İtikadi ve ameli mezhepler
Kelime olarak [b]mezhep, takip edilen, gidilen yol [/b]demektir. Mecazen de şahsî/ferdî (kişisel) görüş, inanç ve doktrin manalarında kullanılmaktadır.
Din açısından ise müctehidin, dinin ayrıntılarına ilişkin, kendine mahsus kural ve yöntemlerle oluşturduğu inanç ve hukuk sistemini ifade eder. Bir başka deyimle; müctehid sıfatını kazanmış bir İslam aliminin, hüküm bakımından kapalı veya kesin olmayan (zannî) ayet ve hadisleri İslamâın temel esaslarına aykırı olmayacak şekide yorumlayarak getirdiği çözümler topluluğuna mezhep adı verilir. İslâm tarihinde mezhep kelimesi genel olarak itikadî, fıkhî, siyasî görüşlerin hemen hepsi için kullanılmıştır.
Mezhepler tarihi ile meşgul olan alimler, İslâm mezheplerini Peygamberimizden (s.a.v.) rivayet olunan bir hadise göre tasnif etmişlerdir. Bu hadiste Yahudilerin yetmiş bir, Hıristiyanların yetmiş iki fırkaya ayrıldığı, İslâm ümmetinin ise yetmiş üç fırkaya ayrılacağı; cehennemden kurtulacak Müslümanların, Resûlüllahâı ve ashabının yolunu takip eden fırka âbaşka bir rivayette de, birlik ve beraberlikten ayrılmayan cemaat- olduğu belirtilmektedir.(1)
***
[size=18px][color=darkblue][b]MEZHEPLERİN ÇIKIŞ SEBEPLERİ[/b][/color][/size]
İslam dünyasında mezheplerin oluşumunu, ortaya çıkmasını etkileyen pek çok sebep saymak mümkün. Ancak meseleyi uzatmadan şöyle özetleyebiliriz:
[b]Sevgili Peygamberimiz [/b](s.a.v.) hayatta iken sahabiler arasında herhangi bir ihtilaf söz konusu değildi. Dinden gerek inanç, gerek ibadet ve muamele ve gerekse âdap ve ahlâka dair anlayamadıkları/anlaşamadıkları bir mesele çıkarsa, [b]Resûlüllah[/b]âa (s.a.v.) sorarlar, o da açıklardı. Râşit halîfeler döneminde de bu hususlarda herhangi bir sıkıntı olmamıştı. Sahabe ve tâbiîn devirlerinde ise, akaid ve amele dair bir mesele ortaya çıkarsa, hemen güvenilir alimlere müracaat edilir, cevabı alınır, karışıklık çıkmasına fırsat verilmezdi. Ancak daha sonraki devirlerde, kendilerine güvenilir zatların yavaş yavaş azalmaları sebebiyle, Müslüman halkın sıkıntılarını gören bazı alim ve müctehidler, akaid ve fıkıh alanındaki görüşlerini açıklayıp yaymaya başladılar. Nitekim hicrî birinci asrın sonlarından itibaren mezheplerin kurucuları, gerek akaid ve gerekse fıkıh sâhasındaki çalışmalarını yoğunlaştırdılar. Onların bu görüşlerini dinleyen, okuyup yazan insanlar da, bunlara uyarlardı. Böylece bu zatların görüş ve ictihatları, halkın anlayışında bir mezhep olarak yerleşti. Bununla birlikte hemen ifade etmeliyiz ki, bu büyük alim ve imamlardan hiçbirisi, '[b]Ben bir mezhep kuruyorum, bana uyunuz[/b]!' diye, halkı kendi görüşlerine tâbi olmaya çağırmamışlardır. Devlet adamlarının, makam-mevki ve nüfuz sahibi kimselerin davet ya da emirleriyle de bir mezhep kurmaya yeltenmemişlerdir.
Bilindiği üzere insanların anlayış-kavrayış ve idrak seviyeleri farklıdır, istek ve ihtiyaçları çeşitlilidir. Dolayısiyle dinin esasına uygun olmak kayıt ve şartıyla fıkhî ihtilafların/farklılıkların da caiz olması bir kenara, ümmet için bir rahmettir, kolaylıktır. Onun içindir ki Peygamber Efendimiz, müctehid ictihadında isabet ederse iki sevap, iyi niyetle Allah rızası için yaptığı bu ictihadında hata ederse bir sevap alacağını söylemiştir.(2)
***
[b]KAÇ ÇEŞİT MEZHEP VARDIR?[/b]
İslâmâda ki türlü mezhep vardır:
[b]1. İtikadi Mezhepler:[/b] İmanla-inançla ilgili konulardaki görüşler.
[b]2. Ameli Mezhepler: [/b]İbadet ve muamelelerle ilgili konulardaki görüşler.
