SİHİR, BÜYÜ, TILSIM GERÇEKLER VE EFSANELER

İnsan kendisine bahşedilen irade ve imkanları hangi yönde kullandığına bağlı olarak; yaratılmışların zirve noktasına çıkabilir, “eşref-i mahlukât” sıfatını kazanır. Ya da alçaldıkça alçalabilir, “esfel-i sâfilîn” aşağıların aşağısı olur.

İnsan rahmanî kudrete de, şeytanî vesveseye de açıktır. Bu güçlerden hangisine meylederse, kişiliği ve eylemleri o doğrultuda şekillenir, çevresine de yine o doğrultuda tesir eder. Terbiye ve tezkiye edilmemiş nefsin toplumu etkileme, nüfuz ve şöhret elde etme, insanları kontrol altında tutma ve yönlendirme gibi eğilimleri vardır. Pek çok kişide tutkuya dönüşmüş bir eğilimdir bu. Böyle kişiler bu amaçlara ulaşmak için yerine göre kaba kuvvete ve her türlü hile ve yalana başvurmaktan çekinmezler.

Bazen bununla da kalmazlar, “tabiat üstü güçler” den yardım alma veya alıyormuşçasına göz boyama yöntemlerini de kullanırlar. Yani büyüye, sihre başvururlar. Tarihin çok eski zamanlarından bu yana hep var olan, bilim ve teknolojinin kutsandığı çağımızda ise terk edilmek şöyle dursun, yeni görünümlerle yoğunlaşıp yaygınlaşan sihir ve büyü gerçekte var mıdır, etkisi nedir, nasıl korunulur? Sihir ve büyünün çağrışım alanına giren diğer konular ve bunların mahiyeti nedir? Sihir ve büyü kavramları söz konusu olduğunda, bunlarla ilişkili pek çok başka konu da akla gelir.

Fal, kehanet, astroloji gibi halen moda olan konular sihir ve büyünün çağrışım alanı içinde yer almakla birlikte, biz bunları daha sonraki bir yazının konusunu teşkil etmek üzere şimdilik bir kenara bırakıyoruz. Burada yalnızca sihir, büyü, tılsım ve nazar üzerinde duracak ve bunlardan korunma ve kurtulma yolları hakkında doğru bilgileri sunmaya çalışacağız.

Tarihin kötü alışkanlığı İnsanın mahiyetini bilmediği şeylere belli bir kuşku ve tereddüt ile yaklaşması son derece tabiîdir. Güç yetiremediğimiz kişilerin tasallutuna maruz kalmak elbette kolay kabullenilecek bir durum değildir. Bir de tabiat üstü varlıklarla ilişkili olduğu söylenen, dolayısıyla baş edilmesi çok daha zor olan güçler söz konusu olursa, iş daha da endişe verici boyutlara tırmanmakta, zayıf tabiatlı insanlar böyle durumlarda kolaylıkla teslim alınabilmektedir. Yahudilik, Hıristiyanlık gibi semavî kökenli olduğu halde sonradan dejenere edilmiş dinlerde de, Hinduizm, Budizm, Şintoizm… gibi beşer mahsulü inanç sistemlerinde de, nihayet biricik Hak Din olan İslâm’da da büyü, sihir, tılsım gibi kavramlar önemli bir yer tutmuştur.

Bilindiği gibi, Efendimiz s.a.v. Tevhid’i tebliğ etmeye başladığı zamanlarda putperest Mekke toplumunun ileri gelenleri tarafından “büyü/sihir yapmak” la itham edilmişti (Bkz. Sâd Suresi, 4; Zâriyât Suresi, 52). Bu durum, İslâm’dan önceki Arap toplumunda da büyünün/sihrin bilindiğini ve ona inanıldığını göstermektedir. Hatta Felak Suresi’nde Efendimiz s.a.v.’e hitaben, “düğümlere üfleyenlerin şerrinden” Allah’a sığınılmasının emir ve tavsiye buyurulması, o dönemde, iplere düğüm atarken birtakım şeyler söyleyerek düğümlere üflemek suretiyle sihir/büyü yapıldığını açık bir şekilde göstermektedir. Bunlar ve çağrışım alanlarında bulunan diğer kavramlar, toplumumuzda genellikle söylentiden ileri geçmeyen şeylere dayanıldığı ve haklarında sahih bilgi edinilemediği için halk tarafından çoğu zaman birbirinden ayırt edilememekte, hakikatine inanılması gerekenlerle, hiçbir hakikati olmayanlar birbirine karıştırılabilmektedir.

Oysa bu konu, itikadî sahaya girdiği için son derece önemlidir ve itikadî sahanın hassasiyetinin farkında olan her mümin bu meseleler hakkında doğru bilgi edinmek durumundadır. Dolayısıyla bizim toplumumuzda da diğer toplumlarda da güncelliğini hiçbir zaman kaybetmeyen bu kavramların tarifi ve hakikati doğru bir şekilde öğrenilmelidir. Büyü ve büyücülük Büyü, tabiat üstü gizli güçlerle ilişki kurularak yahut kendilerinde gizli güçler bulunduğuna inanılan bazı nesneler kullanılarak fayda veya zarar vermek yahut korunmak maksadıyla yapılan işler diye tarif edilir (TDV İslâm Ansiklopedisi, 6/501). “Sebebi gizli olan, hakikatinin aksine tahayyül edilen, göz boyama ve aldatma tarzında yapılan şeyler” (Fahruddîn er-Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr, 3/205) diye tarif edilen “sihir” ile aynı anlamda kullanılsa da, büyü ve sihir kelimeleri, dilimizde farklı anlam sahalarına sahiptir.

Mesela “büyücü” kelimesi, yukarıdaki tarife giren işlerle, tabiat ötesi güçlerle ilişki kurarak, yani büyü yaparak iştigal ettiğine inanılan kimseler hakkında kullanılırken, “sihirbaz” kelimesi daha ziyade el çabukluğu ile gözbağcılık yapan kimseler hakkında kullanılır. Büyücü, kullandığı materyaller üzerine birtakım şeyler yazmak, okumak ve onları belli tarzlarda kullanmak suretiyle diğer insanlara fayda veya zarar verirken, sihirbaz daha ziyade eğlence maksatlı olmak üzere şaşırtıcı gösteriler yapar. İslâm alimleri büyünün/sihrin birçok çeşidini zikretmiş, Fahruddîn er-Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr’inde bunları 8 grupta toplamıştır (3/206 vd.).

Bunları iki başlıkta toplayan Elmalılı şöyle der: “Bütün bu kısımlar, esaslı iki kısma raci olur. Birisi sırf yalan, uydurma ve kandırmadan ibaret olan söz veya fiil ile tesir icra eden sihir, diğeri az çok bir hakikati suiistimal ederek ortaya konan sihirdir. Sihrin bütün mahiyeti, hayali hakikat zannettirecek şekilde insan ruhu üzerinde aldatıcı bir tesir bırakmaktan ibaret olduğu halde, bunun bir kısmı sırf hayal ve vehmettirmek, diğer bir kısmı da bazı hakikat ile karışıktır. Binaenaleyh her sihrin tesirden büsbütün uzak olduğunu iddia etmemelidir.” (Hak Dini Kur’an Dili, 1/445) Büyü ve sihrin gerçekliği ve hükmü Kur’an ve Sünnet’e baktığımızda, büyünün/sihrin gerçek olduğunu görüyoruz.

