Tebliğ

[b][color=red]Tebliğ

“Andolsun asra ki, insanoğlu ziyandadır. İman edenler, salih amel işleyenler, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesna.” (Asr Suresi)

“İnsanları dine tatlılıkla davet edin. Müjdeleyin, nefret ettirmeyin. Kolaylaştırın, zorlaştırmayın. Uyumlu olun, geçimsiz olmayın.” (Hadis-i Şerif; Buharî, Müslim, Ebu Davud, Nesaî)

İnsanlık tarihi, farklı bakış açıları doğrultusunda değişik şekillerde okunabilir. Ancak dikkatle bakıldığında, bütün okuyuş biçimlerinin buluştukları ortak bir nokta bulunduğu görülür. O da bütün tarihi insanın ilâhi/evrensel hakikat ile ilişkisinin teşkil ettiğidir.

İnsanoğlunun yeryüzündeki macerasının Hz. Adem aleyhisselam ile başladığını söylemekle, aslında bu gerçeği ifade etmiş oluyoruz. Zira ilk insanın bir peygamber olması, ilâhi/evrensel hakikatin insan nesline tebliğinin de ilk insanla birlikte başlamış olması demektir.

Evet; İnsanoğlu yeryüzünde ilk var olduğu günden bu yana ilâhi davetin muhatabıdır. Bu davetin işaret ettiği yolda fıtratındaki zaaf ve eksiklikler sebebiyle bocaladığında ise, nebevî rehberlikle her zaman yüzyüze olmuştur.

İLK İNSANDAN KIYAMETE KADAR

İlk insanla birlikte başlayan hakikata davet faaliyeti, başta evrensel hakikat elçileri olan peygamberler (hepsine salât ve selam olsun) olmak üzere, ehil ve yükümlü kişiler vasıtasıyla tarihleri ve coğrafyaları aşarak günümüze kadar geldi, kıyamete kadar da devam edecek.

Kur’an ve Sünnet’te, aşağıda çeşitli boyutları üzerinde duracağımız bu faaliyet hakkında pek çok uyarı ve yönlendirme mevcuttur. Rasul-i Ekrem aleyhisselam Efendimiz, bir müslüman için bu faaliyetin ne kadar önemli ve vazgeçilmez olduğunu şöyle ifade buyurur:

“Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, ya iyiliği emreder, kötülükten sakındırırsınız, ya da Allah’ın ilâhi katından size bir ceza göndermesi pek yakındır. Bu durumda O’na dua edersiniz de, duanızı kabul etmez.” (Tirmizî, İbn-i Mace)

İnsanoğlu dünya serüvenini yaşarken, zaman zaman yolunu şaşırdığı dönemeçlerde, Yüce Mevlâ’nın engin rahmetinin bir tecelli ve muktezası olarak peygamberler ile doğru yola kılavuzlanmış ve peygamberlerin oluşturduğu bu ilâhi rehberlik silsilesi Efendimiz aleyhisselam’a kadar gelmiştir. Efendimiz s.a.v.’in son peygamber olmasını iki şekilde değerlendirebiliriz:

Birincisi, O’nun getirdiği Yüce Kitap ve bu Kitab’ın hayata en mükemmel şekilde aktarılması demek olan Sünnet, kıyamete kadar insanlığın karşılaşacağı problemlerin çözümünde yeterli olacaktır.

İkincisi, O’nun bize bıraktığı bu iki kutsal emaneti (Kur’an ve Sünnet’i) en güzel şekilde anlayıp yorumlayan kimseler (ehil alimler), O’nun vârisleri olarak bu görevi kıyamete kadar yürüteceklerdir.

DAVET, TEBLİĞ, İRŞAD

Kur’an-ı Hakim, gerek Rasul-i Ekrem aleyhisselam Efendimiz’in, gerekse diğer peygamberlerin insanlığa yaptığı ebediyet çağrısını değişik ayetlerde iki temel kavram ile ifade etmektedir: Tebliğ ve Davet.

Bu kavramlardan ilki, ilâhi hakikatin erdirici soluğunun insanlığa ulaştırılması, duyurulması; ikincisi ise yine bu çerçevede insanlığın ilâhi hakikatin rahmet sofrasına çağırılması demektir.

Ancak tebliğ kelimesinin, davet kelimesine göre daha geniş bir anlam çerçevesine sahip olduğunu belirtmemiz gerekiyor. Zira davet, hakikatten habersiz olan insanları ona çağırmayı anlatırken; tebliğ, gerek bu davetin muhatabı olan (dışarıdaki), gerekse onu kabul etmiş bulunan (içerideki) insanlara ilâhi hakikatleri farklı mertebelerde duyurmayı anlatır. Elbette hakikatin bu iki sınıf insana tebliğ edilecek veçhe ve boyutları farklı olacaktır.

Davete muhatap olan insana İslâm’ın ilâhi/evrensel doğruları ana hatları ile ulaştırılırken, daveti kabul etmiş insana da, bu hakikatin ruhu olgunlaştırıcı ve kişiyi kemale erdirici boyutları sunulacaktır.

