İNSAN VE MUKADDES YOLCULUĞU

[b][color=blue]İNSAN VE MUKADDES YOLCULUĞU

M.Saki Erol

İnsan bir yolcu. Rabbinden gelip yine O’na dönen yolda, bazen tökezleyip düşen, bazen de kanatlanıp uçarcasına yol alan bir yolcu. Altında, dizgini sağlam tutulmazsa hangi çıkmazlara götüreceği belli olmayan bir binek: Nefis. Ve her an önüne düşüp, yolundan saptırmaya hazır sahte bir kılavuz: Şeytan.
Yolun da, yolculuğun da farkında olan insanın adı mümin. Elinde vahiy pusulası, önünde rehberlerin en güzeli. Ve bir kafile: Başında, o en güzel rehberin veraset makamında bir kılavuz. Yaratıcı’nın bahşettiği kulluk ve halifelik sıfatına yaraşır bir yolculukla, yine O’na yürüyen bir kutlu kafile.

Bu yolculuk nasıl anlatılır, nasıl anlaşılır?

İslâm’ın beş temel esasından biri olan hac yolculuğu, pek çok hikmetinin yanında, bu manevi yolculuğun da bir sembolüdür.

Şunu biliyoruz ki, manevi yolculukta da, mukaddes beldelere yolculukta da, ancak hakiki bir rehber nezaretinde bulunmak menzili kolay kılar. Ayrıca, üstadla beraber yolculuk yapmanın; batınî olduğu kadar zahiren de O’nun tasarrufatı ve nazarı altında bulunmanın hazzını, insan ne kadar dikkatli olursa olsun, üstadsız duyamaz, alamaz.

Böyle bir maddî-manevî gözetim altında, zahirî ve batınî edeblerine dikkat edilerek mübarek beldelere yapılan bir yolculuk, insanı hangi iklimlere kanatlandırır, neler yaşatır?

Evvelâ evinden ayrılıp, mübarek beldeleri hac veya umre için ziyaret, insanın Yaratıcısı’na olan sevgisine işarettir. Müminin sevdiği herşeyini, vatanını, evini, ailesini, ana-babasını, kısacası onun için değer taşıyan herşeyi bir mukaddes gaye için terkedip, bu çileli ve zahmetli ama kudsi yolculuğa çıkabilmesi, ancak ondaki muhabbetullah duygusunu ifade eder.

Yolculukta ilk durak, Allah’ın Habibi (A.S.)’ın şehri, O’nun mübarek mekânı, ulvî kapısıdır.

O’nun beldesine, Ravza-i Mutahharası’nın bulunduğu Medine-i Münevvereye varış, o Nebiler Nebisi’nin (A.S.) huzurunda Rabbü’l Alemin’e kulluğu ilan etmektir. Çünkü en büyük kulluğu, o Habib-i Edib yapmıştı. İnsan bu yüksek huzurda Rabbine kul olmanın hakiki şuuruna erer, o huzurda ubudiyet duygusu ulaşabildiği en son zirveye ulaşır.

Bu müberra belde ve mücella makam, yani Ravza-i Mutahhara hakkında birşeyler söylerken, sanki iffetiyle tanıdığımız bir namus abidesini anlatıyor gibi yanlışın en küçüğüne dahi düşmemek için titreriz. O’nun nurlu semtine giren her ruh, adeta vicdanının derinliklerinde Nabi’nin

Sakın terk-i edebten, kûy-u Mahbub-u Hüdâdır bu

Nazargâhı ilahîdir, Makam-ı Mustafadır bu.

seslenişinin yankısını duyar ve irkilerek kendine gelir.

Gönüllere aralanan kapılar ve ruhlara açılan menfezlerin çokluğu gibi, Ravza-i Mutahhara’nın da pek çok kapıları vardır. Bu kapılar arasında en meşhuru Babu’s-Selâm kapısıdır. Selâm verip bu kutlu kapıdan içeriye girenler, iki adım ötede gönüllerin efendisiyle sanki zahiren de karşılaşacakmış gibi bir duyguya kapılırlar. Böyle bir hisle kendilerini bambaşka bir iklimin kollarında bulurlar..

Peygamber huzurunda bulunmanın vakar, ciddiyet ve temkiniyle namaz kılan, dua eden, salât ve selâm okuyan Hak aşığı gönül erlerinin arasında, nurlu bir koridorda yürüyormuş gibi ışık alarak, aşk ve şevkle dolarak, mübarek muvaceheye doğru ilerleyen kalbi uyanık bir insan, her adım başı akla hayale gelmedik sürprizlerle karşılaşacağı heyecanıyla yürür. Muvaceheye ulaşan nezih ruhlar, artık gözleri hiçbir şey görmüyormuşcasına sadece O’nu anar, inler; sadece O’nunla teselli bulurlar. Hele bir de önceden oranın aşkıyla yanıp tutuşmuş, hayalinde birkaç defa o pâk eşiğe baş koyup, gönlünün sınırsızlığıyla oraya varmışsa, işte o zaman o hali izah etmede sözler anlamsızlaşır.

Ravza-i Mutahhara karşısında hayat hep bir hülya ve rüya gibi yaşanır. Ona yönelen ruh, O’nun (A.S.) elinden ilahî aşk şarabı içip mest olmuş gibi bir türlü bu mana aleminden ayrılmak istemez. Orada fikirler durur, ruhlar manevi duyguların cezbesine teslim olur, gönülleri bir vuslat arzusu kaplar.