Kur’an’da şöyle buyurulur: “Süleyman mülküne dair şeytanların uydurup izledikleri şeyin ardına düştüler. Oysa Süleyman inkâr edip kâfir olmadı, fakat o şeytanlar kâfirlik ettiler; insanlara sihir öğretiyorlar ve Bâbil’de Harut ve Marut’a, bu iki meleğe indirilen şeyleri öğretiyorlardı. Halbuki o ikisi; “Biz ancak ve ancak imtihan için gönderildik; sakın sihir yapıp da kâfir olmayın!” demeden kimseye birşey öğretmezlerdi. İşte bunlardan koca ile karısının arasını ayıracak şeyler öğreniyorlardı. Fakat Allah’ın izni olmadıkça bununla kimseye zarar verebilecek değillerdi. Kendi kendilerine zarar verecek ve bir fayda sağlamayacak bir şey öğreniyorlardı. Yemin olsun ki, onu her kim satın alırsa, onu alanın ahirette bir nasibi olmayacağını da çok iyi biliyorlardı. Hakkıyla bilselerdi, uğruna kendilerini sattıkları şey ne çirkin bir şeydi.” (Bakara, 102) Bu ayet üzerinde geniş bir şekilde duran müfessirlerin söyledikleri kısaca şudur: Ehl-i Kitap’tan bir taife (Yahudiler), Tevrat’ı bir kenara bırakarak Hz. Süleyman a.s.’ın hükümranlığı ve devleti aleyhine insan ve cin şeytanlarının yaptığı işlere ve okuduğu efsun ve efsane kitaplarına uydular.

Bunlar, meydana gelmiş ve gelecek olaylar hakkında kulak hırsızlığı ile birtakım malumatlar edinip, bire yüz yalan katarak kâhinler vasıtasıyla gizlice yayarlardı. Zaman içinde kâhinler, kendilerine haber verilen şeyleri tedvin edip kitap haline getirdiler. Etrafa yaydıkları azı gerçek çoğu yalan efsaneler ve uydurdukları tezvirat zaman içinde türlü siyasî ve sosyal entrikalara yol açmış, Hz. Süleyman a.s.’ın hükümranlığı geçici bir süre sarsıntıya uğramıştı. Ancak Hz. Süleyman a.s., Allah Tealâ’nın yardım ve lütfuyla bu insan ve cin şeytanlarına galip geldi ve onları buyruğu altına alarak çeşitli işlerde istihdam etti. Nihayet eceli gelip vefat edince sihir/büyü kitapları tekrar tedavüle kondu ve hatta Hz. Süleyman a.s.’ın da devleti sihir/büyü ile idare ettiği yalanını yaydılar. İşte bu insan ve cin şeytanları bir taraftan kendi elleriyle yazıp tedvin ettikleri sihirleri, diğer taraftan da (muhtemelen I. Sürgün döneminde, milattan önce 721 ve 586 yıllarında iki grup olarak sürgün edildikleri) Babil’de Harut ve Marut isimli iki meleğe indirilen şeyleri de öğrenerek halka aktarıyor, böylece küfür işliyorlardı. Büyüyü melekler mi öğretti? Söz buraya gelmişken, öteden beri tartışma konusu yapılmış olan bir meseleye kısaca değinelim: Yukarıda mealini verdiğimiz ayete sathî bir nazarla bakanlar, sanki Harut ve Marut isimli meleklerin insanlara sihir/büyü öğrettikleri ve insanların da onlardan öğrendikleri büyüyle koca ile karısının arasını ayırdığını söylemişlerdir. Kur’an’ın ifadesinden anlaşılan odur ki, adı geçen iki meleğe indirilen şey bizzat sihir/büyü değildi.

Söz konusu şeytanlar, o iki meleğe indirilen hakikatleri, küfür vesilesi olan sihir için öğrenmiş ve o yolda kullanmışlardır. Bir diğer ifadeyle, o iki melek insanlara bizzat sihir/büyü öğretmiş değildir. Onların yaptığı, sihir/büyü amacıyla kullanılmaya müsait bir ilmi öğretmek ve bunu yaparken de şu uyarıda bulunmaktır: “Bizim öğrettiğimiz bu bilgiler, hayır yolunda da şer yolunda da kullanılmaya elverişlidir. Sakın bu ilimleri suistimal ederek büyü/sihir yapıp da kâfir olmayın.” Hz. Musa a.s.’ın, asasını emr-i ilahî ile yere atmak suretiyle Firavun’un büyücülerinin büyü ile yılana dönüşen değnek ve iplerini birer birer yutması (A’raf, 115-117; Tâhâ, 66-70) da Firavun zamanında Mısır’da büyü yapıldığını göstermektedir. Hadis-i şeriflerde büyü Sünnet’te de büyü/sihir çokça zikredilmiştir. En önemlisi de, bizzat Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’e bir Yahudi tarafından büyü/sihir yapılmış olmasıdır. (Buharî) Hicretin 7. senesinde Efendimiz s.a.v. Hudeybiye’den döndükten sonra Lebîd b. A’sem isimli bir yahudi tarafından kendisine büyü yapılmış, büyünün etkisiyle Efendimiz s.a.v., yapmadığı bazı şeyleri yaptığını zannetmiştir. Rivayetlere göre 6 ay sürdüğü anlaşılan büyünün etkisinden Allah’ın izniyle kurtulmuş, iki meleğin (bir rivayete göre Cebrail ve Mikâil a.s.’ın) bildirmesiyle büyüde kullanılan tarak ve saç telinin atıldığı kuyuyu bularak kapattırmıştır.

Bu vesileyle belirtelim ki, bu büyü, vahyin tebliği ve dinî işlerin tedviri konusunda değil, tamamen dünyevî işlerde Efendimiz s.a.v.’i kısmen etkilemiştir. O’nun, bu büyünün tesiriyle peygamberlik görevine halel getirecek en küçük bir değişiklik yaşadığına dair hiçbir işaret yoktur. Kaldı ki Kur’an, O’nun peygamberlik görevini yerine getirirken devamlı surette koruma altında olduğunu bildirmiştir. (Maide, 67) Keza Efendimiz s.a.v’in pak eşlerinden Hz. Hafsa r.anha’ya bir cariyesi tarafından büyü yapıldığı, bu sebeple cariyenin ölüm cezasına çarptırıldığı rivayet edimiştir. (Muvatta) Sihir/büyünün hakikati sebebiyle Efendimiz s.a.v., “helâk edici” olarak nitelendirdiği 7 şeyden bizleri sakındırırken, bunlar arasında büyü/sihir yapmayı ve yaptırmayı da zikretmiş ve şöyle buyurmuştur: “Helak edici yedi şeyden sakının.” Sahabe bu 7 şeyin neler olduğunu sorunca şöyle buyurmuştur: “Allah’a şirk koşmak, sihir yapmak, Allah’ın haram kıldığı bir kimseyi haksız yere öldürmek, faiz yemek, yetim malı yemek, düşmana hücum esnasında savaştan kaçmak ve hiçbir şeyden haberi olmayan namuslu kadınlara zina iftirası atmak...” (Buharî, Müslim, Ebu Davud) Büyü/sihir konusundaki hadislere daha fazla örnek zikretmek mümkün ise de, biz bu kadarla yetinelim. Tılsım nedir? Tılsım: Semavî birtakım güçlerin, arzî güçlerle birleşerek garip, olağandışı işler yapması şeklinde tarif edilir (et-Tânevî, Keşşâfu Istılâhâti’l-Fünûn, 2/927).

