Büyü (Sihir) -1-

[i]“Kim sihirbazlara, arrâfa, kâhinlere gider ve onların sözlerini tasdîk ederse Muhammed’e indirileni inkâr etmiş olur. Kim de –sözlerini tasdîk etmese bile- kâhine giderse, onun da kırk gün namazı kabul edilmez.” (Taberânî) [/i]

Sihir; Arapça bir kelimedir, Türkçe’deki karşılığı büyüdür.

Büyü, kötü usûllere başvurarak insanın irâdesini elinden almak demektir.

Halk arasında kabul edilen şekliyle ise; birtakım duâlar ve efsûnlarla, yapan ve yaptıran kişilerin niyetlerine göre gerçekleşen, büyücülerin yazdıkları anlaşılmaz yazılar veya çizgilerle yapılan kötülükler ve pek çok konuda iyi ya da kötü niyetli olarak yapılan tılsımlar; insanların istemedikleri şeyi cinlerin etkisiyle yapar hâle gelmeleri ve bu konuda zorlanmalarıdır. Tanımlardan da anlaşılacağı gibi büyü veya sihir, cinlerle çok yakından alâkalı bir durumdur.

Kâhin ise, gelecekten haber verdiğini iddiâ eden “falcı” demektir.

Arrâf da bir bakıma kâhin gibidir. Ancak Arrâf, çalınmış veya kaybolmuş herhangi bir malın ya da eşyanın yerini haber vermekle mesleğini yürütür.

Müneccim’e gelince; o da olacak hâdiseleri yıldızlara bakarak haber verdiği iddiâsındadır.

* * *

Gelecekte nelerin olacağını merak edip önceden bilme isteği, her dönemde insanların şu veya bu ölçüde ilgilerini çekmiş bir konudur. Bu durum, çağımızda da özellikle dînî bilgi veya inançları zayıf olan kimseler arasında, değişik isimler altında sürüp gitmektedir. Basın ve yayın organlarında hergün yayınlanan fallar, bunun en görünür ve yaygın örneğini teşkil etmektedir.

Büyücülüğün kökü, çok eskilere dayanmaktadır. Öyle ki, Hazret-i İbrahim’in peygamber olarak gönderildiği Bâbil halkının, önceleri ruhlara ve meleklere ibâdet eden, daha sonra da yıldızlara, aya, güneşe ve bunlar adına yapılan putlara tapan kimseler olduğu rivâyet edilmektedir.
Günümüze kadar gelip ulaşan ve özellikle İslâmî bilgisi zayıf olan kişiler arasında yaygınlaşan “yıldız falı”na inanma ve yıldızların gücüne sığınma da onlardan kalmıştır.

Cinleri ve bazı gizli güçleri diledikleri gibi kullanabileceklerine inanan Bâbilliler, bu yönleriyle Mısır medeniyeti üzerinde de çok büyük izler bırakmışlardır. Hatta Mısırlılar, neredeyse her meselede büyüye başvurur hâle gelmişlerdi.

Rasûl-i Ekrem Efendimiz zamanında yaşayan yahudiler arasında da büyü oldukça yaygındı. Onlar, Hazret-i Süleyman’ın büyük bir sihirbaz olduğunu, hükümdarlığı sihirle elde ettiğini, ins ü cinne yine büyü ile hükmettiğini söylüyorlardı.

Ancak Kur’ân-ı Kerîm, Hazret-i Süleyman’ın bir peygamber olduğunu bildirince, onlar;

“-Muhammed Süleyman’ı peygamber sanıyor, hâlbuki o bir büyücüdür!..” demişlerdi.

Cenâb-ı Hak, onların bu iddiâlarına Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle cevap vermiştir:

“Süleyman’ın mülkü üzerinde olanlar, şeytanların okuduğu (anlattığı) şeylere uydular. Oysa Süleyman (sihir yapmadı ve) kâfir olmadı. Fakat şeytanlar, insanlara sihri öğretmekle kâfir oldular. Bâbil (şehrin)deki iki melek olan Hârut ve Mârut’a bildirilen şeyleri öğretiyorlardı. Oysa onlar, «Biz(im bilgimiz, sizin için) sadece bir fitne ve imtihandır. Sakın (sihir ilmini öğrenerek) kâfir olmayın.» demedikçe kimseye bunu öğretmezlerdi. O zamanlar (sihir meraklıları ve onu geçim vâsıtası yapanlar), o ikisinden, erkek (koca) ile karısının arasını açacak şeyler öğreniyorlardı. Hâlbuki onlar Allâh’ın izni olmadan onunla (sihirle) hiç kimseye zarar veremezlerdi. Zaten onlar, kendilerine fayda verecek şeyleri değil, zarar verecek şeyleri öğreniyorlardı. Andolsun ki, onlar onu (sihri ve ona ait bilgileri) satın alan (ve onunla çıkar sağlayan) kimse için âhirette bir nasip olmadığını bilirlerdi. Onlar kendi nefislerini, onunla ne kötü bir şeye sattıklarını keşke bilselerdi.” (el-Bakara, 102)