[color=darkblue][b]İTİKADİ MEZHEPLER[/b][/color]
İman esaslarını kabul etme konusunda bir çok görüş ve mezhep vardır. Bunlar da iki gruba ayrılır:
[b][color=blue]a) Hak Mezhepler veya Ehl-i Sünnet Mezhepleri.[/color][/b]
[b]b) Batıl Mezhepler veya Ehl-i Bidâat Mezhepleri.[/b]
[b]Ehl-i Hak[/b] veya [b]Elh-i Sünnet[/b], dinî yorumlarda [b]Peygamber Efendimiz[/b]in (s.a.v.) ve [b]sahabe[/b]nin (r.anhüm) yolunu takip edip onları örnek alan, sahabe arasında ayrım yapmadan onları bütün olarak seven ve kabul eden mezheplerin adıdır.
[b]Ehl-i bitâat [/b]ise, yorumlarını daha ziyade kendi görüş ve fikirlerine dayandıran, ashaptan bazılarını sevgide aşırıya kaçan, bazılarına karşı da nefret duyan mezheplerin adıdır.
***
İtikadi ve ameli mezhepler yorumları
hhmercan
22.04.2009Allah razı olsun kardeşim ...
çok gerekli, faydalı bir paylaşımda bulunmuşsunuz ...yolcu
22.04.2009[b]MEZHEPSİZLİK NEREYE GÖTÜRÜR?[/b]
Büyük âlim [b]Muhammed Zâhid el-Kevserî [/b][i]rahmetullâhi aleyh,[/i] mezhep tanımama, kabul etmeme tehlikesi ile ilgili olarak, [b]âMezhepsizlik dinsizliğe köprüdürâ[/b](6) başlıklı makalesinde bakınız neler söylüyor:
âMezhepler sağlam temeller üzerine oturtulmuştur... Peki son zamanlarda liderlik sevdasıyla biri ortaya çakır da müctehidlerin ictihadlarının yerine kendi görüşünü ikâme edip, insanları, mezhepleri bırakmaya çağırır; mezheplerin mensuplarını şaşkınlık içerisinde bırakmaktan ve gösteriş budalalığından öte bir esasa dayanmayan kendi imamlığını (müctehidliğini) mezhepsizlik üzerine oturtmaya çalışırsa eğer, siz kendisini böyle bir vesvese ve kuruntuya kaptıran birine ne dersiniz?..
âBöyle birine, ya deli teşhisi konulmamış fakat tımarhâneye götürülmemekle hata edilmiş bir mecnûn dersiniz; yahut da böyle bir adamın delilerin akıllılarından mı, yoksa akıllıların delilerinden mi olduğunu kestiremezsiniz her halde...
âBir müddetten beri bazılarından buna benzer nâralar duymaya başladık. Ki bunlar, akıllarınca müctehid imamların ictihadlarını ortadan kaldırmaya yönelik olarak şerâî sâhalarda ictihâda yelteniyorlar... Bu kuruntularına kulak asmadan önce, bana kalırsa, bunların akıllarından bir zorlarının olup olmadığı hususunda bir tıp doktoruna muâyene ettirilmeleri gerekir. Kendilerinde birazcık akıl bulunduğu tesbit edildiği takdirde, bunların, İslâm ümmetini din ve dünya işlerinde parçalamaya yönelik hedefler peşinde koştukları ve üzerlerine İslâm güneşi doğduğundan beri aralarında devam eden uzunca bir kardeşlik döneminden sonra bu ümmeti birbirleriyle didişmeye ve boğazlaşmaya sevk edecek melâunca gâyeler güttükleri ve kesinlikle bu dinin düşmanlarından oldukları ortaya çıkar.
âBasîretli ve akl-ı selim sahibi bir Müslüman bu gibi propagandalara kanmaz. Evet, böyle bir Müslüman, tâbiûn devrinden beri bu dînin usûl ve furûunu Efendimizâden (s.a.v.) tevârüs ettikleri gibi koruyan müctehid imamların etrafından ayrılmaya çağıran bir nâra işittiğinde, yahut kulağına mezheplerden birine yönelik bir böğürtü çalındığında, mutlaka bu meşâûm (uğursuz) sesin çıkış yerini aramalı, bu fitne yuvasını muhakkak keşfetmelidir.
âİslâmî ilimleri hakkıyla okuyan samimi bir Müslümanâdan böyle bir ses duyulmaz. Bu ses, olsa olsa İslâmî ilimleri üstünkörü, başlıklar hâlinde ve kendi emellerine hizmet edecek kadar öğrenip, İslâm âlimleri arasında gizlenmiş sahte bir Müslümanâdan duyulabilir. Akl-ı selim sâhibi bir Müslüman, kendisinde mevcut basîret nûruyla araştırdığında, bu nâranın çıkış yerinde, Müslümanlarâın dertleriyle sadece gösteriş olsun diye dertlenen birine rastlayacaktır. Öte yandan bu adamın, Müslümanlarâın dert ve sıkıntılarına aldırış etmeyen bir takım kimselerle sarmaş dolaş olduğunu, ancak fazilet güneşinin batış yerinden (Batıâdan) gelen eskiler hâriç, önüne gelen her eskiye düşman kesilen bir kimse olduğunu görecektir.
