ÇADIRDAN DOĞAN GÜÇ

[b][color=olive]ÇADIRDAN DOĞAN GÜÇ

Muzaffer Taşyürek

Tarihimizde hemen hemen her ay, nice büyük doğuşlara, nice muhteşem dirilişlere şahitlik etmiştir. Ocak ayı da, 600 yıl yaşayacak bir büyük devletin, Osmanlı Devleti’nin doğduğu aydır. Adaletiyle, cömertliğiyle, şefkatiyle yıldız gibi parlayan bir devletin doğduğu ay. Kültürüyle, sanatıyla, mimarisiyle bütün mirası halâ göz kamaştıran bir devletin doğduğu ay.

Onüçüncü asrın ikinci yarısı. Anadolu için için kaynıyordu. “Devlet-i Ebed Müddet” mefkûresinin temsilcisi Selçuklu dağılmış; Anadolu’yu İslâm’a açan Sultan Alparslan’ın devleti, basiretsiz politikalar, iç çekişmeler, kardeş kavgaları ve Moğol saldırılarıyla paramparça olmuştu.

Anadolu’da Selçuklu’nun mirasını paylaşmak için birbirleriyle mücadele eden beylikler ortaya çıkmış, iktisadi, kültürel ve sosyal hayatta yaralar açılmıştı.

Anadolu’nun bir de batısı vardı. Küffara, yani Bizans’a komşu, “uç” tabir edilen, İslâmî terminoloji ile ribatlar. Ribatlarda ise gaziler bulunuyordu.

Gaziler, Selçuklu’dan, Alparslan’dan önce Anadolu’ya giren, fütüvvet kavramını hayatlarının mezkezine koymuş “Horasan Erenleri”ydi. Horasan’dan, Buhara’dan, Semerkand’dan, Belh’ten, Hoy’dan Anadolu’ya gelen yüzlerce gönül adamı, fethin kalbî boyutunu ikmal edip, insanların gönül dünyalarına yeni hedefler, ulvî gayeler göstermişler ve küçük cihattan önce büyük cihadı yaşamayı ve yaşatmayı öğretmişlerdi.

Tarihlere “gaziyan hareketi” olarak geçen bu faaliyet, teşkilatlı bir devlet hareketi değildi. Bu hareket, kendisini İslâm’a adayan fertlerin, imanî disiplini, duygu, düşünce ve aksiyonu bünyelerinde, nefislerinde gerçekleştirmiş bir cemaat hareketiydi.

Hareketin temelini, ceberrut bir anlayış, baskı ve güce dayalı bir otorite değil, sevgi ve inanca dayalı kardeşlik oluşturuyordu. Anadolu, Gazi, Ahî ve Derviş cemaatlerinin ittifakı ile Müslüman yurdu olmuştu.

Yunus’un “gelin tanış olalım” teklifi, “sevelim sevilelim” parolası, Sakarya boylarında, Anadolu içlerinde dilden dile dolaşıyordu.

Sakarya boylarında yine çadırlar vardı. “Dünyaya kazık çakmayı” ayıp sayan bir törenin temsilcileri, daimi bir hareketliliği ve dinamizmi yaşamayı sağlayan çadırlarda, küffara dönük bir hareketlilik içerisindeydiler.

Cihad ruhunu olumsuz yönde etkileyen unsurlardan biri de sabit yapıyı ve sabit olmayı korumak değil miydi? Çadırda yaşayanların, “benim şehrim, benim köyüm” endişesi yoktu. Konduğu konakladığı yeri şenlendiren, sahiplenen ve hep ileriye doğru dünya malı endişesi duymadan ilerleyen bir gücün ve hareketin ufku açıktı.

Orta Asya’dan başlayan o büyük yürüyüşte, sığınak yeri daima çadırlar olmuştur.