Elmalılı Hamdi Yazır, tılsımın, Hz. İbrahim a.s’ın kavmi olan Keldanîler’in yaptığı sihir türü olduğunu söyler ve şöyle der: “Fikrimizce bu sihirde, tabiiyat ile ruhiyatın eski zamanlarda keşfedilmiş, birbiriyle ilişkili bazı garip özellikleri birleştirilerek uygulandığı anlaşılmaktadır.” (Hak Dini Kur’an Dili, 1/443) Ayın akrep burcunda bulunduğu sırada mühre kazıtılan akrep figürünün, kişiyi akrep ısırmalarına karşı koruyacağı, arkasını üstü açık olduğu halde aya doğru dönen hayvanların, ay ışığının arkalarına vurması sebebiyle öleceği… gibi hususlar semavî kuvvetlerle arzî kuvvetlerin belli bir tarzda bir araya gelmesi sonucunda oluşan tılsımlara örnek olarak zikredilmiştir. (İbn Hazm, el-Fısal, 5/101-102; Âlûsî, Rûhu’l-Ma’ânî, 20/120) İbn Hazm tılsım hakkında müşahedeye dayalı enteresan bilgiler verir ve şunları söyler: “Tılsım, eşyanın tabiatını değiştirme ve gözbağcılık değildir. Tılsımlar, Allah Tealâ’nın terkib ettiği birtakım güçlerdir ki, soğuğun sıcak ile ve sıcağın soğuk ile giderilmesi gibi, Allah Tealâ bu tılsımlar vasıtasıyla başka bazı güçleri ortadan kaldırır. (…)

Tılsımların def’i mümkün değildir.” Semavî güçlerle arzî güçler arasındaki denge ve ilişki doğru biçimde kurulduğu zaman, tılsım garip hadiselerin oluşmasına yol açabilir. “Mıknatısın demiri, kehribarın saman çöpünü çekmesi ve sirkenin ittiği taş böyledir. Bu taş, içinde sirke bulunan kaba sarkıtıldığı zaman kaba girmez, dışına kaçar. Keza yağmur çeken taş da buna örnektir ki, bu taş Türkler arasında iyi bilinir.” (el-Îcî, el-Mevâkıf, 3/368) Tılsımın gerçekliği Tılsımın varlıklar üzerinde gerçek bir etkisi olabileceği, ulemanın bu konudaki beyanlarının ortaya koyduğu bir sonuçtur. Bağdat’a giriş kapılarından “Tılsım Kapısı” üzerindeki yılan figürü sebebiyle Bağdat’ta hiç kimsenin yılan sokması sebebiyle ölmediği, yılanın soktuğu kimselerin hiç acı hissetmediği veya çok az hissettiği, buna mukabil Bağdat dışında yılan sokması sebebiyle ölümlerin meydana gelmesi, Âlûsî’nin bizzat müşahede ettiği bir hadise olarak yukarıda adı geçen tefsirinde zikredilmektedir. Keza İbn Hazm de -yine yukarıda mezkûr eserinde- tılsımın hakikati hakkında şunları söylemektedir: “Biz tılsımların etkilerini açık olarak bugüne kadar görüyoruz.

Çekirgenin girmediği ve havanın hiç soğumadığı köylerin mevcudiyeti, Sarakosta (Saragossa)’ya zorla sokulmadıkça yılan girmemesi ve daha birçok olay buna örnektir ki, bunu sadece inatçı kimseler inkâr eder. Tılsım konusunu iyi bilenlerden artık kimse kalmamıştır; geride kalan ise onların yaptıklarının eser ve izlerinden ibarettir…” (el-Fısal, 5/101-102) Tılsımla gerçek anlamda ilgilenenlerin söylediklerine tefsirinin pek çok yerinde değinen Allame Âlûsî de şöyle der: “Tılsım ilmiyle uğraşanların söylediklerinin doğru olması mümkündür. İşin gerçek durumunu ise Allah Tealâ bilir.” (Âlûsî, a.g.e., aynı yer.)

Şu halde tılsımın bir hakikati olduğunu, ancak günümüzde bu konuyu gerçek mahiyetiyle bilen ve uygulayan kimse bulunmadığını söylemek mümkündür. Bu itibarla birtakım eşyaların insanlara uğurlu geldiği, kötülük ve zararları def ettiği şeklinde halk arasında dolaşan inanç ve söylentilere itibar etmemek gerekir. Nazar değmesi nedir? Nazar, bir kimsenin, başka birisine, onun bir eşyasına, hayvanına, malına… hasetle karışık beğenerek bakmasıdır (İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, 10/200). Bu bakışın etkisi ile o kimsenin şahsına, malına veya eşyasına büyük zarar gelebilir. Kur’an’da şöyle buyurulur: “İnkâr edenler Zikr’i (Kur’an’ı) işittikleri zaman neredeyse seni gözleriyle devirivereceklerdi. ‘O mutlaka delidir’ diyorlardı. Oysa Kur’an, alemler için bir öğütten başka bir şey değildir.” (Kalem, 51-52) İbn Abbas r.a, Mücahid ve daha başkaları bu ayetin, nazarın mevcudiyetine ve Allah Tealâ’nın dilemesiyle tesirinin gerçek olduğuna delil teşkil ettiğini söylemişlerdir. (İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, 4/525) Efendimiz s.a.v.’den de nazarın hak olduğunu ifade eden birçok hadis nakledilmiştir.

Bunlardan birisi şöyledir: “Nazar haktır. Eğer kaderi geçecek bir şey olsaydı, nazar onu geçerdi.” (Müslim, Tirmizî) Bir diğer rivayette de şöyle buyurulmuştur: “Nazar, Allah’ın izniyle kişiyi dağa çıkaracak ve oradan indirecek derecede etkiler.” (Ahmed b. Hanbel, Ebu Ya’lâ) Sahabe’den Sehl b. Huneyf r.a. yıkanmak için elbisesinin üstünü çıkarmıştı. Âmir b. Rebî’a r.a. da ona bakıyordu. Sehl, cildi güzel, bembeyaz bir kimseydi. Âmir, “Hiç güneş görmeyen ciltler bile bugün gördüğüm gibi değildir.” dedi. Bunun üzerine Sehl hastalandı. Sehl’in rahatsızlandığı Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’e haber verildi ve “Sehl başını bile kaldıramıyor.” dendi. Bunun üzerine Efendimiz s.a.v., “Suçladığınız birisi var mı?” diye sordu. Orada bulunanlar, “Âmir b. Rebî’a” diye cevap verdiler. Efendimiz s.a.v. Âmir r.a.’ı çağırıp kendisine kızdı ve şöyle buyurdu: “Sizden biriniz kardeşini neden (nazarla) öldürüyor? Ona ‘mâşallah’ deseydin ya! Haydi şimdi kardeşin için yıkan.” buyurdu. Âmir de yüzünü, ellerini, dirseklerini, dizlerini, ayak topuklarını ve böğürlerini bir kap içinde yıkadı.

Sonra bu su Sehl r.a.’ın üzerine döküldü. Sehl r.a. anında iyileşti. (Muvatta) Mucize ile Sihir/Büyü Farkı

1-Mucize Allah Tealâ’nın, peygamber olarak görevlendirdiği insanlar eliyle gerçekleştirdiği olağan üstü olaylara denir; çalışarak, öğrenerek, okuyarak ve pratik yaparak mucize gösterilemez. Sihir/büyü ise bilenlerden öğrenmek ve çalışmak suretiyle herkesin ulaşabileceği bir iştir.

2- Mucize tamamen gerçektir; meydana gelmesinde herhangi bir sahtelik, göz bağcılık veya aldatma yoktur. Doğrudan doğruya peygamber tarafından ve vasıtasız olarak izhar edilir. Sihir/büyü ise genellikle gözbağcılığa ve el çabukluğuna dayanır. Gerçek payı bulunanlarda ise cinlerden ve sair varlıklardan yardım alınır.

