi. Her gün Onu güneş ışığı gibi bir nur kaplar ve yine açılırdı. İki yaşına girdiğinde gelişmiş, gösterişli bir çocuk olmuştu. Üzerinde beyaz bir bulut daima birlikte hareket eder ve Onu gölgelerdi. Bir gün Hâlime hatun farkında olmadan süt kardeşi Şeyma ile öğlenin yakıcı sıcağında kuzuların yanına gitmişti. Hâlime hatun, onu yanında göremeyince hemen arayıp buldu. Şeyma’ya, “Niçin sıcakta dışarı çıktınız?” dedi. Şeyma; “Anneciğim! Kardeşimin başı üzerinde bir bulut Onu daima gölgeliyor” dedi.

Yine bir gün süt kardeşi Abdullah ile evlerinin yakınında bulunan kuzuların arasına gitmişlerdi. Süt kardeşi koşarak eve gelip; “Beyaz elbiseli iki kişi, Kureyşli kardeşimi yere yatırıp karnını yardılar, ellerini karnına soktular!” dedi. Hâlime Hatun ile kocası Haris, süratle koşup yanına geldiler. Baktılar ki rengi değişmiş, semaya bakıyor ve tebessüm ediyor. “Sana ne oldu yavrucuğum?” diye sorduklarında şöyle anlattı:

“Yanıma beyaz elbiseli iki kişi geldi. Birinin elinde içi kar dolu bir tas vardı. Beni tutup, göğsümü yardılar. Kalbimi de çıkarıp yardılar. Ondan siyah bir kan pıhtısı çıkardılar. Göğsümü ve kalbimi o karla temizlediler ve kapatıp kayboldular” dedi. Bu hadiseye “Şakk-i sadr” (göğsünün yarılması) denir. Bu, Kur’an-ı kerimde İnşirah suresi ilk âyetinde bildirilmektedir.
Muhammed aleyhisselama peygamber olduğu bildirildikten sonra Eshab-ı kiramdan bazıları; “Ya Resulallah, bize kendinizden bahseder misiniz?” deyince; “Ben ceddim İbrahim’in duasıyım. Kardeşim İsa’nın müjdesiyim! Annemin ise rüyasıyım. O bana hamileyken Şam saraylarını aydınlatan bir nurun kendisinden çıktığını görmüştü. Ben Sad bin Bekir oğulları yanında emzirilip büyütüldüm. Bir gün süt kardeşimle birlikte evimizin arkasında kuzuları otlatıyorduk. O sırada yanıma beyaz elbiseli iki kişi geldi. Birinin elinde içi karla dolu bir altın tas vardı. Beni tuttular, göğsümü yardılar, kalbimi de çıkarıp yardılar. Ondan siyah bir kan parçası çıkarıp bir yana attılar. Göğsümü ve kalbimi o karla temizlediler” buyurdu.




Sayfa: 3/5

Hâlime Hatun, dört yaşından sonra Onu Mekke’ye götürüp annesine verdi. Dedesi Abdülmuttalib, Hâlime Hatuna çok büyük hediyeler verip ihsanda bulundu. Hâlime Hatun Onu Mekke’ye bırakınca; “Sanki canım ve gönlüm de Onunla birlikte kaldı” demiştir.
Muhammed aleyhisselam altı yaşına kadar da annesinin yanında büyüdü. Altı yaşındayken annesi, Ümmü Eymen adındaki cariye (hizmetçi) ile birlikte akrabalarını ve babası Abdullah’ın mezarını ziyaret için Medine’ye gittiler. Medine’de bir ay kaldılar. Bu sırada Muhammed aleyhisselam Beni Neccar kuyusu denilen havuzda yüzmeyi öğrendi. Sırtındaki nübüvvet mührünü ve diğer bazı alametlerini gören Yahudi âlimlerinden bir kısmı; “Bu çocuk ahir zaman Peygamberi olacak!” demişlerdir. Onların bu sözlerini duyan Ümmü Eymen, durumu Hz. Âmine’ye haber verince Âmine validemiz Ona bir zarar gelmesinden çekinerek, Mekke’ye dönmek üzere yola çıktı. Ebva denilen yere geldiklerinde Hz. Âmine hastalandı. Hastalığı artıp sık sık kendinden geçiyordu.
Başında duran oğlu Muhammed aleyhisselama bakarak şu beyitleri söyledi:
Eskir yeni olan, ölür yaşayan,
Tükenir çok olan, var mı genç kalan.