âİmam Ebû İshak el-İsferâyinîânin buyurduğu gibi, âBu işin önü safsata, sonu zındıklıktır...â
âBu meşâum dâvet, yalnızca dinsizliğe uzanan bir köprüdür. Böyle bir dâvetin istilâ ettiği diğer ülkeler, küfür bataklığına saplanarak mahv olmuşlardır.
âMüâmin, parmağını bir delikten iki kere ısırttırmaz...
âAkıllı o kimsedir ki, başkasının uğradığı musîbetlerden ders alır.
âDoğruyu Allah söyler (ve söyletir), doğru yolu gösteren de odur.â
[u][b]DİPNOTLAR[/b][/u]
1) Tirmizî, Sünen, İman, 18; Ebû Dâvud, Sünen, Sünnet, 1; İbn Mâce, Sünen, Fiten, 17; Dârimîmî, Sünen, Siyer, 75.
2) Buhârî, Sahîh, İâtisâm, 21; Müslim, Sahîh, Akdiye, 6;
3) Muamelat: Muameleler, işlemler demektir. Fıkıhta fert ve aile hukuku, aynî haklar, mîras, ticaret, borçlar ve iş hukukuyla ilgili konular.
4) el-Mektûbât, 1, 286.
5) Prof. Dr. Faruk Beşer, Sorular ve Cevaplarla Günlük Hayatımız, Bilge Yayıncılık, İstanbul 2003, s. 15-21
6) Said Ramazan el-Bûtî, Mezhepsizlik İslâm Şerîatını Tehdit Eden En Tehlikeli Bidâattir.yolcu
22.04.2009[color=blue][b]AMELDE HAK MEZHEPLER[/b][/color]
Fıkıhtaki (ibadet ve amele dair olan konularda) ihtilaflar, akaitteki ihtilaflar gibi insanı bidâat ve dalâlete götürmez. Nitekim fıkhî meselelerde ictihatların farklılığı ümmet için rahmat sayılmıştır. Böylece zaman ve mekânlara göre Müslümanlara genişlik-rahatlık ve kolaylıklar sağlanmıştır.
Amelde hak olan dört mezhep sırasiyle şunlardır:
[b]1. Hanefî mezhebi[/b]
Mezhebin kurucusu [b]İmam-ı Aâzam Ebû Hanîfe[/b]âdir (rh.). Hicri 80 (M. 699) yılında Kufeâde doğmuş, 150âde (M. 767) Bağdatâta vefat etmiştir. Aslen varlıklı bir aileden gelen [b]İmâm-ı Aâzam[/b] hazretleri, ilim öğrenme ve öğretmenin yanında ticaretle de meşgul olmuştur. Ticari hayatı, günlük meseleleri iyi bilmesine, ihtiyaçları yakından tanıyıp problemleri kolay ve isabetli çözmesine yardımcı olmuştur.
[b]İmam-ı Azam Ebû Hanife[/b] (rh.) ictihatlarında daima insanların ihtiyaçlarını, dinin inanç ve ameldeki maksadını, temel kriterleri dikkate alarak hareket etmiştir. Mezhebin en önemli özelliği, ayet ve hadislerin hükmü ile aklın yorumu arasında makul bir dengenin oluşudur. Dört ana şerâî delilin yanında örf ve âdet gibi ferâî delilleri, kamu yararını daima göz önünde bulundurmuş, kişi hak ve hürriyetlerinin korunmasını düstur (ilke) edinmiştir.
Kaynaklarda, [b]İmâm-ı Azam[/b]âın (rh.) dört bine yakın talebesinin olduğu ifade edilir. Bunlardan kırk tanesi ictihad yapabilecek seviyeye gelmiştir. [b]İmam Ebû Yusuf [/b]ve [b]İmam Muhammed [/b](İmameyn) rahımehümAllah en meşhur iki talebesidir. Ebû Hanîfe (rh.), Ehl-i Irak fıkhının temsilcisidir. Mezhep ekseriyetle Türkiye, Balkanlar, Türkistan, Hindistan, Pakistanâda yaygındır.
[b]2. Mâlikî mezhebi[/b]
Mezhebin kurucusu [b]İmam Malik[/b]âtir (rh.). Hicri 93 (M. 711) yılında [b]Medine[/b]âde doğmuş, 179 (M. 795) yılında yine [b]Medîne[/b]âde vefat etmiştir. Mezhebin en önemli özelliği, [b]İmam Mâlik[/b]âin [b], o günün ilim merkezi durumunda olan Medine halkının uygulamasına büyük ehemmiyet vermesidir. Ona göre, Medinelilerin ameli, mütevatir sünnet (en kuvvetli sünnet) hükmündedir. Mezheb genellikle Mısır ve Kuzey Afrikaâda yaygındır. İmam Mâlik, ehl-i hadis veya ehl-i Hicaz fıkhının temsilcisidir.