3- Sihir/büyü, özel bazı vakitlerde ve özel birtakım eşya kullanılarak yapılır; yani belli şartları vardır. Mucize ise böyle değildir. Allah Tealâ’nın dilediği her zaman peygamberler eliyle izhar olunur.

4- Büyü/sihir yenilenmediği zaman bir süre sonra etkisini kaybeder. Mucize ise, kendisinden beklenen maksadı hasıl ettiği sürece devamlıdır.

5- Mucize, kevnî olaylara bile müdahale edip onları değiştirecek çapta meydana gelebildiği halde (ayın ikiye ayrılması, denizin yarılması… gibi), sihir/büyü, sınırlı bir sahada cüz’î bir etkiye sahiptir.

Sihir, Büyü ve Tılsımın Hümu Sihir, büyü, tılsım… gibi işlerle uğraşmak dinimizin kesin olarak yasakladığı, haram kıldığı şeylerdir ve kişiyi küfre kadar götürür. Bununla birlikte, alimler yapmak için değil, fakat yapılmış olanı bozmak ve şerrinden korunmak için sihir/büyü öğrenmenin haram olmadığına hükmetmiştir. (Elmalılı, a.g.e., 1/447) NE YAPMALI? Her ne kadar kendimiz uğraşmasak da -Allah korusun- sihir/büyüye maruz kalabilir veya başkasının nazarının hedefi olabiliriz.

Böyle bir durumda yapılması gerekenleri de kısaca özetleyelim: Sihirden korunmanın yolu Sihir/büyü, tılsım, nazar vb. şeylere karşı takınılacak tavır, öncelikle her şeyin Allah Tealâ’nın iznine ve dilemesine bağlı olduğunu bilmektir. Dolayısıyla öncelikle Allah Tealâ’ya güçlü bir iman ve teslimiyetle bağlanmak gerekir. “Allah’ın izni olmadıkça onlar (büyücüler) kimseye bir zarar veremezler.” (Bakara, 102) ayeti dikkatimizi bu noktaya çekmektedir. Efendimiz s.a.v., hayvanının terkisine bindirdiği Abdullah b. Abbâs r.a.’a hitaben, “Ey çocuk! Sana, Allah’ın seni faydalandıracağı kelimeler öğreteyim mi?” demişti. İbn Abbâs r.a., “Evet, ey Allah’ın Resulü..” diye cevap verince şöyle buyurdu: “Allah’ın emir ve nehiylerini (onlara riayet etmek suretiyle) muhafaza et ki Allah da seni muhafaza etsin. Allah’ın emir ve nehiylerini muhafaza et ki, O’nu(yardımını) her zaman önünde bulasın.

Genişlik zamanında O’nu an ki, darlık zamanında da O seni ansın (ve sana yardım etsin). İstediğinde Allah’tan iste; sığındığında Allah’a sığın. Olacak şeyler konusunda kalem kurumuş, hüküm kesinleşmiştir. Şayet mahlukatın tamamı sana bir menfaat sağlamak için bir araya toplansalar ve fakat Allah onu senin hakkında yazmamış ise, onu yapmaya muktedir olamazlar. Ve şayet sana bir zarar vermek için toplansalar, ancak Allah onu senin hakkında takdir etmemişse, onu yapmaya da güç yetiremezler. Bil ki, zorlandığın şeye sabretmende çok hayır vardır. Zafer sabırla, ferahlık da sıkıntıyla birliktedir. Güçlükle beraber kolaylık vardır.” (Ahmed b. Hanbel, 1/307) Bunun arkasından, dua ve zikri terk etmemek gelir. Efendimiz s.a.v.’den nakledilen uzun bir hadisin bir bölümü şöyledir: “Sizin yapacağınız şey, Allah’ı zikretmektir. Böyle bir kimse, düşmanın hızla takip ettiği, sonunda muhkem bir kaleye rastlayıp kendisini düşmandan koruduğu kimse gibidir. Kendini şeytandan ancak Allah’ı zikretmek suretiyle koruyan kul da böyledir.” (Ahmed b. Hanbel, Tirmizî) Çokça Kur’an okumak, ibadetleri aksatmadan yapmak ve devamlı abdestli bulunmaya özen göstermek de kişiyi sihir/büyü gibi zararlı şeylerin etkisinden koruyan hususlardandır. Yapıldıktan sonra ise büyü/sihirin etkisini ortadan kaldırmanın en sahih yolu, çokça Kur’an okumak ve Allah Tealâ’yı zikretmektir.

Bunun yanında Efendimiz s.a.v.’in öğrettiği dualar vardır ki, onları da ezberleyip okumak son derece faydalıdır. Bir de ihlâs ve takva sahibi kimselerden sihir/büyü konusunda bilgi ve tecrübesi bulunanlara müracaat etmekte fayda vardır. Bu noktada çok dikkatli olmak gerekir. İnsanların zaaflarından istifade etmek için bu işi bir meslek haline getirmiş olup aslında sihir/büyü ile hiç alakası olmayan dolandırıcı tiplerin tuzağına düşmemeye dikkat etmelidir. Nazardan nasıl korunulur? Nazardan korunmanın ve meydana gelmeden önce nazarı engellemenin yolu, bir kardeşimizde hoşumuza giden bir şey gördüğümüzde “Bârekellâhu fîhi.” (Allah ona bereket versin), “Allâhümme bârik aleyhi.” (Allahım, ona bereket ihsan eyle) veya “Mâşallah.” (Allah’ın dilediği olur) demektir. Efendimiz s.a.v. buyurmuştur ki: “Sizden biriniz kardeşinde, kendisinde veya malında hoşuna giden bir şey gördüğü zaman ona bereket dileyerek dua etsin. Zira nazar haktır.” (Ahmed b. Hanbel, 3/447) İbn Hacer şöyle der: “Bir şeyi beğenen kimsenin, hemen beğendiği şey için bereket dilemesi gerekir. Onun böyle yapması bir rukye (dua) olur.” (Fethu’l-Bârî, 10/205) Bereket dilemek, yukarıda geçen ifadelerden birisini söylemek demektir. Nazar meydana geldikten sonra yapılacak şey ise, yukarıda geçen Sehl r.a. olayında olduğu gibi, nazarı değen kişinin abdest alması ve o suyu, kendisine nazar değen kişinin üzerine dökmesidir. Nitekim Efendimiz s.a.v.’in yukarıdaki uygulamasını teyit eder tarzda Hz. Aişe r.anha validemizin şöyle dediği nakledilmiştir: “Başkasına nazarı değen kimseye abdest alması emredilir, o da abdest alırdı. Sonra o suyla, kendisine nazar değen kişi yıkanırdı.” (Ebu Davud) Eğer bir kimseye kimin nazarının değdiği bilinmiyorsa, zikir ve meşru rukyeyle Allah Tealâ’ya sığınmaktan, Kur’an okumaktan ve dua etmekten başka yapılacak bir şey yoktur. Bilhassa Fatiha, Felâk, Nas ve İhlâs sureleri ile Ayetelkürsî’yi okumak tavsiye edilmiştir. Efendimiz s.a.v. şöyle buyurmuştur: “Rukye ancak nazar ve (yılan, akrep vb.) sokma(sı) sebebiyle yapılır.” (Buharî, Müslim). Burada geçen rukye, Kur’an okumaktan ibarettir. Halk arasında çocukları nazardan korumak maksadıyla “nazar boncuğu” takmak oldukça yaygın bir adettir. Ne var ki nazar boncuğu göz değmesine bir fayda sağlamadığı gibi, dinimizce de yasaklanmış şeylerdendir.