Ben de öleceğim tek farkım şudur:
Seni ben doğurdum şerefim budur.

Geride bıraktım hayırlı evlat,
Gözümü kapadım, içim pek rahat.

Benim namım kalır daim dillerde,
Senin sevgin yaşar hep gönüllerde.

Biraz sonra vefat etti. Orada defnedildi. Ümmü Eymen, Muhammed aleyhisselamı Mekke’ye getirip dedesi Abdülmuttalibin yanına bıraktı.
Muhammed aleyhisselamın babası ve annesi İbrahim aleyhisselamın dininde idi. Yani mümin idiler. İslam âlimleri; onların İbrahim aleyhisselamın dininde olduklarını ve Muhammed aleyhisselam peygamber olduktan sonra da Onun ümmetinden olmaları için diriltilip, Kelime-i şehadeti işittiklerini ve söylediklerini, böylece Onun ümmetinden olduklarını bildirmişlerdir.
Muhammed aleyhisselam sekiz yaşına kadar da dedesinin yanında büyüdü. Dedesi Abdülmuttalib Mekke’de sevilen ve çeşitli işleri idare eden bir zat olup, heybetli, sabırlı, ahlakı dürüst, mert ve cömertti. Fakirleri doyurur, hatta aç, susuz kalan hayvanlara bile su ve yiyecek verirdi. Allah’a ve ahirete inanan, kötülüklerden sakınan, cahiliye devrinin çirkin âdetlerinden uzak duran bir zattı. Mekke’de zulme, haksızlığa engel olur, oraya gelen misafirleri ağırlardı. Ramazan ayında Hira Dağında inzivaya çekilmeyi âdet edinmişti. Çocukları seven ve şefkat sahibi olan Abdülmuttalib, Muhammed aleyhisselamı bağrına basıp gece gündüz yanından ayırmadı. Ona büyük bir sevgi ve şefkat gösterirdi. Kâbe’nin gölgesinde kendisine mahsus olan minderinde Onunla beraber oturur, mani olmak isteyenlere; “Bırakın oğlumu, Onun şanı yücedir!” derdi. Sevgili Peygamberimizin dadısı Ümmü Eymene, Ona iyi bakmasını önemle tembih eder; “Oğluma iyi bak! Ehl-i kitab, benim oğlum hakkında, bu ümmetin peygamberi olacak, diyorlar” derdi.




Sayfa: 4/5

Ümmü Eymen demiştir ki: “Onun çocukluğunda açlıktan ve susuzluktan şikayet ettiğini görmedim. Sabahleyin bir yudum zemzem içerdi. Kendisine yemek yedirmek istediğimizde; “İstemem, tokum” derdi. “Abdülmuttalib uyurken ve odasında yalnızken, Ondan başkasının yanına girmesine müsaade etmezdi. Onu daima öper, okşar, sözlerinden ve hareketlerinden son derece hoşlanırdı. Sofrada onu yanına alır, dizine oturtur; yemeğin en iyisini ve en lezzetlisini Ona yedirir ve O gelmeden sofraya oturmazdı. Onun hakkında nice rüyalar görüp birçok hadiseye şahit oldu. Bir defasında, Mekke’de kuraklık ve kıtlık olmuştu. Abdülmuttalib, gördüğü bir rüya üzerine Muhammed aleyhisselamın elinden tutup Ebu Kubeys Dağına çıktı ve; “Allah’ım, bu çocuk hakkı için, bizi bereketli bir yağmur ile sevindir” diyerek dua etti. Duası kabul olundu ve bol yağmur yağdı. O zamanki şairler bu hadiseyi şiirler yazarak dile getirmişlerdir.

Abdülmuttalib, bir gün Kâbe’nin yanında otururken, Necranlı bir rahip yanına gelip onunla konuşmaya başladı. Bir ara; “Biz İsmailoğullarından en son gelecek olan peygamberin sıfatlarını kitaplarda bulduk. Burası (Mekke) Onun doğum yeridir. Sıfatları şöyle şöyledir!” diyerek birer birer saymaya başladığı sırada, Peygamberimiz yanlarına geldi. Necranlı rahip, Onu dikkatle seyretmeye başladı, sonra da yaklaşıp mübarek gözlerine, sırtına, ayaklarına baktı ve heyecanla; “İşte, O budur. Bu çocuk senin neslinden midir?” dedi. Abdülmuttalib; “Oğlumdur!” deyince, Necranlı rahip; “Kitaplarda okuduğumuza göre Onun babasının sağ olmaması lazım!” dedi. Abdülmuttalib; “O, oğlumun oğludur. Babası daha O doğmadan, annesi hamile iken ölmüştü” deyince, rahip; “Şimdi doğru söyledin” dedi. Bunun üzerine Abdülmuttalib oğullarına; “Kardeşinizin oğlu hakkında söylenileni işitin de, Onu iyi koruyun!” dedi.
Abdülmuttalib vefatı yaklaşınca oğullarını toplayıp Sevgili Peygamberimize; “Yavrum, bu amcalarından hangisinin yanında kalmak istersin” diye sordu, Resul-i ekrem efendimiz koşup amcası Ebu Talibin kucağına oturdu. Onun yanında kalmak istediğini söyledi. Abdülmuttalib de Onu oğlu Ebu Talibe bıraktı ve Ona iyi bakmasını önemle vasiyet etti. Bundan sonra da vefat etti.