[b]3. Şâfiî mezhebi[/b]
Mezhebin kurucusu [b]İmam Şâfiî[/b]âdir. Hicri 150 tarihinde (M. 767) [b]Filistin[/b]âin [b]Gazze[/b] şehrinde doğmuş, 204âte (M. 819) de [b]Mısır[/b]âda vefat etmiştir (rh.). [b]İmam Mâlik[/b]âten Hicaz fıkhını, [b]Ebû Hanîfe[/b]ânin talebesi olan [b]İmam Muhammed[/b]âden de Irak fıkhını öğrendi. [b]Mezheb[/b]inin en önemli özelliği, âdeta [b]Hanefî ile Mâlikî fıkhının terkibi[/b]/sentezi (birleşimi) niteliğinde olmasıdır. Şâfiî mezhebi genellikle Mısır, Suriye, Irak, Horasanâda yaygındır. Ayrıca Türkiyeânin Doğu ve Güney Doğu bölgelerinde de epeyce mensubu bulunmaktadır.
[b]4. Hanbelî mezhebi[/b]
Mezhebin kurucusu [b]İmam Ahmed b. Hanbel[/b]âdir (rh.). Hicri 164âte (M. 780) [b]Bağdat[/b]âda doğmuş, 204âte (855) de yine [b]Bağdat[/b]âta vefat etmiştir. [b]İmam Ahmed b. Hanbel [/b]ibadet ve muamelat konularında iki ayrı usûl benimsedi. İbadetle ilgili hususlarda ayet ve hadislere çok sıkı sarılmakla birlikte, muamelat(3) konularında (günlük hayatın icapları) bir şeyin haram olduğuna dair ayet ve hadislerde açık bir delil yoksa, onun mubah olduğuna hükmederek daha serbest bir anlayış geliştirdi. Mezheb genellikle Hicaz, Filistin, Mısır gibi ülkelerde yaygındır.
Bu dört hak mezhepten başka daha otuza yakın amelde hak mezhebin olduğu bilinmektedir. Ancak bunların bağlıları kalmadığı için kitaplarda sadece isimleri vardır.
***
[color=darkblue][b][size=18px]HAK BİR MEZHEBE UYMAK GEREKİR Mİ?[/size]?[/b][/color]
[b]Müctehid[/b] olmayan Müslümanlara, müctehidleri taklid eden anlamında [b]mukallid[/b] denir. Mukallid durumunda olan her Müslümanın, Hak mezheplerden birine, mutlaka bağlı kalması gerekir. Onun için en emin, en güvenli yol budur.
[b]İmâm-ı Rabbânî [/b](k.s.) hazretleri buyuruyorlar ki:
â[b]Kitap ve Sünnetâin îcabına göre inanmak[/b] (Müslüman olabilmek için) [b]nasıl zarûri ise, müctehid imamların onlardan istinbat ve istihraç ettiği [/b](Kurâan ve hadislerden çıkartıp ortaya koyduğu) [b]hükümlerin gereğince amel etmek de zarûridir. Hâl böyle olunca; helâl-haram, farz-vâcib, sünnet-müstehab gibi hükümleri bilmek de aynı şekilde zarûri olmaktadır.
âMüctehidlere uymak durumunda olan [/b](mukallid) [b]bir kimsenin, Kurâan ve hadisten, müctehidin görüşüne aykırı olarak hükümler çıkartıp alması ve onunla amel etmesi câiz değildir.[/b] (Mukallid bir Müslüman için) [b]gereken; kendisinin, tâbi olarak taklid ettiği mezhebinin müctehidi tarafından ihtiyar edilen kavil [/b](seçilip alınan hüküm) [b]ile amel etmeyi tercih etmektir.â [/b](4)
Meselâ, ülkemizde yaşayan Müslümanların çoğunluğu [b]Hanefî[/b] mezhebine mensuptur. Bu mezhebe göre [b]namazları cem etme ameli [/b](iki vakti birarada kılmak), [b]sadece hac esnasında tatbik edilir[/b].
O da [b]Arafatâta cemâ-i takdim [/b]yapılarak, öğle vaktinde öğle ile ikindi namazları birleştirilir; önce öğle sonra da ikindi namazı birbiri ardınca kılınır.
[b]Müzdelifeâde[/b] ise, akşam namazı teâhir edilerek yatsı ile birleştirilir ki, buna da [b]cemâ-i teâhir [/b]denir. Bunların dışında âister hac sırasında, ister haccın hâricindeâ hiçbir zaman ve mekânda, şartlar ne olursa olsun, iki vaktin namazını birleştirmek Hanefî mezhebine göre câiz değildir.
Ashâb-ı kirâmdan [b]Abdullah b. Mesâûd, Saâd b. Vakkas ve Abdullah b. Ömer[/b] (r.anhüm) gibi bazılarından da bu görüş rivâyet edilmiştir.
