İnsan olmanın ölçüsü dert sahibi olabilmektir

[color=black][size=18px]İnsan olmanın ölçüsü dert sahibi olabilmektir


İslami metinlerde İnsani değerler mütalaa edilirken "dert taşımak" ya da "dert sahibi olmak" insanlığın temel ölçüsüdür denir. Yani insan, "dert hissettiği" ve "dert taşıdığı" ölçüde insandır, hissettiği derde göre ölçülür onun insaniyeti.



İnsanla hayvanın en belirgin farkı, insanın birtakım mesuliyet duyguları taşıması ve birtakım "dertleri’’ olmasıdır, İnsan dışında kimsenin; hayvanların, ya da insan görünümünde olduğu halde insanlıktan zerrece nasibini almamış, insaniyet ruhundan tamamıyla yoksun bulunan insan kılıklı tersyüz mahlûkların böyle bir sorunu yoktur, "dert" taşımaz onlar...

Meselenin etraflıca izahını yapabilmek için her şeyden önce "dert" kavramı üzerinde duralım biraz. İlk bakışta ters gelebilir bize; ne demek yani "dertli olmak"

Bilinen kadarıyla dert, istenmeyen bir şeydir; insan derdi uzaklaştırmalıdır kendinden, ona çare aramalı, çaresi neyse ona bakmalıdır...

O halde nasıl olur da "dert"in insani olmanın ölçüsü olduğu söylenebilir?! Bu durumda, insanlığın mihengi olup, değerleri değerli kılan şey nasıl "dert" olabilir?!.. Dertli olmayı kim ister ki? Derdin iyi bir şey olduğunu kim söyleyebilir? vs.

Evet, bu ve benzeri daha birçok sual gelebilir akla...

Fakat pek çok konuda olduğu gibi bu konuda da iyice ve sıhhatli bir metotla düşünmeden önyargıda bulunmamak gerekir.

Aksi halde varılacak sonuç yanlış olacaktır.

Önce meselenin kaynağını aramak gerekir. Bir hastalık vardır, bir de hastalığa sebep olan mikrop... Kötü olan mikroptur, iltihap, tümör vb. şeylerdir, hastalığı bunlar icat eder zaten. Vücuda bir mikrop girer ve hastalığa sebep olur; bu mikrobun vücuda girmesiyle zamanla dert ve acı kendini gösterir. Bir parmağın kesilmesi hoşa gidecek bir şey değildir, kötüdür elbet; ya da midede başlayan bir sancının hoş bir tarafı yoktur. Kısacası sonucu bir kayıp ve hasar alacak olan yaranın ve hastalığın varlığı iyi bir şey değildir...

Ancak dert -ya da burada örneğini verdiğimiz gibi bir hastalığın ağrısı- insan için bir uyarı ve haberdir, sonucu uyanış olacak bir mesajdır. Hatta vücut ağrıları için de aynı durum söz konusudur.

Mesela bir insanın başı ağrıyorsa, başındaki bu ağrı yerinde bir arıza meydana geldiğini gösterir; ağrı varsa bir hastalık da vardır. Ağrı, bu hastalığın habercisidir. Söz konusu ağrıdır ki sizi hastalığın, vücuttaki bir yaraya ya da bir mikrobun varlığına müteveccih kılar; bu uyarı sonucu hastalığın varlığı meydana çıkınca da onun tedavisine başvurur ve tehlikeden kurtulursunuz. Görüldüğü gibi ağrı, tehlikeyi bildiren bir alarm zilidir. Ya da mesela makine ve motorların ısı ve sürat seviyelerini gösteren göstergelere benzer; bu aletin kötü bir tarafı yoktur ki; kötü olan, hoşa gitmeyecek olan arabanızın su kaynatması ya da yağının azalmış olmasıdır. Ancak bunları vermekten başka bir şey yapmayan gösterge aracının kötü ve zararlı olduğu düşünülemez.

O halde vücuttaki bir ağrı, bir hastalığın habercisidir; o ağrının duyulmaması halinde hem hastalık belli olmayacak, hem de hasta, tedavi olmaya çalışmayacaktır. Ancak ağrı, onu hastalığından haberdar eder ve tedavi yollarına başvurmaya mecbur bırakır. İşte hastaya bir "dert" olan bu ağrı kötülenemez, onu iyileşmesi için uyarmaktadır çünkü o halde bu dert bir "nimet"tir aslında

"Onu bir tadıverdin mi, acısını;

Bundan böyle "senden başkasına tapmam" der.