İşte bu anlamıyla tebliğ, “irşad” kelimesi ile örtüşmektedir. İrşad, hakikati kabul etmiş (mümin) kimseleri, imanın daha üst mertebelerine ulaştırmak maksadıyla yapılan bir “olgunlaştırma” faaliyetidir. Aynı kökten gelen “rüşd” (olgunluk), “râşid” (olgun) ve “mürşid” (olgunluğa eriştiren) tabirleri dilimizde yaygın olarak kullanılır.

GEMİYİ DELDİRMEMEK

Nihayet bu çerçevede müminlerin kendi aralarındaki ilişkilerin eksenini teşkil eden “emr-i bi’l-ma’ruf­nehy-i ani’l-münker” yani iyiliği emretmek, kötülükten sakındırmak ifadesini de hatırlamamız gerekiyor. İslâm’ın, sağlıklı ve müstakim bir toplumsal hayat için vazgeçilmez kıldığı temel bir unsur olması dolayısıyla her seviyedeki müminin, kendi konum ve durumuna göre yerine getirmesi gereken temel bir görevdir bu.

Efendimiz aleyhisselam’in yukarıda zikrettiğimiz hadiste yaptığı sarsıcı uyarı, emr-i bi’l-ma’ruf–­­nehy-i ani’l-münker görevinin ne büyük bir ehemmiyet taşıdığını anlatmaya yeterlidir. Burada bu hayati görevin ihmali konusunda Efendimiz aleyhisselam’in yaptığı bir benzetmeyi de aktaralım:

“Allah’ın hudutlarına riayet edenle bu hususta ihmalkâr davranan kimsenin durumu, bindikleri geminin alt ve üst katlarını paylaşmak üzere aralarında kura çeken bir grup insanın durumu gibidir.

Kura sonucunda onlardan bir kısmı alt kata, bir kısmı da üst kata yerleşir. Alt kattakiler su ihtiyaçlarını karşılamak üzere üst kata çıkmak mecburiyetindedirler ve bu esnada oradakilerin üzerine su sıçratarak onları rahatsız etmektedirler.

Bu durumdan kurtulmak için alt kattakilerden biri eline bir balta alarak geminin dibini delmeye başlar. Üst kattakiler ona ne yaptığını sorunca, ‘su alırken size eziyet ediyoruz. Ancak suya da ihtiyacımız var (onun için size eziyet vermeden su tedarik ediyorum)’ der. Eğer onlar buna engel olurlarsa, kendileri de kurtulur, onları da kurtarmış olur. Ama eğer buna seyirci kalırlarsa, hepsi birlikte boğulurlar.” (Buharî, Tirmizî)

HER KOYUN KENDİ BACAĞINDAN MI ASILIR?

Modern ekonomik düşüncelerin “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” ilkesinin toplumsal yansıması, “her koyun kendi bacağından asılır” sözünün anlattığı bir başı boşluk ve nemelazımcılık olarak tezahür etmekte. Bu olumsuzluk müminlerin kendi aralarındaki ilişkiler için asla geçerli olamaz, olmamalıdır. Zira müminler, Kur’an’ın tabiriyle “kardeşler” olarak birbirlerine ilgisiz, kayıtsız ve nemelazımcı olamazlar.

Böyle bir anlayış İslâm’ın ilk dönemlerinde görülmüştü. “Ey iman edenler! Siz kendinize bakın. Siz doğru yolda olunca sapanlar size zarar veremez” (Maide, 105) ayetini kendilerince delil kabul edip kabuğuna çekilme tavrında olan bazı kimselere Hz. Ebu Bekir r.a. gerekli ikazı yaparak bu tavırlarının yanlışlığını göstermiştir. (Tirmizî)

Cenab-ı Mevlâmız şöyle buyurur: “İsrailoğulları’ndan kâfir olanlar Davud ve Meryem oğlu İsa diliyle lânetlenmişlerdir. Bunun sebebi söz dinlememeleri ve sınırı aşmalarıdır. Onlar, işledikleri kötülükten birbirlerini vazgeçirmeye çalışmazlardı.” (Maide, 78-79)

MÜDAHALE ve NEZAKET FARKI

Peki bu durum, müslümanca bir hayat yaşamak iddiasıyla herkesin herkese “müdahalesi” sonucunu doğurmaz mı?

Bu son derece önemli sorunun cevabı hem kaynaklarımızda mevcuttur, hem de geçmişte yaşanmış canlı örneklerle verilmiştir.

Her şeyden önce şunu belirtelim ki, tarihimizde, yukarıda anlamlarını kısaca zikrettiğimiz kavramlardan her birini hayata geçiren ayrı bir kurumsal yapı mevcuttu.

İslâm’ın ilâhi/evrensel hakikatlerini, onlardan habersiz kişi ve toplumlara ulaştırmak, sınır boylarında kurulan “ribat”larda görev yapan ilmiyle amil dervişlerin işiydi. “Lisân-ı hâl lisân-ı kâlden üstündür” gerçeğini onlar en güzel şekilde yaşıyor ve yaşatıyordu. Çevresine daima rahmet, şefkat, fedakârlık, diğergâmlık ve rıfk ile muamele eden, karıncayı bile incitmemeye azami dikkat gösteren bir “olgun insan”ın bu hali, diğer insanlar üzerinde saatlerce, günlerce atılan nutuktan elbette daha kalıcı bir etki yapacaktır.

