Dostum, Ağabeyim, Kızkardeşim Umutsuzluk

O’nunla lise yıllarımda, bir dünya görüşünün sancağı göndere yükselsin diye boynumdaki damarlar yırtılırcasına slogan atarken tanışmıştım. Sancak düştükten sonra yine karşılaştık. O’nunla, göğsümüz ileride, ellerimiz kalplerimizin üstünde bağırırken yukarıya, o sancağa bakarken tanışmıştım. Sonra o sancağa bakarken aramızdan bazılarının ellerinin ceplerindeki cüzdanın üzerinde durduğunu göz ucuyla fark ettiğimde yine karşılaştık. O’nunla, o gece, başımı sahildeki kayanın yosunlarına “artık bitti! Artık sona erdi!” diye fısıldayarak yasladığımda tanışmıştık. Sonra bir gün, bir cadde ansızın aydınlıklar içinde kaldığında, üstüne her şeyimi koyup ileriye sürdüğüm kartın kaybettiğini öğrendiğimde yine karşılaştık.

O yurt yıkıldıktan, telefon hatları kesildikten sonra bile, sırf tuşların müziğini bir kez daha duyabileyim diye numarayı yıllar sonra tekrar çevirdiğimde bir telefon kulübesinde karşılaşmıştık. Kulübenin içi şaşkınlık içinde yüzüme bakakalmıştı. O’nunla Eruh’ta, bir uzman çavuş bana “La sen sivilde gaç para mayış alıyong!” diye sorduğunda tanışmıştım. Sonra bir gün, Bayrampaşa’da bir partinin ilçe başkanıyla ihaleler ve existansiyalizm üzerine konuşup gülüşürken yine karşılaştık. O’nunla, kız kardeşim bir kafede saçlarımı okşarken birden ciddileşip; “Sen öldüğünde.. ancak işte o zaman anlayacağım senin dünyada ve benimle birlikte olduğunu” dediğinde tanışmıştım. Sonraki buluşmamızda ona; “Hayır, bildiğin gibi değil hem dünyada hem de gözü dışarıda olmak..” diye söylerken kendimi yakaladığımda yine karşılaştık. O’nunla, Vapura binmek ve Galata köprüsünü yürüyerek geçmek olmasa bu şehre tahammül edemeyeceğimi düşündüğümde karşılaşmıştık. Sonra bir gün köprünün orada, o köşede durmuş boğazın sularına bakarken, sudan neşe içinde sıçrayan balıkların ağızlarında aslında o saydam ipliklerden olduğunu fark ettiğimde yeniden karşılaştık. O’nunla, kardeşlerimin karınları büyümeye başlayınca, ağızlarına ihtiyaten birer ceset alıp konuşmaya başladıklarını fark ettiğimde tanışmıştık.



Dünyada gördüğüm en güzel şeyin her şeye rağmen ayrılık olduğunu; çünkü en güzel dünya şeyinin bile bir imâ, bir remiz, bir sembol, bir imge olmaktan öteye geçemeyeceğini, ölümün gerçek ve var olduğunu, mezarlarımızın bize doğru sürünerek yaklaşmakta olduğunu fark ettiğimde yine karşılaştık. Onunla, üzerinde çalıştığım ilk şiiri bitirdiğimde karşılaşmıştık. Şimdi her bitirdiğim şiirden sonra yine karşılaşıyoruz. O’nunla her sabah, bağcıklarımı “Ya Allah! Fakat.. yine mi!” diye iç geçirmeden bağlayamadığımı açıkça fark ettiğimde karşılaşmıştık. Bağcıklarımı çözerken her akşam karşılaşıyoruz.



Ve fakat Umutsuzluk benim ağabeyim ve kız kardeşim olmasaydı, ilk gençliğimde dünyayı dolduran şeylerin üzerine yeterince büyük bir yükseklikten ekmek kırıntıları atamayacaktım. Dünyayı başarmanın iğrenç, zevksiz, düşük bayrak yarışına katılacaktım. Ağızları herhangi bir banka hesabını kabartacak biçimde ve “Evet efendimler” için özel olarak oyulmuş izlenimi veren o canlılardan biri de ben olacaktım. “Evet deyiciler”in önlerine, biraz yükseğe koyup önünde rükûa ve secdeye gittikleri şeyleri ilginç bulmayı seçebilecektim. Aşağılanacak, günlük yaşama ihtiyaç duyacaktım. Dünya beni şimdikinden daha çok esir alacaktı. Onun herhangi bir saçmalık rejimine esir düşecektim. Ters çevrilmiş bir kaplumbağa olduğum doğru. Umutsuzluğa alıştığım doğru. Çırpındığım doğru. Bu şekilde öleceğim doğru. Ama dünyanın bu iğrenç düzeneği için -böylece- işe yaramaz olduğum ve kullanılamaz olduğum da doğru.



Bu şerefin verdiği kıvanmayla çırpınmamın, giderek yeni doğmuş bir çocuğun dünyayı anlamamaktan doğan neşesine dönüştüğü bile doğru. Anlaşılamayacak olan kirin, fitne fücûrun karşısında, ellerini sebepsiz çırpan bir çocuğun bilgi birikimine ve suçsuzluğuna susadığım doğru. O’nu, Peygamberi görsem ki şuradan, şu sokağın köşesinden döndü ve bana doğru geliyor şimdi... bir sinir boşalması içinde hüngürdeyeceğim çok doğru......

Konular