Hiç, Hiççilik, Hiç Olmak, Hiçin Felsefesi, Tasavvufta Hiç (2)

[img]http://www.denizlerkitabevi.com/vitrin/kbimg/cch/prd/2/200/730922.jpg[/img]
Hiç, Hiççilik, Hiç Olmak, Hiçin Felsefesi, Tasavvufta Hiç (2)
İlk yazımızda Hiç kelimesini ağırlıklı bir şekilde kullanınca daha sonra içimde buna bir itiraz yükseldi. Hâlbuki tasavvuf ve tarikat literatüründe bunun yerine Fena terimi kullanılmaktaydı. O yazıda buna hiç değinmemem, bu terimi hiç kullanmamam daha sonra ilgili yazıda büyük bir eksiklik olarak görüldü. Gerçi hiç ve fena tasavvuf ve tarikat kültüründe birlikte kullanılmaktaydı ama hiç genellikle bir aksiyonu, düşünce jimnastiğini, murakabe çeşidini ifade ederken fena ve ondan türeyen fenafillâh bir hal ve makama işaret etmekteydi. Hiç aksiyonu, murakabesi insanı fenaya, o da fenafillâha götürür, şeklindeki bir düşüncede kelimeler yerli yerinde kullanılmıştır, diyebiliriz.

Allah dostu olmak kolay değildir. Bir Müslüman ve mümin nefis sahibidir. Genellikle cehennemden korktuğu ve cenneti arzuladığı için haramlara karşı sabır gösterir, onlardan kaçar; ibadetlere de tahammül eder. Bu da onu maksadına Allahın izniyle ulaştırır.

Allah dostluğu ise bunların üzerindedir. Nefis genellikle zikir ve rabıta nurları ile terbiye olunur. Bunun için bir Müslümanın günlük ibadetlerinin üstüne en az onun iki katı kadar daha nafile ibadetler eklenir. Yani zikir ve rabıta çok zaman alır. Bir de tasavvuf ve tarikat yolunda sünnet-i müekkede olan şeyler farz hükmüne geçtiği için ibadet hayatı hayli vakti işgal etmiş olur. Örneğin teheccüt namazı en başta bu kategoride yer alır. Tehecceüt namazı olmadan tasavvuf ve tarikat yolunda hal ve makam sahibi olmak mümkün değildir. Teheccüt namazı tasavvuf ve tarikat yolunda farz hükmündedir. Ayrıca kişinin işrak, duha, evvabin namzalarına da gücü ve imkânı yettiğince devam etmesi gerekir. Tabii bütün bunlardan önce üzerinde kaza orucu ve kaza namazı varsa bunların gereğini yerine getirmesi de gerekmektedir. İşte tüm bunlardan sonra nefis yavaş yavaş nurlarla terbiye olunmaya başlar. Belli bir dereceye gelindiğinde kişi bu nurları müşahede edebilir. Hatta ötesinde güneş gibi etrafa nur saçtığını da kalp gözüyle görebilir.

Nurlar nefsi terbiye ettiği gibi cinni şeytanları da uzaklaştırır. Yani bu yolda cinni şeytanlarla mücadele de devreye girebilir. Tabii bu durum arizidir. Herkeste olmaz. Bu yoldaki kişilerin binde birinde olur. Zikrinde ve rabıtasında istikrar gösteren sofilere cinni şeytanlar pek yaklaşamazlar. Musallat olamazlar. Allah dostunu şeytanlardan koruyan şey, tecelli-i nurdur. Bu tecelli az veya çok olabilir. Az olduğu zaman cinni şeytanlardan gelen bazı sıkıntılara tahammül etmek gerekir. Çok olduğunda cinni şeytanlara büyük zararlar verilir. Onlar uzaklaştırılır. Bu tecellinin miktarını belirleyen şey, kişinin ibadetlere, özellikle zikre ve rabıtaya gösterdiği özen ve ayırdığı vakittir. Böyle cinni şeytanların musallatına maruz kalan sofi kardeşlerime tavsiyem zikir, rabıta, murakabe ile nur ve feyizlerini artırma yoluna gitmeleridir. Onların elinden kurtulmada başka bir yol yoktur. Bu, büyük bir cihattır.