Bu eşsiz mekânda hayat, aşk ve şevkin gel-gitleri arasında bir vuslat demi, bir şeb-i arus muhabbeti içinde yaşanır. Her ağlayış, her inilti, Dost’un Dostu’na açılan kapıların gıcırtıları gibi yüreklere şevk ürpertileri salar. Ruh adeta “vuslat, vuslat” nağmeleriyle inler de inler.

Burada duvarlar, sütunlar ve aşk matkaplarıyla oyulmuş gibi duran kubbeler, hatta döşemeler, sergiler; herşey mavi, yeşil, sarı her rengin nazlı çiçeklerini andıran güzelliklerin derinliklerine açılmış, yol almış gibidir.

Pâk, nezih bir ruha benzetebileceğimiz Merkad, yani Ravza ve yeşil kubbe, aşıkların duygu ve düşünce dünyalarındaki derinliklerle yanyana gelince, öyle yüce bir anlam taşır ki insan bulunduğu yeri Cennet’ten kopup gelmiş bir parça sanır.

Sonraki durak Mekke-i Mükerreme’dir. Oraya varış Marifetullah’tır. Ravza’da ubudiyetin sırrına eren kul, artık Beytullah’ta marifet makamına ermeye hazırdır. O mübarek mekânda Marifetullah’ın tadına varılır.

Kâbe’nin bulunduğu yerin böyle büyük bir gaye için tahsisi, Adem (A.S.) yeryüzüne teşrifinden belki binlerce yıl öncesinden kararlaştırılmıştı.

Her yıl Ehl-i İman, dünyanın dört bir yanından türlü vasıtalarla onun yumuşak, yemyeşil ve ötelere kanat açtıran iklimine koşar. Bu kutlu yolculukta hemen herkes başka bir alemin ufkunda, farklı bir aleme yol aldığını hisseder gibi olur.

Bu mübarek yolculuk eskiden binek hayvanlarıyla yapılırdı. O devirde Hacılar başlarında tâbi oldukları üstadlarının himmet ve manevi tasarrufatı altında Mekke-i Mükerreme’ye varıncaya dek yüzlerce makam ve merkad’e uğrar, Enbiya-yı İzam’ın yaşadığı yerleri ziyaret eder, rabıta ile manen onlarla buluşur, görüşürdü. Evliya ve Asfiyanın meclislerine koşar, onların aydınlığından ışık alarak, mana alemlerinden gelecek olan varidatı duymaya hazır hale gelir ve sonra da gidip Hakk’ın kapısına tutunurlardı.

Kabe-i Muazzama dost mahremiyetine açık bir haremlik, çevresi herkese açık bir selamlıktır. Safa ve Merve tepeleri hakikat semasını temaşa için hazırlanmış birer kuledir. Makâm-ı İbrahim öteler ötesine yükselten bir merdivendir. Ve Zemzem Kuyusu bu aşk meclisinde adeta bir sâki... Bunların hepsi birden aşk yolcusunu selamlayınca, insan adeta uhrevileşir. Ruhunda açılan pencerelerden Melekut Alemi’ni temaşaya başlar ve engin ufuklara doğru yol alır. Beytullah’ta her vazifenin kendine göre bir ilahî huzuru vardır. Artık imanlı sinelerin bu büyünün tesirinde kalmamaları mümkün değildir.

Evet, bütün bunlar, bu hâleti ruhiye, ancak manevi bir terbiyecinin rehberliğinde, onunla beraber o mukaddes mekânları ziyaretle mümkün olabiliyor. Zahirî ve manevî ziyaret adabını en ince noktasına kadar bilen ve tatbik eden Üstad’a mutabaat sayesinde, ulaşılması hiç de kolay olmayan bu manevi hazlar tadılabiliyor.

Manevi yolculukta nefsin ve şeytanın tuzaklarından sıyrılıp kâmil olmak, hedeflenen menzile varmak elbette zor. Ama Cenab-ı Mevlâ, bu zorluğu aşmanın yolunu da öğretiyor: “Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve sadıklarla beraber olun!” (Tevbe/119) Bu ferman-ı ilahî, müttaki olmayı salih kullarla beraber olmaya da bağlıyor. Artık müminin ilk işi bu yolda kâmillerle beraber olmak değil midir? Zira Allah Nebisi’nin (A.S.) güzel hâl ve ahlâkıyla ahlâklanmış rabbanî alimler, bu güzide ahlâkı derece derece yaşar ve etrafına yayarlar. Böylece salih ve sadıklarla beraber olan kişinin günden güne kemalâtı artar.

İnsanı insan yapan özellik, Yüce Yaratıcının muradı doğrultusunda hareket etmesi, nereden gelip, nereye gittiğinin farkında olmasıdır. Aksi halde her ne kadar diğer mahlukattan farklı görünse de, aslında onlardan bir farkı kalmayacak.

Eğer kul bu manevi haz ve dereceleri elde ederek o temiz beldeleri ziyaret edebiliyorsa ne mutlu ona!

Ve asıl yolculuğunda; ebedi saadete giden manevi yolda, iman, edeb ve samimimiyetle yol alabiliyorsa ne mutlu!

Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun.

[url]www.semerkanddergisi.com[/url][/color][/b]

Konular