Peygamber efendimiz sekiz yaşından sonra amcası Ebu Talibin yanında kalmaya başladı ve onun himayesinde büyüdü. O zaman Mekke’de Ebu Talib de babası Abdülmuttalib gibi Kureyşin ileri gelenlerinden, sevilen, saygı gösterilen ve sözü dinlenilen bir zat idi. O da Peygamberimize büyük bir sevgi ve şefkat gösterdi. Onu kendi çocuklarından çok sever, yanına almadan uyuyamaz, bir yere gitmez ve; “Sen çok hayırlısın, çok mübareksin!” derdi. O mübarek elini uzatmadan yemeye başlamaz, önce Onun başlamasını isterdi. Bazen de ona ayrı sofra kurdururdu. Sabahları uyandığında yüzünden nur saçıldığını, mübarek saçlarının taranmış olduğunu görürlerdi. Ebu Talibin fazla malı yoktu ve ailesi de kalabalıktı. Muhammed aleyhisselamı himayesine aldıktan sonra bolluğa ve berekete kavuştu. Mekke’de vuku bulan kuraklık sebebiyle halk sıkıntıya düştüklerinde Ebu Talib Onu Kâbe’nin yanına götürüp dua etti. Onun bereketiyle bol yağmur yağdı. Kuraklıktan ve kıtlıktan kurtuldular.

Ebu Talib bir defasında Şam’a ticaret için giderken Muhammed aleyhisselamı da dokuz veya on iki yaşında bulunduğu sırada yanında götürdü. Ticaret kervanı uzun bir yolculuktan sonra Busra’da Hıristiyanlara mahsus bir manastırın yakınında konakladı. Bu manastırda Bahira adında bir rahip vardı. Önceden Yahudi âlimlerinden iken sonradan Hıristiyan olan bu bilgili rahibin yanında elden ele geçerek saklanan bir kitap bulunmakta ve birçok şey ondan sorulmakta idi. Kureyş kervanı daha önceki yıllarda buradan defalarca gelip geçmesine rağmen hiç ilgilenmeyen ve her sabah manastırın damına çıkıp kafilelerin geldiği yöne bakarak merakla bir şey bekleyen rahib Bahira’ya bu defa bir hâl olmuş ve heyecanla irkilip yerinden fırlamıştı. Çünkü o, Kureyş kervanı uzaktan göründüğü sırada kervanın üstünde beyaz bir bulutun da onlarla birlikte akıp geldiği ve onların yanına oturduğu ağacın üstünde durduğunu görmüştü. Bu bulut Muhammed aleyhisselamı gölgelemekte idi. Kervan konunca Muhammed aleyhisselamın altına oturduğu ağacın dallarının üzerine doğru eğildiğini görerek iyice heyecanlanan rahip, hemen bir sofra hazırlatıp, acele ile bir de davetçi göndererek Kureyş kervanında bulunanların hepsini yemeye davet etti. Kervanda bulunanlar Muhammed aleyhisselamı mallarının yanında gözcü olarak bırakıp rahip Bahira’nın yanına gittiler.