Nasıl Alparslan Çadırda doğmuş, çadırda Sarı Hoca’dan dersler almıştı ise, Kara Osman (Osman Gazi) da Şeyh Mahmud’un önünde çadırda diz çöküp dersler almış, edeb ve terbiyeyi çadırda öğrenmişti. Tarihçilerin “400 çadırlık aşiret” dediği Kayı’lar, Gündüz Alp’ın yönetiminde Belh-ü Buhara’dan yola çıkmışlar ve tarihi yürüyüşlerine başlamışlardı.

Asırlar boyu devam edecek olan ve dünyanın gelmiş-geçmiş, en büyük ve devamlı devletinin nüvesini çadırda atmışlardı.

Osman bin Ertuğrul, Anadolu Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubat’tan, yerleşmek için toprak isterken şöyle diyordu:

“Küffar-ı hâksâra, gaza niyetine bu diyâra geldik.”

Söğüt ve Domaniç civarları, Bizans topraklarına komşu yerlerdi. Küffar ile gazaya en müsait mekanlardı. Ertuğrul Bey 400 çadırlık aşireti ile bu bölgeye yerleşirken, Kara Osman çadırlar arasında koşuyordu.

Daha sonra, 23 yaşında babasının yerine beyliğin başına geçtiğinde, kulaklarında Şeyh Edebali’nin şu nasihatları yankılanıyordu:

Oğul;

İnsan vardır şafak vaktinde doğar, gün batarken ölür!

Unutma ki dünya sandığın kadar büyük değildir!

İki parlak güneşe aldanıp, sonra da karda, ayazdan kavrulup gitme!

Güçlüsün, akıllısın, söz sahibisin.

Ama, bunları nerede, nasıl kullanacağını bilemezsen, sabah rüzgarında savrulur gidersin!

Öfken ve benliğin bir olup aklını yener.

Daima sabırlı sebatlı ve iradene sahip olasın!

Azminden dönme!

Çıktığın yolu, taşıyacağın yükü iyi bil!

Her işin gereğini vaktinde yap!

Açık sözlü ol! Her sözü üstüne alma!

Gördüğünü söyleme, bildiğini bilme!

Sözünü unutma, sözü söz olsun diye söyleme!

Ananı atanı say! bereket büyüklerle beraberdir.

Sevildiğin yere sık gidip gelme, muhabbetin kalkar itibarın kalmaz.

Üç kişiye acı; cahiller arasında alime, zenginlikten fakir düşene, hatırlı iken itibar kaybedene.

Unutma ki, yüksekte yer tutanlar aşağıdakiler kadar emniyette değildir!

Ulularla, düşmanı hor görme!

Düşmanını çoğaltma, düşmanlığın başını da sonunu da sen belirle!

Haklı olduğunda kavgadan korkma!

Bilesin ki, atın iyisine doru, yiğidin iyisine deli derler.

Ve 23 yaşındaki Osman Bey, mefkuresini şöyle dile getiriyordu:

“Ekmeğimi gazadan çıkarayım. Hiçbir melike ihtiyaç göstermeyeyim. Böylece hem dünyamı hem ahiretimi kazanayım.” Ve öyle de yaptı...

Sonra gelenlerin öncekilerden farkı yok.

Orhan Gazi Bursa’yı ele geçirdiğinde, yaptırdığı Camiinin kitabesine şunu da yazdırmıştı: “Merzbânu’l-âfâk (ufukların sahibi)”

Onlar devletlerinin temellerini atarken ufukların sahibi idiler. Çadır da ufuklarını daraltmadı. Aksine çok sonra gelenlerin ufukları saray duvarlarınca kuşatılınca, duraklama, gerileme ve çöküş başlamış oldu.

400 çadırın başlattığı o muhteşem tarih serüvenini Namık Kemal şöyle dile getirir:

“Biz ol nesl-i kerim-i dude-i Osmaniyeyiz kim,

Muhammerdir serapâ mayemiz hun-i şehâdetten.

Biz ol âlihimem erbab-ı cidd-ü içtihadız kim,

Cihangirâne bir devlet çıkardık bir aşiretten.”
[/color][/b]

Konular