Nurlarla bezenen ruhtur. Nefis, ruhtan uzak değildir. O da bunda hisse sahibi olur. Ruhun nurlara kavuşmasının nedeni, ibadetlerle, özellikle zikir ve rabıta ile beslenmesidir. Bu sayede ruh ve manevi organları olan letaiflerin emir âlemine yükselmesi gerçekleşir. Letaifler emir âlemindeki yerlerine vardığında sinyal olarak kendine has bir nur rengi ile kendisini belli eder. Bu da gözler kapatıldığında müşahede olunur.

Nefis nurlarla uzun bir süre terbiye olunduktan sonra kişide kötü olan ahlaklar yok olmaya başlar. Kişinin nefsi yavaş yavaş Allah rızası için ibadet etme yoluna koyulur. Yani cehennem korkusu ve cennet arzusu ile ibadetten ziyade Allah (c.c.) muhabbeti devreye girer. Bunun neticesinde Allahın güzel isimleri ve sıfatları o kişide tecelli ederek kişi üstün ahlaki vasıflara, faziletlere ulaşır. Bu yüksek hal ve makamlara fenafillâh ve bekabillah denir. Velilik nefsi bu makamlara ulaştırmakla mümkün olur.

İlahi nurları müşahede etmeden, bu nurlarla şeytanları nefsinden uzaklaştırmadan, ruh ve onun manevi organları olan letaifler emir alemindeki ilgili yerlerine ulaşmadan, nefis tecell-i nurla ( tecell-i nur, tıpkı güneş aydınlığında ve yalımlarında oluşan nur hali) yoğrulmadan, nefisteki kötü ahlaklar yok olmadan, tüm bunlardan sonra Allahın güzel isim ve sıfatlarından bazıları kişide yüksek ahlak ve faziletler olarak tecelli etmeden ve müşahede olunmadan velilik mümkün olamaz.

Nefis hiçbir zaman yok olmaz. Kişi veli de kutup da olsa onda yine nefis vardır. Fakat bu nefis artık terbiye görmüştür. Nefsin fena hali ile anlatılmak istenen şey, nefsin terbiye görmesidir. Onda bazen günah işleme arzusu uyansa da bu hemen nefis sahibi tarafından fark edilir, engellenir. Ona bu manevi güç verilir. Şayet bir günah işlendiğinde ısrar edilmez, tövbe yoluna gidilir. Veliler günahtan masum değillerdir.

Yüce Allah (c.c) insanı Kendisine kul yapmak üzere yaratmıştır (bk. Zariyat suresi, 56). Nefis tasavvufi terbiye yolu ile bu dünyadan yüz çevirince ibadetlere yönelir. Böylece yaratılış amacına ulaşmış olur.

Fena halinde ne meydana geliyor ki velilik bu makamda başlıyor? Nefis hiç olduğunu algılamaya başladığında beraberinde yüce Allahtan (c.c.) gelen bir muhabbet baş gösteriyor. Nefis fena hali ile ayna gibi saflaşıyor. Yüce Allahın güzel isim ve sıfatlarının tecelli olacağı bir duruluğa, berraklığa ulaşıyor. Bu durum da Allahın muhabbeti ve rızasına vesile oluyor.