Bu âyet, Hârut ve Mârut kıssasının özünü ve iç yüzünü açıklamaktadır. Müfessirler genel olarak; Hârut ve Mârut’un iki melek olduğunu kabul ederler. Bu melekler, Hazret-i Süleyman -aleyhisselâm- zamanında ortaya çıkmış, kötülük için kullanmamaları şartıyla imtihan vesilesi olmak üzere insanlara sihir ilmini öğretmişlerdir.

Elmalılı Hamdi Yazır’ın ifâdelerine göre ise, bu iki meleğin öğrettiği bilgiler bizâtihî sihir değildi; ancak onların verdiği bilgiler sihir yapmaya ve sû-i istîmâl neticesinde küfre düşmeye de açıktı. Nitekim, söz konusu âyette “o iki meleğe indirilen şey” hakkında açıkça sihir tabiri kullanılmamış, lâkin “şey” ifadesi, müfessirler tarafından sihir olarak yorumlanmıştır.

Sonuç olarak büyü, İslâm’dan önce, özellikle Bâbil ve Mısır medeniyetlerinde oldukça gelişmiş; zamanla Çin ve Hindistan’da rağbet görmüş ve inanç açısından metafizikle ilgili mülâhazalara çok yatkın olan Doğu insanının eliyle iyice yaygınlaşarak Batı ülkelerine kadar ulaşmıştır.
Meleklere ve cinlere inandıkları için fizik ötesine âşinâ olan müslümanlar, o eski medeniyetlerle irtibata geçince büyü ile de tanışmış; tütsü, tılsım ve fala bakma gibi bid’atları onlardan almışlardır.

Nitekim İslâm’dan önceki câhiliye döneminde de kâhinlere gidip onlardan bilgi alma alışkanlığı oldukça yaygındı. Hatta bir kısım sahâbenin Rasûlullâh’a gelerek kâhinlerin yaptıklarından sormaları, câhiliye devrinden kalma bu alışkanlığın İslâm’ın geldiği devirlerde de azalmakla beraber devam ettiğini gösterir.

Rasûl-ü Ekrem Efendimiz, o insanlara bunun doğru bir şey olmadığını söylemiştir. Ancak onlar:

“-Ey Allâh’ın Rasulü!.. Ama onların bize haber verdiği geleceğe âit bazı meseleler söyledikleri gibi çıkıyor!..” dediklerinde ise; Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“-Onların bu tür haberleri, (görevli meleğin ilhâm ettiği) gerçeklerdendir. Onu bir cin, meleklerden kaparak kâhin dostunun kulağına fısıldar. O kâhinler de bir doğruya yüz yalan karıştırarak (halka) sunarlar!..” buyurmuşlardır. (Buhârî, Müslim)
Rasûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- arada bir doğru çıkan bu bilgilerin, çoğunun yalan olduğunu açıklamakla kalmamış; bu kulak hırsızlığının nasıl cereyan ettiğini de bildirmiştir:

“-«Anan»; denilen buluta kadar inen melekler, geleceğe âit şeyi kendi aralarında konuşurlarken, şeytanlar bu konuşmalardan bazı bilgileri kapıp sür’âtle yerdeki dostları (olan) kâhinlere ulaştırırlar.”

Bu durum yaşadığımız teknoloji çağında, bütün gelişmişliğe rağmen ve belki de gelişmişliğin tabiî bir sonucu olarak her haberleşme ağına bir şekilde girilip bilgi sızdırmaya benzemektedir.

Yüce Rabbimiz bu konuda şöyle buyurmuştur:

“Biz yakın göğü yıldızların ışıklarıyla donattık ve onu azgın şeytanlardan koruduk. Artık onlar (semâlara yükselip de) “mele-i a’lâ”yı (yüce topluluğu) dinleyemezler; her taraftan yıldız mermileriyle taşlanırlar, kovulup atılırlar ve onlar için ayrılmaz bir azap vardır. Şayet (meleklerin konuşmalarından) bir haber kapıp kaçan olursa, onu da (önüne geleni) delip geçen bir parlak yıldız takip eder.” (es-Saffat, 6-10)

Âyet-i Kerîme’den bu bilgi sızdırma eyleminin, melekler ve şeytanlar (cinler) arasında yaşandığı anlaşılmaktadır.