Aynı şekilde içinde Kur’an ayetlerinden başka bir şey bulunan muskalar takmak da dinimizce hoş karşılanmamış, yasaklanmış uygulamalardandır. Bununla birlikte okuma yazması olmayan ve ezberinde Kur’an ayetleri bulunmayan kimseler için, üzerinde Kur’an ayetleri ve Efendimiz s.a.v.’den rivayet edilmiş dualar bulunan bir kâğıdı (muska), hürmetine halel getirmemeye dikkat ederek taşımakta da bir sakınca yoktur. Bu da bir anlamda rukye olarak kabul edilebilir. Bu yazıda ele aldığımız konu, fizikötesi alanla, yani gaybla ilgili olduğundan, fal, kehanet, astroloji, burçlar… gibi bu konuyla ilişkili olan bazı hususlara değinmedik. Zira bunlar da ayrı bir yazının konusunu teşkil edecek kadar öneme ve ayrıntılara sahiptir.
Ebubekir Sİfİl

4 yorum

SİHİR, BÜYÜ, TILSIM GERÇEKLER VE EFSANELER

Teşekkürler ankebut-57 hocam

01.08.2007 - katip

SİHİR, BÜYÜ, TILSIM GERÇEKLER VE EFSANELER

Emeğine sağlıkgurbetçi kardeşim Allah razı olsun

31.07.2007 - keceemre

SİHİR, BÜYÜ, TILSIM GERÇEKLER VE EFSANELER

[i]Değerli [b]keceemre[/b] kardeşim,
Mevzuyla yakından alakalı Halis Hocamın yazısını, sadeleştirerek koymak istedimse de, bütünlük açısından tamamını koymak daha münasip. Selam ve sevgiler..
[/i]
****


Halis ECE

[color=blue][size=16px][b]Gayba iman, "Mugayyebât-ı hamse", fal ve falcılık[/b][/size][/color]


Bilindiği gibi Müslümanlar’ın bâriz ve övülen vasıflarından birisi, gayba iman etmeleridir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de, onların "gayba iman ettikleri”nden bahsedilir. Bundan maksat şudur:

[b]Müşâhede edilebilen yani görülen şeyler için zaten iman bahis konusu değildir. Çünkü iman, tasdik işidir. Tasdik[/b] (doğrulama / onaylama) [b]veya inkâr [/b](yalanlama) i[b]se, hislerle idrâk edilebilen şeylerde değil, haber için lâzımdır. Allâh’ın varlığı-birliği, sıfatları, âhiret günü, melekler, peygamberlere vahyin gelişi gibi hususlar, insan aklı ve hisleriyle kavranıp idrâk edilemez; ancak haberle-delille bilinebilir.[/b]

İşte bunlar, vahiy ile peygamberlere ve onlar vâsıtasıyla da insanlara ve cinlere bildirilmekte; mü’min de bu bildirilenleri tasdik etmektedir.

Binâenaleyh, hislerle bilinip idrâk edilemeyen şehâdet âlemi (gözle görülebilen varlıklar) dışındaki diğer âlemlerin, meselâ melekût âleminin olduğunu kabul etmek imanın icabıdır. Bu hususta ashâb-ı kirâmın, tâbiînin vaziyeti, onlardan sonra gelen ümmetin hâli en güzel nümûnedir, örnektir.
***
[color=blue][b]
GAYB NEDİR?[/b][/color]

[b]Gayb[/b], kelime olarak [b]görünmeyen, belirsiz ve gizli olan[/b] demektir.
Firuzâbâdi merhûmun Kamûsu’l-Muhît’te, İbn-i Manzur’un (rh.) Lisânü’l-Arap’taki beyanlarına göre, bu kelime, Arap lisânında isim ve fiil olarak farklı mânâlarda kullanılır. [b]Mâzi fiil[/b] kalıbı olan “[b]ğâbe[/b]”den masdar olarak, [b]gözden kaybolan şeyleri veya hislerle-duyularla idrâk edilemeyen varlıkları[/b] ifade eder. [b]Lâzım fiil[/b] olarak geldiğinde [b]batmak, “fî”[/b] harf-i ceri ile birlikte [b]gizlenmek[/b] ve “[b]an[/b]” harf-i ceri ile kullanıldığında ise [b]gözden kaybolmak[/b] mânâlarına gelir.

[b]Gayb[/b] kelimesi [b]isim[/b] olarak kullanıldığında ise; [b]kaybolma, şüphe, belirsizlik veya görünmeme[/b] gibi mânâlara gelmektedir. Meselâ kocası yanında olmayan kadına “[b]meğîbe[/b]”, mecliste-topluluk içinde bulunmayan birinin aleyhinde yapılan konuşmaya “[b]gıybet[/b]”, dibi görünmeyen kuyuya “[b]gayâbe[/b]” ve sık ağaçlı olan ormana “[b]gâbe[/b]” denilir.

İslâmî ilimler ıstılâhındaki mânâsı ise [b]gayb[/b]ın, [b]“havâss-i hamse”(1) veya akılla kavranamayan, bilgisine ulaşılamayan şeylerdir.[/b]

[b]Gayb[/b] meselesiyle alâkalı mühim bir husus da, insanın bazı şeyleri bilmemesinin, aleyhine olmayıp bilakis onun lehine rahmet olduğudur. Şayet insan, ileride başına gelecek kötü şeyleri önceden bilseydi, hayat onun için zindan olurdu. Yine aynı şekilde ileride kavuşacağı nimetleri-iyilikleri önceden bilseydi, hayatta bazı şeyler için mücâdele etmek, idealleri peşinde koşmak gibi faâliyetler ortadan kalkardı. Dolayısıyla hayat mânâsızlaşır, monotonlaşır ve sıkıcı hâle gelirdi... Ve netice itibariyle dünyanın düzeni bozulurdu.
***

[color=blue][b]GAYB VE ŞEHÂDET ÂLEMİ[/b][/color]

Gayb âlemi, şehâdet âlemi; yani görünmeyen ve görülen âlem. Kur’ân-ı Kerim’e göre varlıklar ikiye ayrılır:

a) Görülemeyen, idrâk edilemeyen varlıklar [b]gayb[/b] âlemini teşkil ederler.

b) Görülen, idrâk edilen varlıklar ise, şehâdet âlemini meydana getirirler.

[b]Mânevî varlıklar gayb âlemindendir. Mâneviyat erbâbına göre dış yani şehâdet âlemi, bir görüntüden ibârettir. Asıl hakikat, görülmeyen gayb âlemidir. Görülen âlem, hakikatin kendisi değil, sadece onun bir tecellîsidir.[/b]

Bütün mükevvenât bu iki sınıfa ayrılmıştır. Yani beş duyudan gizli kalan [b]gayb[/b] âlemi ile beş duyudan herhangi biriyle varlığı idrâk edilebilen âlem... Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de, [b]“O öyle Allah’tır ki, ondan başka ilah yoktur; görülmeyeni ve görüleni (gizli ve âşikâr olan her şeyi) bilendir”(2)[/b] buyrulmuştur.

[b]İnsanoğlunun ilim kaynakları sınırlı olduğu için, ilmi de sınırlıdır. İnsanlar sadece akıl ve duyu organlarıyla hakikatin bilgisine ulaşamazlar. Bu bakımdan akıl ve duyu organlarının yanında, mutlak ilim sahibi olan Cenâb-ı Hâlik-ı zû’l-Celâl’in peygamberleri vâsıtasıyla bildirdiği ilimlere muhtaçtır. Fakat peygamberler de, Allah Teâlâ’nın kendilerine verdiği ilmin tamamını değil, sadece onun insanlara bildirmesini istediklerini bize aktarırlar.