[b]Hasan-ı Basrî, İbn Sîrîn, İbrahim Nehâî, Esved [/b](rahımehümüllah) gibi bir kısım [b]selef-i sâlihîn [/b]de bu görüştedir. Bir rivâyette [b]İmâm Mâlik[/b]âin (rh.) tercihi de bu yöndedir.
Bu durumda, [b]Hanefî [/b]mezhebine mensup olan bir Müslümanâın, yukarıda belirtilen zaman ve mekânların dışında, hiçbir hâl ve şartı bahane edip iki vaktin namazını bir vakitte birleştirerek kılması câiz olmaz. Diğer meseleler de aynen bunun gibidir.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin açıkladığı üzere, mukallid durumundaki Müslümanların, mensubu bulundukları mezhebin görüşlerine göre amel etmeleri şarttır, zarûridir. Şuurlu bir Müslüman, aksi yöndeki iddialara kulak vermez.
Bizim dinimizde, sıradan herkesin kendi kafasına göre âyet ve hadislerden hüküm çıkarma ve keyfine göre amel etme gibi bir saçmalığa yer yoktur.
Hatta, değil İlâhi bir dinde, hiçbir beşerî sistemde bile kanunları her önüne gelenin kendi kafasına göre yorumlaması, ictihad etmesi gibi bir karmaşaya izin verilmez.
Çünkü böyle bir uygulamanın sonucu, toplumda rahatlık ve huzur değil, aksine anarşidir, terördür. Bu da, aklı başında hiçbir fert ve toplumun kabul ve tasvip edebileceği bir durum değildir.
Ayrıca belirtmek gerekirse, [b]dinî meselelerde ihtiyaç yeni ictihadlara değil, tefekküredir; fikir plânında yapılacak çalışmalaradır. Bunlar da hiçbir sûrette katâî nasslarda ve hakkında icmaâ bulunan mevzûlarda olmamalıdır[/b]. [b]Zira bu noktalarda değil âdüşünce üretmekâ, hakiki bir müctehidin ictihad etmesi dahi câiz değildir[/b]. Meselâ namazın, orucun, zekâtın, haccın farziyeti; onların rükünleri, vakitleri hususunda ictihâda asla yer yoktur. İslâmâın fıkıh usûlü bunu böyle ortaya koymuştur. Nitekim [b]Mecelle[/b]âde de bu husus, â[b]Mevrid-i nassda ictihâda mesağ yokturâ[/b] kâidesiyle belirtilmiştir.
Ama üzülerek ifade edelim ki günümüzde, [b]namaz[/b]da olduğu gibi, [b]hacc[/b]ın, [b]kurban[/b]ın da vakitlerinin değiştirilerek yılın 12 ayına yayılabileceği, yani senenin her mevsiminde yapılabileceği icitihâd(!)ında bulunma cürâetini bile gösteren sözde müctehidlere rastlamak mümkün. Hem de isimlerinin önünde kocaman kocaman ünvanlarıyla... Ve bunu da âbilimsellik!â adına yaptıklarını söylüyorlar ki, [b]Allah[/b]âtan âşayet kabilse, istidatları varsaâ hidâyetlerini istemekten başka ne dileyebiliriz!
Peki, günümüzde bir Müslümanın mutlaka bu dört mezhepten birine bağlı kalması şart mıdır?
Bu sorunun cevabı ve bu husustaki daha pek çok meselenin halli için, dilerseniz [i]Prof. Dr.[/i] [b][i]Faruk Beşer [/i][/b][i]Beyâe[/i] kulak verelim. O, [b]âBir Mezhebe Bağlanmaâ[/b] başlığı altındaki yazısında dikkat çekici şu açıklamalarda bulunmaktadır:
âİslâmâın asıl kaynağı Kurâân-ı Kerim ve onun açıklayıcısı olan hadîs-i şeriflerdir. İcma, kıyas ve diğer şerâî deliller de aslında Kurâânâa tabi olduklarından, aslolan yine Kurâanâdır ve bu anlamda Kurâan İslâmâın tek ve yegâne kaynağıdır. Her müslüman fert için asıl olan da Kur'ânâa göre yaşamaktır.
âİslâm bütün insanlara ve geldiği andan itibaren bütün zamanlar için gönderilmiştir. Bu süre içinde olacak olanlar sürekli ve sonsuzdur. Oysa, Kurâân-ı Kerimâin ifade ettiği hükümler; bu hükümlerin esası olan ve bizim telaffuz ettiğimiz kelimeler itibariyle, sınırlıdır. Sınırlı olan hükümler sınırsız olayları anlatamayacağına göre, yenilenen olaylara paralel hüküm üreten bir kaynağın bulunması gerekir ki, bu da içtihatâtır. İçtihat, İslâmî hükmü belli olmayan bir olayın hükmünü Kurâânâa uygun olarak ortaya koyma çabası olduğuna göre, içtihat yapacak şahsın, esas kaynak olan Kurâân-ı Kerimâi, onun açıklaması olan sünneti ve bu ikisinin onayladığı icmaı yeterince bilmesi gerekir. Ta ki asıl kaynaklarda belirtilen bir hükümden habersizce ve kendi görüşü ile, asıl olana zıt bir hüküm ortaya koymasın ve olaylar arasındaki ilgiyi görerek isabetli hüküm verebilsin.....