Sayfa: 5/5

Ona defalarca buradan gelip geçtikleri halde şimdiye kadar kendilerini davet etmeyip de bugün davet etmesinin sebebini sorarlarken, Bahira gelenlere dikkatle bakıp; “Ey Kureyş topluluğu, içinizden yemeğe gelmeyen var mı?” diye sordu. “Evet, bir kişi var” dediler. Rahip Bahira ısrarla, Onun da çağrılmasını isteyince gidip çağırdılar. Gelir gelmez dikkatle Ona bakmaya, incelemeye başlayan Bahira, yemekten sonra hallerine, işlerine dair birçok soru sordu. Muhammed aleyhisselam da cevap verdi. Bahira gördüğü alametlerin ve aldığı cevapların hepsinin, ahir zamanda gelecek peygamberin sıfatları hakkında bildiklerine tam uyduğunu gördü. Sonra sırtını açıp nübüvvet mührüne baktı ve Ebu Talibe; “Bu çocuk senin neslinden midir?” dedi. Ebu Talib; “Oğlum” deyince Bahira; “Kitaplarda bu çocuğun babasının sağ olmayacağı yazılı, O senin oğlun değildir” dedi. Bu sefer Ebu Talib; “O benim kardeşimin oğludur” dedi. “Babası ne oldu?” deyince de, Onun doğumuna yakın öldüğü cevabını alan Bahira; “Doğru söyledin, annesi ne oldu?” dedi. Ebu Talib; “O da öldü” deyince yine; “Doğru söyledin” dedi. Sonra da ısrarla şöyle dedi:

“Kardeşinin oğlunu hemen memleketine geri götür. Onu, hasetçi Yahudilerden koru! Vallahi Yahudiler bu çocuğu görüp, benim fark ettiklerimi fark ederlerse, Ona bir zarar vermeye kalkışırlar. Çünkü kardeşinin oğlunda büyük bir hâl ve şan vardır. Bu, peygamberlerin sonuncusu olacaktır. Getireceği din bütün yeryüzüne yayılsa gerektir. Sakın bu çocuğu Şam’a götürme, mübarek bedenine bir zarar verirler. Bunun hakkında çok ahd ve misak olmuştur.”

Ebu Talib “Misak nedir?” diye sorunca, Bahira; “Allahü teâlâ bütün peygamberlerden ve en son da İsa aleyhisselamdan ümmetlerine ahir zaman peygamberinin geleceğini bildirmeleri üzerine söz almıştır” dedi. Ebu Talib, Bahira’nın bu sözleri üzerine Şam’a gitmekten vazgeçti ve mallarını Busra’da ucuz fiyata satıp Mekke’ye döndü. Ebu Talib, Bahira’dan işittikleri şeylerden sonra, Muhammed aleyhisselamı daha da çok sevip ömrü boyunca Onu korudu ve her işinde Ona yardımcı oldu. Her hâliyle faziletler ve güzellikler sahibi müstesna bir insan olarak büyüyen Muhammed aleyhisselam, on yedi yaşına ulaştığı sırada Yemen’e ticaret için giden amcası Zübeyr, ticaretinin bereketli olması için Onu da yanında götürdü. Bu seferde de nice harikulade (olağanüstü) hâlleri görüldü. Mekke’ye döndüklerinde Onun bu halleri anlatıldı ve Kureyş kabilesi arasında; “Bunun şanı pek yüce olacak” diye söylenmeye başlandı.
[İsa aleyhisselamdan sonra, bir son Peygamber (aleyhissalatü vesselam) geleceği İncilde bildirilmişti. Bu haber, bütün tahriflere rağmen bugünkü bozuk İncillerde bile vardır. Yuhanna İncilinin 14.babının 16.âyetinde İsa aleyhisselam;

(Allah size, sizinle beraber kalacak bir teselli edici gönderecektir) demektedir.
26. âyetinde ise, (Bu hakiki tesellici size her şeyi öğretecek ve size benim öğrettiklerimi de hatırlatacaktır) demektedir.
16.babın 13.âyetinde ise, (O, size her hakikate yol gösterecektir. Zira O, size kendiliğinden bir şey söylemeyecek, fakat Allah’ın söylediklerini size bildirecektir) demektedir. [Hıristiyanlar (Tesellici) kelimesini (Ruh) diye tercümede ısrar ederler.]

Bundan başka, Kitab-ı mukaddesin Eski Ahd (Tevrat) kısmında Arab ırkından bir Peygamber geleceği yazılıdır. Tesniyenin 18.babının 15.âyetinde, Musa aleyhisselamın İsraillilere, (Rab sizin için aranızdan, kardeşlerinizden benim gibi bir Peygamber “aleyhissalatü vesselam” çıkaracaktır) dediği yazılıdır. Burada bahis konusu olan İsraillilerin kardeşleri, İsmaililer yani arablardır. İşte İncilde ve Tevratta yazılı olan ve Arab ırkından geleceği müjdelenen bu son Peygamber, Muhammed aleyhisselamdır.]



Copyright © Huzura Dogru Dini Kitablar

[/color]

Konular