İnsanlar gaybı bilmediği gibi, cinler de bilmez. Ne var ki cinler lâtif-rûhânî varlıklar olduğundan, görünmeden her yere girip çıkabilirler... Çok sür’atli hareket imkânına sahiptirler, tayy-i mekân(3) edebilirler. O bakımdan, insanlar için nisbî-izâfî (göreceli) gayb olan bazı şeylerin, onlar tarafından bilinmesi mümkün olabilir.[/b]

Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de, [b]“Andolsun ki biz,[/b] (dünyaya) [b]en yakın semâyı kandillerle süsledik-donattık ve onları şeytanlar için atılacak taşlar yaptık.[/b] (Atılan bu taşlar, meleklerden sır çalmaya gelen şeytanları öldürür veya sakatlar). [b]Ve o şeytanlara çılgın alevli ateş azâbı hazırladık”[/b](4) buyurularak, cinlerin, semâdaki bazı [b]gayb[/b] haberlerini almak için göğe çıktıklarında yıldızlarla taşlanarak kovuldukları açıklanmıştır.

[b]Hâsıl-ı kelâm, her şeyi bilmek Allâh’a mahsustur. Beşer ancak, onun bildirdiği kadarını bilebilir. İnsanoğlu, ilim sâhasında ne kadar ilerlerse ilerlesin, bildikleri, bilmediklerinin yanında yer küreye nisbetle zerre, deryaya nisbetle bir damla bile olmaz. O bakımdan herhangi bir şey, insana nisbetle “gayb” olabilir. Ama Allah Teâlâ’ya nisbetle hiçbir şey gayb olmaz. Zira onun ilmi her şeyi ihâta eder, kuşatır ve hiçbir şey ondan gizli kalamaz. Mü’mine düşen de, gaybe yakînî olarak (hiçbir şek ve şüpheye yer bırakmadan) iman etmektir.[/b]
***

[color=blue][b]GAYB ÂLEMİ İKİ KISIMDIR[/b][/color]

İnsanoğlunun ilmi, Cenâb-ı Hakk’ın müsâadesi nisbetinde değişen ve gelişen bir hususiyete sahip bulunduğundan, âlimler, gaybı nisbî ve mutlak olmak üzere iki kısma ayırmışlardır.

1. Bazılarınca [b]gayb [/b]iken, bazılarınca[b] gayb [/b]olmayan şeyler ki; bunlara [b]nisbî[/b] veya [b]izâfi[/b] gayb denilir. Meselâ, duvarın arkası bizim için gaybdır, fakat oradakiler için değil. Kalbimizden geçenler bizim için gayb değilken, başkaları için gaybdır. Keza, bir âlimin bildikleri, câhil için gayb... Bir asır evvel insanlık için gayb olan bazı şeyler, bugün yaşayanlar içinse gayb olmaktan çıkmıştır.

Şu halde nisbî gayb, insanın bilip öğrenme imkânı olmayan şeyler değil, bilgi vâsıtalarının kifâyetsizliğinden kaynaklanan bir gaybdır.

2. Beşerî imkânlarla bilinmesi mümkün olmayan varlıklar... Bir başka ifadeyle, Allah Teâlâ bildirmedikçe bilinmesi mümkün olmayan gerçek gayblar... Buna da mutlak gayb deniliyor. Bu çeşit gaybı ancak Allah bilir; zira O, “[b]Allâmü’l-ğuyûb[/b]” yani bütün gaybı bilendir. [b]“Gaybın anahtarları onun nezdindedir. Gaybı ondan başkası bilmez.”[/b](5) “Göklerin ve yerin gaybı Allâh’a aittir.”(6)

Hz. Allah, gaybdan dilediğini peygamberine bildirir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de, [b]“O, bütün gaybı bilendir. Fakat gaybına dair ilmini, seçtiği bir resûlden başka hiç kimseye açmaz; çünkü O (Allah Teâlâ), onun (o peygamberin) önünden ve ardından gözcü (melek)ler dizer”[/b](7) buyrulmuştur.

Demek ki, Allah Teâlâ gaybe dair ilimlerden dilediğini peygamberine bildirirken, ona, koruyucu melekler göndererek, şeytanların kulak hırsızlığı yapmalarına ve bu bilgileri karıştırmalarına mâni olmuştur.
Burada mühim bir hususa daha işaret etmeden geçmeyelim: [b]O peygamber de, bu gaybe dair ilimlerden, vârisleri olan âlimlere dilediği kadarını bildirir...[/b]

Gayb, şimdiki zamana âit olabileceği gibi, geçmiş veya gelecek zamana âit de olabilir.

Kur’ân-ı Kerim’deki, gaybın ancak Allah tarafından bilinebileceğini ifade eden âyetlerde, nisbî gayb değil, mutlak gayb kastedilmektedir.
***

[color=blue][b]MUGAYYEBÂT-I HAMSE (BEŞ GAYB) NELERDİR?[/b][/color]

Bir hadîs-i şerifte, [b]“Hamsün lâ ya’lemühünne illallâh”[/b] buyrulmuştur. Mânâsı: [b]“Beş şey vardır ki, onları Allah’tan başkası bilemez”[/b](8) demektir.

Münâvi merhum bu hadîs-i şerifi şöyle şerh etmiştir: [b]“Bu beş şeyi Allah’tan başkası, hem küllî, hem de cüz’î olarak ihâtalı ve şümullü bir şekilde (bütün hususiyet ve incelikleriyle) bilemez.”[/b]

Âyet-i kerimede bu beş gayb şöyle açıklanmıştır:

[b]“Şüphesiz ki kıyâmet sâatinin ilmi Allâh’ın indindedir. Yağmuru o yağdırır, rahimlerde olanı o bilir. Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilmez. Yine hiç kimse nerede öleceğini bilemez. Muhakkak ki Allah, her şeyi bilendir, her şeyden haberdârdır.”[/b](9)

Tarih boyunca müfessirler, “Mugayyebât-ı hamse (beş gayb)” diye isimlendirilen ve nass ile sabit olan bu mesele üzerinde durmuşlardır. Nitekim insanoğlunun bazı alanlarda elde ettiği bilgiler, tecrübeler, meseleye tam olarak vâkıf olmayanlarda, gaybın bilinebileceği gibi yanlış düşünce ve tereddütlerin doğmasına sebep olmuştur. Meselâ havanın nem oranı, rüzgârın esme yönü ve buharlaşma gibi hâdiseler, hava tahmin raporlarının en önemli unsurlarıdır. Bu unsurlar yağmurun müşâhede (gözlem) alanına girmesiyle tesbitinin mümkün olduğunu göstermektedir. Fakat bu müşâhede safhasında elde edilen bilgiler, mutlak gaybın izâfi hâle geldiğinin delili olamaz. Zira bu usûlle elde edilen bilgiler, zannî delil keyfiyetindedir. İsmi üzerinde “hava tahmin raporu”dur. İlim ise kesin bilgi olduğuna göre, hava tahminini kesin bilgi olarak takdim etmek imkânsızdır. Teknolojinin ilerlemesi, âyette geçen “Yağmuru o indirir” hükmüne tesir etmez.