â... Allah Rasûlü (s.a.v.) hayatta iken vahiy devam ettiği için, yeni yeni ortaya çıkan meselelerin hükmünü öğrenmek problem değildi. Rasûlüllahâın vefatından sonra ve ona yetişen arkadaşlarının (sahabe) varolduğu sürede ortaya çıkan meselelerin hükmü, onlara soruldu ve onların müçtehit olanları, ayetler ve hadisler ışığında görüşlerini açıkladılar. Arkasından onları izleyenler (tâbiûn) geldi. Meseleler de çoğaldıkça çoğaldı. Bu meseleleri de tabiûnun müçtehitleri cevaplandırdılar, bunlar hakkındaki görüşlerini, yani mezheplerini açıkladılar ki, işte İmam Ebû Hanife ve İmam Malik bunlardandır ve o dönemde onlar gibi daha yüzlerce müçtehit vardır. Meselesi olan vatandaş, gidip onlardan herhangi birisine sordu ve davranışını ona göre ayarladı. O dönem bu açıdan çok zengin bir dönem oldu ve bu dönemin müçtehitleri on binlerce meselenin hükmünü tesbit etme başarısını gösterdiler.
âBüyük imamlar olan Ebû Hanîfe, Malik, Şâfiî ve Ahmed b. Hanbel (Allah onlardan razı olsun) hem birçok meziyetleriyle halk tarafından benimsendikleri, hem de daha çok mesele hallettikleri için onların görüşlerine, yani mezheplerine daha çok başvurulur oldu ve onların görüşleri yazılıp tesbit edilebildi. Diğerlerinin görüşleri ya unutulup gitti veya başkalarının ağzından çok sıhhatli olmayan yollarla ve tek tük aktarılabildi. Dolayısı ile içtihat adına en önemli dönem olan o dönemden bize bütünüyle sağlıklı olarak sadece bu âDört İmamâın ve arkadaşlarının görüşleri aktarılabildi.
âOnlardan sonra da yüzlerce müçtehit gelmiş olmakla beraber, henüz onlar kadar kapsamlı müçtehitler çıkmadığı kabul edilir. Çünkü onlar işin kaynağına yakın idiler, hadislerin sahih olan ve olmayan yollarını tanıyor, kendilerinden önceki sahabenin ittifak ettikleri noktaları iyi biliyorlardı. Sonradan zorunlu olarak ortaya çıkan bir sürü hadis ilmine ihtiyaçları yoktu. Arapçaânın henüz bozulmadığı bir dönemde yaşıyorlardı ve Kurâanâı anlamak için çok önemli olan Arapçaâyı, bir çaba göstermeksizin iyi biliyorlardı. Ve belki de bütün bunlardan ve daha benzeri meziyetlerden ötürü Allah Rasûlü Efendimiz (s.a.v.), onların da âhayırlı asırâda bulunduklarını haber vermişti.. Oysa, daha sonra gelen müçtehitlerin sözünü ettiğim konularda ilave ve fazla bilgiye ihtiyaçları oldu. İşleri arttığından ötürü seviyeleri de öncekilere göre küçük kaldı, içtihat etmelerine rağmen onlar kadar kapsamlı olamadılar. Ve o âdört imamâ hep zirvede kalmaya, tabir caizse rekoru ellerinde tutmaya devam ettiler.
âBöyle bir özetten sonra başlıkla ilgili soruya dönelim: Madem ki, esas olan Kurâân-ı Kerim ve onu açıklayan sünnet-i seniyyedir; öyleyse bir müslümanın ille de âdört imamâdan birini taklit etmesi ve âKitabâa ve âsünnetâe değil de onun görüşlerine uyması şart mıdır? Hatta bu uygun olur mu?
âBöyle bir soruya cevap olarak söyleyeceğimiz ilk şey, onlara uymanın Kitap ve Sünnete uymaktan başka bir şey olduğu izlenimini vermenin, yanılgı ya da yanıltmaca olduğudur. Çünkü onlara uymak ve onları taklit etmek, Kitap ve Sünnet karşısında, onların görüşlerini benimsemek demek değil, Kitap ve Sünnete onların yorumu ve anlayışı ile bağlanmak demektir. Tabi olunan/uyulan, yine Kitap ve Sünnettir. Herkesin Kitap ve Sünneti yeterince bilip kavraması zor (imkansız değil) olduğundan, herhangi bir büyük imamı (müçtehit) taklit etmek, pratik anlamda vacip, yani gerekli görülmüştür.