Bu âyet-i kerîmeyi dikkate alan İslâm âlimleri, şeytanların gökyüzünden bilgi sızdırma işinin, Hazret-i Muhammed -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in peygamber olarak gönderilmesinden sonra bittiğini ve kâhinlerin geleceğe dâir verdikleri bilgiler içinde, artık hiçbir gerçek unsurun bulunmadığını kabul etmişlerdir. Bu sebeple denilebilir ki; “cinlerin dünyanın herhangi bir yerinde olacak hâdiseleri önceden bilmeleri söz konusu değildir. Onlar sadece olmuş-bitmiş hâdiseleri kâhin veya arrâflara ulaştırabilirler.”

Bununla birlikte kâhinler, kendilerine gelen kişilerin içinde bulundukları o zaaf ve ihtiyaç ânından yararlanarak, pek çok şeyi karşısındaki insandan kolayca öğrenmekte veya sıradan bir insan gibi tahminlerde bulunmakta, bazen de sahip oldukları düşünce okuma yeteneği ile gaybten haber verdiklerini iddiâ etmektedirler.

Nitekim bu durum, Rasûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in beyân ettiği üzere kâhinlerin haber verdiği bilgilerin çoğunun yalan olduğu gerçeğini ifâde etmektedir.

* * *

Sihir, Eh-i Sünnet âlimlerine göre bir gerçektir. Hatta büyünün bazı türlerinin fizîkî dünyaya tesiri de söz konusudur. Ancak bu tesir, bizzat sihirbazın değil; sâhirin (sihir yapan kişinin) sebepleri yerine getirmesi neticesinde, Allah’ın yarattığı bir tesirdir.

Buhârî ve Müslim’in haber verdiği sahih hadis kaynaklarında, Allah Rasûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem-’e büyü yapıldığından bahsedilir. Rasûl-i Ekrem üzerinde çok kısa süreli etkisini gösteren bu durum, dinin rûhuna dokunmayacak şekilde vukû bulmuş, dünyalık olan bazı şeyleri unutması şeklinde gerçekleşmiştir. Peygamberimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-, kendisine büyü yapıldığının farkına varınca duâ etmiş ve Cenâb-ı Hak’tan şifâ dilemiştir. Çok geçmeden Hazret-i Cebrâil ve Mikâil -aleyhimesselâm- gelerek; büyü yapılan eşyanın durumunu ve yerini söylemişlerdir. Lebib bin Asam tarafından hazırlanan bu büyüde, Allah Rasûlü’nden gizlice temin edilmiş olan bir tarak saç-sakal ile hurma çiçeği kullanılmış ve bu büyü, Zervan kuyusuna saklanmıştır. Hazret-i Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem- bir kaç sahâbe ile birlikte Zervan kuyusuna gitmiş ve büyüyü kuyudan çıkarttırmıştır. Bu sırada gelen Cebrail -aleyhisselâm- «Muavvizeteyn (Felâk ve Nâs) sûreleri”ni getirmiş ve her âyet okundukça düğümlerden birinin çözüleceğini bildirmiştir. Rasûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-, Felak ve Nâs Sûrelerini okudukça düğümler çözülmüş ve nihâyet Peygamberimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-; Allâhu Teâlâ’nın izniyle eski sıhhatine kavuşmuştur.

* * *

Büyücülükle uğraşan kişilerin cinlerle görüştükleri ve onlardan yardım aldıkları bilinen bir gerçektir. Ancak sâhirin (sihir yapan kişinin) cin ile görüşmesi ve ondan yardım alması, İbn-i Haldun’un Mukaddime’sinde belirttiği üzere; şeytana (cine) ve yıldızlara secde, itaat, ibâdet ve tâzim yoluyla gerçekleşir. Bunlar ise, rahatça görüleceği üzere, imanlı bir kimsenin yapabileceği şeyler değildir. Bu yüzden sihirle bizzat uğraşmaya başlayan insanların, daha işin başında yapacakları işin mukâbilinde imanlarını tehlikeye atmaları gerekmektedir.

(Devam Edecek)


Kaynaklar:
(Elmalılı Hamdi Yazır ve et-Taberî Tefsirleri’nden)
Büyü ve sihir âyetlerinin tefsirleri,
Kütüb-ü Sitte’den ilgili hadisler.


Kevser Atar

Konular