Aynı şekilde, anne rahmindeki bebeğin, röntgen ışınlarıyla cinsiyetinin belirlenmesi, müşâhede ile ilgili bir unsurdur. Mutlak olan gaybın keyfiyetini ortadan kaldırmaz. Çünkü âyet-i kerimede geçen, “Rahimlerde olanı o bilir” hükmünü, çocuğun cinsiyetiyle sınırlamak veya sadece buna tahsis etmek mümkün değildir. Muhkem olan ve mutlak gaybı beyan eden bu âyet-icelilenin tefsirini, bizzat Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz’in yaptığı da sabittir. Nitekim hadîs-i şerifte buyrulmuştur ki:
[b]
“Allah Teâlâ rahime bir melek vazifelendirmiştir. Melek, ‘Yâ Rab, bir damla su! Yâ Rab, yapışkan bir parça! Yâ Rab, bir çiğnem et’ der. Allah Teâlâ da yaratma işini yerine getirmeyi dilediği zaman; erkek mi dişi mi, şakî mi saîd mi, rızkı ne, eceli ne olduğunu söyler. Anası karnında bunlar yazılır. O zaman onu, o melek ve Allah Teâlâ’nın kullarından dilediği kimseler de bilir.”[/b](10)

... Velhâsıl; anne rahminde çocuğun rızkı, eceli, said mi şakî mi (mü’min mi münkir mi, âsî mi itaatkâr mı) olacağı, yani kaderi yazılıdır. Bunu da Allah Teâlâ’dan ve bildirdiklerinden başkasının bilebilmesi mümkün değildir. Dolayısıyla mugayyebât-ı hamse diye isimlendirilen ve nass ile sabit olan hükümlerin, “mutlak gayb” olma vasıfları devam etmektedir ve edecektir de.

[b]Demek ki, bazılarının bunları bu şekilde bilebilmesi anlatılan bu tahsîse, yani onları bilmenin Allâh’a mahsus olması esâsına aykırı değildir. Çünkü Allâh’a mahsus olan ilim, bunlar gaybda iken her birinin durumlarına geniş ve teferruâtlı bir şekilde vâkıf olan tam ve mükemmel ilimdir. Meleklerin ve havâs zümresinden bazı zevâtın ilmi ise, az çok delili ortaya çıkmış bir şekildeki eksik ilimdir. Aynı şekilde bulut, rüzgâr, barometre gibi bazı işaretlerden yağmura; ceninin bazı tavır ve hareketlerinden erkek veya dişi olduğuna intikal etmek tarzında meydana gelen ve zanna dayanan şeylerle delil getirmek de buna ters değildir. Çünkü zan ilim değildir. İlimde zan ve şüpheye yer yoktur.[/b]
***

Mevzûmuzla alâkalı âyet-i kerimenin îzâhına gelince...

Burada Rabbimiz, öncelikle “Kıyâmet ne zaman?” mukadder suâline cevap olarak buyuruyor ki:

- Şüphesiz (kıyâmet) sâatinin ilmi, ancak Allâh’ın nezdindedir.
Sonra da şöyle devam ediyor:

- Gökten yağmuru o indirir. O halde ne zaman, nereye, ne kadar ve ne şekilde yağdıracağını da tam olarak o bilir. O bakımdan, öldükten sonra dirilmenin ne zaman olacağını da ancak o bilir.

- Bütün rahimlerdekini de o bilir. Erkek mi dişi mi? Beyaz mı siyah mı? A’zâları tam mı eksik mi? Her birinin hususiyetleri nedir? Bütün bunların tafsîlâtını o bilir. Dolayısıyla kabirlerdekini de o bilir. Yaratan odur, dirilten de odur.

- Hiç kimse yarın ne kazanacağını kestiremez. Yani ileride başına ne geleceğini, eline ne geçeceğini, iyilik mi kötülük mü kazanacağını kendi gayretiyle bilemez.

- Yine hiç kimse, (gerek iyi, gerek kötü kim olursa olsun), hangi yerde öleceğini bilemez.

Kısacası insan, küçük kıyâmeti dahi bilemez ki, büyük kıyâmeti nereden bilsin?

Fakat Allâh’a gelince... Şüphe yok ki Allah Teâlâ, her şeyi bilir, her şeyden haberdârdır. Olmuşu-olanı-olacağı, görüleni-görülmeyeni, açığı-gizliyi hepsini bilir, hepsinden hakkıyla haberdârdır.
**

[color=blue][b]YILDIZ FALI, SİHİR, SÂHİR, ARRÂF, KÂHİN, MEDYUM[/b][/color]

Doğum tarihleri dikkate alınarak belirlenen burçların insana, maddî veya mânevî bir tesiri bahis mevzuu değildir. Tarihte yıldızları ilah kabul eden kavimler gelip geçmiştir. [b]Yıldız falı[/b] da, bu kavimlerin geliştirdiği bir sistemdir. Sihre ve telkine dayanır. Nitekim Fahredîn-i Râzî hazretleri Tefsîr-i Kebîr’inde, bununla alâkalı olarak şunları kaydeder:

“[b]Yıldız falı[/b], eski zamanlarda yaşamış Kestânîler ve Keldânîler’in sihridir. Bunlar, yıldızlara tapan ve kâinâtı yıldızların idâre ettiğini zanneden, hayırla şerrin, saâdetle uğursuzluğun yıldızlardan olduğuna inanan bir kavimdir. Allah Teâlâ, bu görüşlerini geçersiz kılmak ve mezheplerini reddetmek için, onlara Hz. İbrâhim’i peygamber olarak gönderdi.”(11) Bu kavmin lideri Nemrut, kendisini yıldızların yeryüzündeki temsilcisi olarak tanıtmıştır. O tarihten itibaren yıldızların ilahlığını esas alan kültür, bu işe, yıldız falı olarak devam etmektedir.

Çalınan malların, cinler vâsıtasıyla yerini bildiğini iddiâ eden kimselere “[b]arrâf[/b]” denilir. [b]Kâhin[/b] ise, “Kendisinin cinlerden bir dostu olduğunu, ileride olacak hâdiseleri onun vâsıtasıyla öğrendiğini iddiâ eden kimse”dir. Halbuki cinler de gaybı bilmezler. Arrâfların ve kâhinlerin günümüzdeki ortak ismi, “[b]medyum[/b]”dur.[b] Resûlüllah[/b] (s.a.v.) [b]Efendimiz, “Her kim bir arrâfa veya kâhine gider de, onun söylediklerini tasdik ederse, bana indirileni inkâr etmiş olur”[/b](12) buyurmuştur. Fetâvâ-yı Bezzâziye’de ise, [b]“Gaybı bildiğini iddiâ eden kimse gibi, kâhine gidip onu tasdik eden kimse de kâfir olur”[/b] hükmü kayıtlıdır.

[b]Sihir[/b] mevzuuna gelince... Yahûdiler, “Hz. Süleyman saltanatı sihir ilmi sayesinde elde etmiştir. O bir büyücüdür” diyerek iftirâda bulunmuşlardı. Nitekim bu hususta Kur’ân-ı Kerim’de bilgi verilmiştir. Sihrin sekiz ayrı çeşidi vardır. Hepsi için ortak bir hükümden bahsetmek mümkün değildir. İbn Âbidîn merhum Reddü’l-Muhtar’da kısmen bu duruma işaret ederek şöyle demektedir:

“Hanefî fukahâsına göre, sihir ile küfrü icap ettiren şey murad edilmiştir. Allah Teâlâ’nın, ‘Halbuki onlar (o iki melek), ‘biz ancak fitneyiz (imtihan için gönderildik), sakın sihir yapıp da kâfir olma’ demedikçe, hiç kimseye sihir öğretmezlerdi’(13) âyet-i kerimesi de bunu ifade etmektedir. Buna göre, küfrü gerektirmeyen şeye sihir denilmez. Muhtâru’n-Nevâzil’de, [b]‘Gözbağcılığı ve tılsım, sihir değildir’[/b] diye geçen ifade de bu görüşü teyit etmektedir. Bundan dolayı Hâniye’nin ‘Hazr’ bahsinde, [b]‘Sihrin tesirine inanmadığı halde denemek için yapan kimse kâfir olmaz’ [/b]diye zikredilmiştir. Bütün bunlardan anlaşılmıştır ki, sihrin tesirine inanmayan veya küfrü gerektiren bir şey yapmayan kimseye sâhir (sihir yapıcı) denmez.”(14)