âAncak bu gerekliliği, dinî anlamda âfarzâ görme yanılgısına da dikkat çekmek gerekir. Çünkü bir şeyin farz ya da haram olduğuna hüküm verme hakkı, sadece Allahâa ve Onun kendi adına hüküm koyma yetkisi verdiği Rasûlüne aittir....
âÖyleyse [bir müslümanın] Kitabı ve Sünneti yaşamada bir mezhep imamını rehber edinmesi gereklidir ve bunun dört mezhepten biri olması konusunda da âdeta icma vardır. Çünkü belli bir dönemden bize sıhhatli olarak aktarılan içtihatlar onların içtihatlarıdır. Bu, onların özellikle ibadet ve akide ile ilgili herhangi bir meselede bu dört görüş mecmuasının dışında bir görüşün olamayacağında ittifak yani icma etmeleri anlamına gelir ki, fıkıh usûlünde âmürekkep icmaâ diye tabir edilir. İcma ise genel kabul gören görüşe göre bağlayıcı bir delildir....
â... Şunu da itiraf etmeliyiz ki, herkesi rehbersiz olarak Kitabı ve Sünneti yorumlama hatasına düşüren sebeplerden biri de, hiçbir mezhebin ve mezhep imamının kabul etmediği âmezhep taassubuâ olur....
âMezheplerin kolay taraflarını araştırmak ve ihtiyaç yokken sırf nefsinin arzusuyla işine gelenleri almak... caiz değildir. Çünkü bu dine değil nefse uymaktır. Delilsiz hareket etmektir. Bizi, kabul edilmeyen toplamacılığa/telfike ve âmürekkep icmaâ ile caiz olmadığında ittifak edilen sonuçlara götürür....
â[Hâsılı], mezhep, Kurâanâda ve Sünnette bulunup açık olmayan ya da hiç bulunmayan konular hakkında görüş demek olduğuna göre, âDört mezhep de nereden çıktı?â deyip herkesi güya Kurâânâa ve Sünnete göndermek, aslında dört değil, dörtyüz milyon mezhep kabul etmek demektir. Çünkü her şey Kurâânâda açıkça bulunsaydı zaten mesele olmazdı. Bu yüzden, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, meselâ Hanefî mezhebine bağlı yaşamak, Kurâânâı ve Sünneti bırakıp Ebû Hanîfeâye uymak değil, belki Kurâânâı ve Sünneti onun anlayışı ile kabullenmek, yani Kurâânâa ve Sünnete Ebû Hanîfe penceresinden bakmak demektir.â(5)
***yolcu
22.04.2009[b]HAK MEZHEPLER (Ehl-i Sünnet Mezhepleri)[/b]
İtikatta Ehl-i Sünnet Mezhepleri ikidir:
[color=darkblue][b]1. Eşâarî mezhebi[/b][/color]
Mezhebin kurucusu İmam Eşâarîâdir. Basraâda doğmuş, Bağdatâda vefat etmiştir. İmanla ilgili mevzularda ayet ve hadisleri temel almakla birlikle bunların anlaşılmasında akla da yer veren bir mezhep anlayışıdır. Şâfiîler, Malikiler genelde Eşâari mezhebindendir. Mezhep, Kuzey Afrika, Endonezya ve Hicazâda yaygındır.
[b][color=darkblue]2. Maturîdi mezhebi[/color][/b]
Mezhebin kurucusu, İmam Mâtüridîâdir. Kendisi Türkistanâın Semerkant şehrinin Mâtürid köyündendir. Mâtüridilik, imanla ilgili mevzularda ayet ve hadisleri temel almakla birlikte dinin anlaşılması konusunda aklı temel kabul etmiş bir mezheptir.
Mâtürîdî akaidinin temelini İmam-ı Azam Ebû Hanifeânin (rh. 80/699 - 150/767) içtihatları-görüşleri, bilhassa onun Fıkhuâl-ekber isimli eseri teşkil eder.
Mâtürîdîler fıkıhta İmam-ı Azam Ebû Hanifeânin (rh.) yolunu takip etmiştir. Hanefilerin büyük çoğunluğu Mâtüridî mezhebine bağlıdır.
Mezhep, Türkiye, Balkanlar, Orta Asya, Hindistan, Pakistanâda yaygındır.
Çoğunlukla Türkler fıkıhta Hanefi, itikatta ise Mâtüridi mezhebindendir.
***
İtikatta bu iki hak mezhebe üçüncü olarak â[b]Selefiye[/b]âyi ilave edenler olsa da buna gerek yoktur. Çünkü [b]Ehl-i Sünnet[/b]âin tuttuğu, takip ettiği yol zaten selefin yoludur. Kaldı ki sonraları â[b]Selefilik[/b]â, selefin yolu ve görüşleri olmaktan çok [b]İbn Teymiye [/b]ve [b]Muhammed b. Abdülvahhab[/b]âın mugalatalarını-düşüncelerini yansıtır hale gelmiştir.