(Bu vesileyle burada yeri gelmişken belirtelim ki, İslâm tarihinde hiçbir zaman hıristiyan misyonerlerin -gerekirse maddi imkânlar dağıtarak- yaptığı türden bir “akıl çelme” ve “adam çalma” faaliyeti görülmemiştir. Zira bu, hem İslam’ın evrensel prensipleriyle, hem de müslümanın asaletiyle bağdaşmaz. Bu tarihi hakikat günümüzde bile bütün çıplaklığıyla müşahede edilmektedir. Dünyanın her köşesinde belki de her gün onlarca insan müslüman olmakta ve fakat bunların hiçbiri maddi bir çıkar veya dünyevî bir beklenti saikiyle İslâm’ı seçmemektedir. Onları İslâm’a çeken, İslâm’ın evrensel güzelliklerinden ve örnek İslâmî yaşantılardan başka bir şey değildir...)

Öte yandan çarşı pazarda yaşanan hayatın, İslâm’ın güzelliklerine gölge düşürücü davranışlardan uzak tutulması için, yine işinin ehli dirayetli alimlerden seçilen “muhtesip”ler görev yapardı. Toplumsal hayatın her türlü bozulmaya karşı korunmasını amaçlayan bu “ihtisap” görevinin hakkıyla yerine getirilebilmesi için muhtesiplere bağlı olarak çalışan başka alt birimler mevcuttu.

Nihayet sağlıklı bir toplumsal yapının ancak istikamet sahibi bireylerle kurulabileceği bilinciyle, kişinin bireysel arınmasını ve ruhî inkişafını hedefleyen tekke, dergâh ve hangâh gibi kurumlar da, kâmil mürşidler rehberliğinde etkin bir şekilde toplumun manevi inşasını temin ederdi.

Demek ki, bu önemli görevleri yerine getirirken ehliyet ve liyakat vazgeçilmez unsurlardır. Bütün bu kurumsal yapıların mevcut olmadığı günümüzde ise vazife bütün müminlerin omuzlarındadır.

Cenab-ı Mevlâ’nın vahyettiği ebediyyet çağrısını evvela kendi kalbimizle tatmak ve nakış nakış hayatımıza işlemek, sonra da en yakınlarımızdan başlayarak bütün insanlığa nezaketle, nezahatle göstermek ve sunmak, şimdi bizim mükellefiyetimiz...

KAŞ YAPARKEN GÖZ ÇIKARMAMAK İÇİN...

Allah’ın Dini’ni anlatmak, İslâmi bilgi ve bilinç sahibi bireylere düşer. Ancak bunun son derece zor ve hassas bir görev olduğunu hatırdan çıkarmamak gerekir. Davet, tebliğ, irşad ve emr-i bi’l-ma’ruf–nehy-i ani’l-münker görevlerinin hakkıyla yapılması, kaş yaparken göz çıkarmadan yerine getirilebilmesi için aşağıdaki hususlara riayet etmek kaçınılmaz bir zorunluluktur:

Her şeyden önce insani ilişkilerde güven verici olmalı, olumsuz intiba uyandırabilecek davranışlardan uzak durmalıdır.

Hakkında konuşulacak konuyu her yönüyle iyi bilmeli, kulaktan dolma bilgi kırıntılarıyla asla İslâm’ı anlatmaya kalkışmamalıdır.

Muhatabını iyi tanımalı ve eğer mümkünse onunla uzun süreli ve kalıcı bir münasebet kurmalıdır.

Sabırlı, hoşgörülü olmalı, insan psikolojisine dikkat etmeli, kırıcı olmaktan şiddetle kaçınmalı ve uyarıda bulunurken, işi münakaşa ve tartışma boyutlarına asla götürmemelidir.

Kardeşine tavsiye ettiği şeyi kendisi bizzat nefsinde yaşamalı, onu sakındırdığı şeyden kendisi de uzak duruyor olmalıdır.

Eğer yapabiliyorsa, nasihatte bulunduğu kardeşini yanlışa sevkeden sebepleri ortadan kaldırmaya çalışmalı, bunu yapamıyorsa birlikte çözüm aramayı denemelidir.

Müslümanlar arasında ihtilaf konusu olan hususlarda geniş yüreklilikle davranmalı, bu gibi meselelerde görüşlerden birisini dayatmaktan kaçınmalıdır.

Tek doğru olarak kendi meşrebini öne sürmemeli, Kur’an ve Sünnet’e aykırı olmayan diğer meşrepleri aynı şadırvanın muslukları gibi görmelidir.

Önemli Mevzular
Kaynak Belirtmeden Yayınlamak Yasaktır.
--------------------------------------------------------------------------------
Kaynak Nedir ?: Her hakkı saklıdır © [url]www.kasriarifan.com[/url] [/color][/b]