"Senden başkasına yönelmem" diye söz verirsin artık.

Anlamışsındır çünkü ağrının seni uyandırdığını,

Uyanışa sebep olup hastalığı sana bildirdiğini

O halde şu hakikati unutma ey hakikati arayan:

Uyanmıştır artık, derdi olan

İşi sezmiş, farkına varmıştır...

Kim daha uyanıksa bil ki daha dertlidir

Kim daha bilgiliyse rengi daha fazla sararmıştır..."[1]

Evet, kimin derdi daha çoksa, her kim başkalarının hissedemediği bazı dertleri hissedebiliyor, diğerlerinin duyamadığı bazı acıları duyuyor ve taşıyorsa; bu dertleri hissedebildiği, bu acıları duyabildiği ölçüde diğerlerinden daha uyanık ve daha bilgilidir. Dertsizlik, acı taşımama ve hiçbir mesuliyet duygusu hissetmemezlik bir çeşit ruhi çıplaklıktır, duygusuzluk ve anlayışsızlığa denktir. Dert taşıma ve acı hissetme ise uyanışa, bilinç ve idrak yeteneği kazanmaya eşittir...

Bir durumda hangisini tercih eder insan?

Uyanık, akıllı ve bilgili olup dert taşımayı, acı hissetmeyi, "dertli" olmayı mı?

Yoksa "dert"inden bihaber olup ahmak, akılsız ve aptalca yaşamayı mı?

Yâni "bilme" ve "uyanık olmanın’’ getireceği dert ve acıyı "cehalet", "bilgisizlik", "bihaberlik" ve "duygusuzluk"tan doğan rehavet ve rahatlığa tercih etmez mi?

Bir atasözü vardır "Sokrat olup zayıf ve cılız düşmek; besili bir domuz olup semirmekten yeğdir"...diye.

Yâni Sokrat olup da bilge ve akıllı, fakat zayıf, fakir ve mahrum olmak; bir domuz olup her türlü rahat ve refaha sahip, fakat aptal, duygusuz ve anlayışsız kalmaktan daha iyidir...





İnsanın sorun ve derdi



İnsanın derdi nedir? İnsanın derdi derken mesela bir baş ağrısı mı gelmelidir akla? İnsanın insanlık boyutu söz konusu ediliyorsa meselenin baş ağrısı ya da benzeri bir dert olmayacağı açıktır. Çünkü herhangi bir hayvanın da pekala başı ağrıyabilir. İnsanın başı, eli, kolu ya da ayağının ağrıması ona insani bir dert kazandırmaz; uzuv ve vücut ağrıları hayvanda da vardır, insanda da; her ikisinde de görülebilecek olan bu ağrının ortaya koyduğu dert" hayvani" bir derttir; maddi ve şahsa münhasırdır. Ancak insanın derdinden söz edilirken insanın derdi, onun "dert taşıması", "derde sahip olması"dır diyenlerin kastettiği dert böyle bir dert, böyle bir ağrı değildir, bambaşka bir şeydir o; insani değerlerin kıymeti, insani değerlere değer katan şeydir.