Bazı bilgisiz kimseler, Allah Teâlâ’nın izni olmadan sihrin zarar veya fayda verdiğine inanırlar. Bu mümkün değildir. Kur’ân-ı Kerim’de, [b]“Onlar bununla (sihirle) Allâh’ın izni olmaksızın hiç kimseye zarar veremezler”[/b](15) buyrulmuştur. İslâm âlimleri, sihir yapmanın haram olduğu hususunda ittifak hâlindedirler. Bu hususta hiçbir ihtilaf yoktur.
İbn Kesîr merhum tefsîrinde, sihre mâruz kalan kimselere şu tavsiyede bulunmaktadır:

“Bana göre sihri gidermek için en faydalı yol; Allah Teâlâ’nın Resûlü’ne gönderdiği Muavvizat’ı (Felak ve Nâs sûrelerini) okumaktır. Hadîs-i şerifte, [b]‘Allâh’a sığınan hiç kimse, iki sığınma duâsı gibi tesirli bir duâ ile sığınamaz’[/b](16) buyrulmuştur.”

Nakşibendî silsilesi müceddidîn kolu hazerâtının 33. ve son halkası olan Süleyman Hilmi Tunahan (k.s.) hazretleri de bir va’zlarında, sihirden korunmakla ilgili olarak (mealen) şunları söylemişlerdir: Vakit namazlarının son iki rek’at sünnetlerinin edâsında, Fâtiha’dan sonra zamm-ı sûre olarak birinci rek’atte Felak, ikinci rek’atte de Nâs sûrelerini okumaya devam edenlere sihir tesir etmez.
***
[color=blue][b]
HÂDİSELERİN OLUŞUMUNU YILDIZLARA BAĞLAMAYIN[/b][/color]

Asr-ı Saâdet’te bir gün halk, uzun süren bir kuraklıktan sonra yağmura kavuşmuştu. Bunun üzerine Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz, [b]“İnsanlar bu gün iki grup hâlinde sabaha erdiler; bunların bir grubu kâfir, diğer grubu da mü’mindir”[/b] buyurdu ve sonra da şu açıklamada bulundular:
[b]“Bazıları, ‘Bu yağmur Allâh’ın bir rahmetidir’ derken, diğer bazısı, ‘Falan falan yıldızın uğuru doğru çıktı’ dedi. Bunun üzerine şu âyet-i kerime nâzil oldu: “Hayır! (Hakikatler kâfirlerin dediği gibi değildir.) Yıldızların düştüğü yerlere yemin ederim ki; bilirseniz hakikaten bu, büyük bir yemindir. Şüphesiz bu, elbette çok şerefli bir Ku’ran’dır ki, siyânet edilmiş (korunmuş) bir kitapta (yazılı)dır. Ona tam bir sûrette temizlenmiş olanlardan başkası el süremez. O, âlemlerin Rabb’inden indirilmiş bir kitaptır. Şimdi siz, bu sözü mü küçümsüyorsunuz? Allâh’ın verdiği rızka karşılık şükrü, onu yalanlamakla mı yapıyorsunuz?”[/b](17)

Rivâyete göre müşrikler, yağmurun yağmasını şu veya bu yıldızın doğmasına ve batmasına bağladıkları için âyet-i kerime, onların, rızka şükür yerine böyle bir anlayışa sapmalarını zemmetmektedir.

Katâde (rh.) demiştir ki, [b]“Alah Teala bu yıldızları üç şey için yaratmıştır:[/b]

[b]1. Onları semânın zîneti-süsü kıldı,

2. (Semaya yükselip haber toplayan) Şeytanlara atılacak taşlan kıldı,

3. (Geceleri) kendileriyle istikamet tâyin edilen alametler-işaretler kıldı.

Kim yıldızlar hakkında başka yorumlar yapmaya kalkarsa hata eder ve nasibini zâyi eder, kendisini ilgilendirmeyen ve bilgisi olmayan hatta bilmekte peygamberler ve meleklerin bile acze düştükleri bir hususta kendini külfete sokar.”[/b](18) Rebî (rh.) de aynısını rivayet etmiş ve şu ziyadeyi kaydetmiştir:[b] “Allâh’a yemin olsun ki, Allah hiç kimsenin ne yaşamasını, ne ölmesini, ne rızkını herhangi bir yıldıza bağlamamıştır. Bunu söyleyenler Allah hakkında yalan düzüyorlar ve kendilerine bahane uydur(up avunu)yorlar.”[/b](19)


[color=blue][u][b]DİPNOPLAR[/b][/u][/color]
(1) "Havâss-ı hamse", beş duyu demektir. Yani görme, işitme, tatma, koklama ve dokunmadır.
(2) Kur’ân-ı Kerim, Haşr sûresi, 59/22.
(3) "Tayy-i mekân"; yerin dürülmesi, mesafenin kısalması suretiyle gerçekleşen kerâmet, kısaca uçmak diyebiliriz.
(4) Kur’ân-ı Kerim, Mülk sûresi, 67/5.
(5) Kur’ân-ı Kerim, En‘âm sûresi, 6/59.
(6) Kur’ân-ı Kerim, Hûd sûresi, 11/123.
(7) Kur’ân-ı Kerim, Cin sûresi, 72/26-27.
(8) Buhârî, Sahîh, İman, 37.
(9) Kur’ân-ı Kerim, Lokmân sûresi, 31/34.
(10) Buhârî, Sahîh, Hayz, 17, Enbiyâ, 1.
(11) Mefâtîhu’l-Gayb, 3, 262.
(12) Ahmed bin Hanbel, Müsned, 2, 429.
(13) Kur’ân-ı Kerim, Bakara sûresi, 2/102.
(14) İbn Âbidîn, 9, 54.
(15) Kur’ân-ı Kerim, Bakara sûresi, 2/102.
(16) C. 1, s. 147,
(17) Kur’ân-ı Kerim, Vâkıa sûresi, 56/75-82; Müslim, Sahîh.
(18) Canan, İbrahim, Kütüb-i Site Muhtasarı, 16, 187.
(19) Kütüb-i Site Muhtasarı, 16, 188; Buhari, Sahîh, Bed’ü’l-halk, 3.

31.07.2007 - ankebut-57

SİHİR, BÜYÜ, TILSIM GERÇEKLER VE EFSANELER

Katip kardeşim sizden bir konuda yardım talep ediyorum meselabir hoca cin çıkarttığını soyleyen bir hoca bizimle2li bir konuşmadan sonra benim geçmişde yaptığım şeyleri cin vasıtasıyla sorabilirmi2. duydumki insanları gostermeyebiliyormuş bu olabilirmi yani ben yoldan geçiceğim karsımda adam var ama haca-nın yaptığı birşeylerden dolayı yoldan gecen kimse o kişiyi goremiyor bu olabilirmi ikili konuşmada bizim içimizden geçenleri anlaya bilirmi mesela ben hocayla konusurken içimden adama hakaret edere kotu sozler soyledim bıunu bilebilirmi tabikide soyliyeyim Herşeyi bilen Allahdır bunları size sormak istedim

31.07.2007 - keceemre

Konular