[b]Selefîler[/b], ilk olarak Hicri 4. yüzyılda ortaya çıkmışlardır. Bunlar, amelde [b]Hanbelî[/b] mezhebine mensuplardı. Görüşlerinin, Selefiye inancını canlandıran ve bu inanca ters düşen görüşlere karşı mücadele eden [b]İmam Ahmed İbn Hanbel[/b]´e (rh.) ait olduğunu söylüyorlardı. Ancak [b]Hanbeli[/b] mezhebinden olan bazı zatlar; onların bu görüşlerinin, [b]Ahmed İbn Hanbel[/b]´e (rh.) ait olduğu hususundaki sözlerine katılmamışlardır.
[b]Selefiye[/b] inancı Hicrî 7. yüzyılda tekrar ortaya çıkmış ve bu de¬fa bu görüş, [b]İbn Teymiyye [/b]tarafından ihya edilmeye çalışılmıştır. [b]İbn Teymiyye[/b], Müslümanları yoğun bir şekilde bu görüşü kabul etmeye davet etmiş ve kendine göre, zamanının gerektirdiği bazı düşünceleri (!) de [b]Selefiye[/b] görüşüne ilave etmiştir.
Daha sonra [b]Selefiye[/b] inancı Hicrî 12. yüzyılda [b]Muhammed b. Abdülvahhab[/b] tarafından Arap yarımadasında yeniden ortaya çıkarılmıştır. Günümüzde de [b]Vehhabîler[/b], Müslümanları bu [b]Ehl-i Sünnet[/b] dışı görüşe davet etmekte ve bu görüşleri şiddetle savunmaktadırlar.
[b]Hanbelî[/b] mezhebinde olduklarını iddia eden bu insanlar, bazı çok temel mevzularda [b]Ehl-i Sünnet [/b]çizgisinden ayrı görüş ve inançlara sahiptirler. Mesela [b]tevhid inancı [/b]yani [b]Allahâın birliği [/b]meselesi, [b]şefaat, tevessül, rabıta, kabir ziyaretleri[/b]⦠gibi hususlarda işi, [b]Sünnîler[/b]i [b]tekfir[/b]e kadar götürmüşlerdir. Bu akım Hicri 4. yüzyılda ortaya çıkmış ve bu görüşü benimseyenler, görüşlerinin, [b]Ahmed İbn Hanbel[/b]´e ait olduğunu söylemişlerdir. Ancak [b]Hanbeli [/b]mezhebinden olan bazı zatlar bu görüşlerin, [b]Ahmed İbn Hanbel[/b]´e ait olduğu hususunda bunlara katılmamışlardır.
[b]Bâtıl Mezhepler [/b](Ehl-i Bitâat Mezhepleri)
Ehl-i bidâat mezhepleri de ikiye ayrılır:
[b]a) Küfre düşmeyenler,[/b]
[b]b) Küfre düşenler[/b].
Küfre düşen bidâat mezheplerinin temeli, İslamâın ana esası olan âyet ve hadislerin görüşlerine uymayan, genellikle kişilerin kendi arzu ve hevesleri doğrultusunda uydurdukları iddialardır ki, bunların sayıları çoktur.
***
Konular
- Yaptıklarımızın Hesabını Vermeye Hazırlıklı Mısınız.
- Kur'an Nasıl Bir Devlet Yönetimini Öneriyor.
- Kendimize Rab lar Edindiğimizin Farkında Bile Değiliz.
- Sesli düşler
- Ömürden Kaybolan Bir Senemiz
- Yardıma ihtiyacım var
- Hakan Kenan Hoca
- Türkiye'nin Gururu Lingerium
- Zorunlu Trafik Sigortası
- Kur'an ın Bizlere İndirilme Amacını Doğru Anlamalıyız.
- Rivayetleri Aklamak Adına, Kur'an a Saygısızlık Yapmayalım.
- Allah ın Affetmesi, Şefaati Konusunu Nasıl Anlamalıyız.
- Hac Suresi 47, Zümer Suresi 42. Ayetlerin. Ölüm Ve Rüya İlişkisi.
- Allah ın Sınırlarını Aşarak, Kafirlerden Olmak İstemiyorsak.
- Kur'an neden arapça indirilmiştir. Zuhruf 2-3. Fussilet 44. Ayet.
- Elbette tek vatan bö-lü-ne-me----yiz
- Bizleri dinden saptıran en büyük yanlışımız.
- Çalışanlarınızın network trafiğini DeskGate ile inceleyin
- DeskGate en iyi sirket guvenlik programi
- Pekala ölmüyormuyuz
- Siber saldırı ve afetlere karşı veri yedekleme yazılımı DeskGate
- Işsizlik sel gibi
- Ad adres telefon
- Nuhilik (noahidizm)
- Isa beklenen yahudi mesih midir?
- Cümle kapısı..
- Karagöz İle Hacivat Konuşmaları 3
- Nasreddin Hoca Fıkraları
- Allah ın resulünün bizlere örnek oluşunu, hangi kaynaktan öğrenmeliyiz?
- Ayşecik İle Yasemin Sultan