İslam ariflerince de tanınmış ve tespit edilmiş bir "dert"tir bu... Arifler bu derdi pek mukaddes bilir, insanın ancak kendi nevine münhasır bir özelliği olduğunu söylerler Hatta insanı meleklere üstün kılan şeyin de bu olduğuna inanırlar; insan melekten üstündür, çünkü o dert taşır, meleğinse derdi yoktur. Ariflerin sözünü ettiği bu dert "Allah'ın peşinde olan", "Allah'ı arama", "Yaratan'ı arayış derdi"dir. Yalnızca ariflerin görüşü değildir bu, buraya kadar sözü edilen çerçeve dahilinde İslam'ın da görüşüdür aynı zamanda. Bir hakikattir bu; insan ilahi bir soluktan gelmedir, asıl mayası budur; apayrı bir dünyaya aittir insan. Yaşadığı bu dünyada, tabiatta mevcut olan bunca varlıklar arasında bir yabancılık hisseder, bütünüyle onların cinsinden olmadığını anlar. İçinde yaşadığı dünyanın her şeyi gariptir ona; insan bu dünyada adeta bir yabancıdır, gurbettedir. O, kendisiyle içiçe yaşadığı tabiatı yadırgar ve garipser, çünkü onunla tam olarak aynı cinsten değildir, bu yüzden de bu dünyada hep yabancılık duygusuna kapılır, gurbette olduğunu hisseder, bir "sıla"sı vardır sanki hep onun hasretini duyar içinde, onu arar durur hayatı boyunca... Her şey; gördüğü, tanıdığı her şey fanidir, geçicidir, sürekli bir değişim içindedir; hiçbir şey gönül verilecek, kendisine bağlanılacak türden değildir... Oysa insanda sürekli bir ölümsüzlük düşüncesi vardır, sürekli bir "hep kalıcılık" merak ve endişesi vardır, bir fırtına gibi hep içinde taşır onu, hep tedirgindir...Onun "dert"i işte budur... İnsanı Yaratıcısına itaate, Allah'a ibadete, Rabbine hamd-u senada bulunup O'nunla dertleşmeye ve O'na yaklaşmaya cezbeden güçtür bu!



İnsanın sorun ve derdiyle ilgili örneklendirmeler





İslam irfanı bunu anlatmaya çalışan örnekler, deyimler, teşbihler ve kıssalarla doludur. Bazen Hindistan ormanlarında, hemcinsleriyle bir arada yaşamaktayken tutulup kafese konulan bir papağan misaliyle anlatılmak istenir. Hayvancağız hep üzgün hep mahzundur; dertlidir daima...Vatanından ırak düşmüş, gurbete getirilmiştir, hürriyetine kavuşup vatanına, içinde yaşadığı, içinde doğup büyüdüğü ormana doğru kanatlanıp uçacağı anı bekler durur boyuna... Bütün kaygısı budur, "dert"i, vatan hasretidir.

Kimi zaman, yuvasından ırak düşen bir kuşa teşbih edilir...

Bu hususta en güzel teşbihi yine Mevlana yapar ve insanı, sazlıktan kesilip getirilen bir "ney"e benzetir, daima ah-u figan etmede, ağlayıp inlemede, hüzünlü bir sesle yürekleri parçalamadadır. Çünkü onu vatanından koparmışlar, "öz"ünden ve "asl"ından ayrı düşürmüşlerdir:

"Dinle... Şu ney nasıl şikayet etmede, bak; ayrılıkları anlatmada:

Diyor ki: Beni kamışlıktan kesip getirdiklerinden beri feryadımla kadın- erkek herkes ağlamıştır.

Ayrılıktan şahrem şahrem olmuş bir gönül isterim ki iştiyak derdini anlatayım ona

Aslından uzak kalan kişi, buluşma zamanını bekler hep...

Ney gibi iki ağzımız var adeta; biri onun dudaklarında gizli sanki...[2]

Kimi zaman da Hindistan'dan getirilen bir filin hikayesi örnek verilir, sürekli tepesine vururlar bu filin, aksi takdirde vatanı olan Hindistan'ı hatırlamakta ve huysuzluk etmektedir:

"Fil ne zaman uyuyacak olsa

Hindistan girerdi rüyasına

Eşekse rüyasında Hindistan'ı görmez hiç

Hindistanlı değildir ki sıla hasreti çeksin."[3]

Evet; derler ki Hindistan'ı rüyasında gören tek hayvan fildir... Eşek Hindistan'ı rüyasında görmez hiç; çünkü oralı değildir, vatan hasreti yoktur onun. Bu şiirde insan asıl temadır, gerçekte o anlatılmak istenir bu örneklerle... Ayrı bir alemin hasretiyle kasılıp kavrulan tek yaratığın insan olduğu, yeryüzünde ancak onun irfani bir dert ve irfani bir kaygı taşıdığı anlatılmak istenir. Hakka kavuşmanın, Rabbiyle buluşmanın, O'na doğru yönelip O'na yakın olabilmenin derdiyle yanıp tutuşan insandır.

--------------------------------------------------------------------------------

[1]- Mesnevi, s.18.

[2]- Mesnevi, cilt.1, ilk beyitler.

[3]- Mesnevi, Farsça'sında: s.400.





İnsanı Kamil(Ayetullah Murtaza Mutahhari)
[/size][/color]