Yüce Allah (c.c.) fena halini yaşayan kuldan niçin hoşnut olmakta, fena halini yaşayan bir kula karşı niçin bir muhabbet duymaktadır? Fena hali ölüm halini andırır. Bu manevi makam ve hali elde etmek için nefisle büyük mücadele etmek, savaşmak gerekmektedir. Bu da her babayiğidin üstesinden kalkacağı bir şey değildir. Büyük bir fedakârlık ve feragat gerektirmektedir. Allahın (c.c.) fena halini yaşayan kişiye karşı muhabbet duymasını şu misalle yakından kavrayabiliriz: Kendilerini çok sevdiğimiz eş ve dostlarımıza şöyle bir baktığımız zaman onları bu kadar çok sevmemizin en başlıca nedenini şu olguda görürüz. Onlar kimi konularda bize baş eğmekte, sözümüzü dinlemekte ve bizlere itaat etmektedirler. Yani nefislerini bazı konularda bizden üstün tutmamaktadırlar. İşte eş ve dostlarımıza olan muhabbetin sırrı buradadır. Yüce Allah da nefsini fena kılan kuldan böyle hoşnut olmakta, ona karşı muhabbet duymaktadır. Çünkü fena halini yaşayan bir kul, yüce Allahın (c.c.) emir ve yasaklarına gönül rızası ile uyar. Bunlar karşısında en ufak bir benlik hali göstermez. Allaha tam anlamıyla teslim olur.

Nefsin fena halinde yüce Allahın (c.c.) muhabbeti de tecelli ettiği için bu makamdaki kişi Allah dostluğuna nail olmaktadır.

Fena halini somut olarak anlamamız için bir zamanlara yaptığımız günahlara daha sonra tövbe etmeyi kafamızda canlandırmamız yeterlidir. Nefis o zamanlar nasıl o günahlara koşuyordu? Daha sonra Allahın hidayeti ile nasıl o günahlardan uzaklaştı? Değişen ne oldu ki, nefis o eski günahları artık işlemiyor? Adeta o nefis fena (yok) oldu da, yerine başka bir nefis geldi. Tövbe ile bir insan eski nefsini öldürüp toprağa gömdüğü gibi yeni bir nefis sahibi de olmaktadır. Allahın rüya âleminde de bunu böyle yaratması manidardır. Gerçekten rüyada ölü olarak görülen kişiye genellikle tövbe nimeti Allahın izni ile erişir. Yani rüyalarda ölü olarak görülen kişinin tövbe edeceği, Allahın rızasına uygun yeni bir hayatı yaşayacağı umulur.

Fena halinin fenafillâha basamak oluşu ise şu şekilde anlaşılabilir: Kişi için artık dünyanın mubah, helal olan şeyleri bile zevk vermez hale gelir. Elbette Allahın nimetlerine şükür gerekir. Bunun için de onlardan yararlanılır. Fena halini yaşayanda bu da vardır. Bu işin bir yönüdür. Ama fena halini yaşayan sofide bu nimetlerin olması ile olmaması indinde eşit hale gelir. Kalbi Allah aşkı ile o kadar meşguldür ki, gözüne ibadetlerden başka bir şey görünmez olur. Şeytanlar onu dünya ile kandırmada büyük bir acziyet yaşamaya başlarlar.

Nefsi fena haline erdirmeden Allah dostluğu söz konusu olamaz. Nefis de öyle dünya zevklerini kolaylıkla terk edemez. Haramları değil mubah, helal olanlarını kastediyorum. Bu tıpkı şuna benzer: Bir tüccarsınız. Elinizdeki malı para ile değiştiriyorsunuz. Kar elde ediyorsunuz. Nefis bundan elbette zevk alır. Ama elinizdeki malı kaybederseniz, çaldırırsanız veya az bir paraya, daha doğrusu zararına satarsanız nefsiniz bundan hoşlanmaz. Bunun gibi nefsin Allah aşkı ve rızası için dünyadan yüz çevirmesi de Allahın nimetleri ile olmaktadır. Bu nimetleri tüccarın kar olarak kazandığı paralara benzetebiliriz. Bu nimetler olmasa hiçbir insanın Allah yolunda ilerlemesi, dostluk kazanması mümkün olamazdı.