Osmanlıcı mimar Le Corbusier

[color=blue]İz Bırakanlar
Ahmet Sırrı Arvas

Osmanlıcı mimar Le Corbusier

Avrupalı bir mimarın Paris, Marsilya, Berlin, Roma, Peşte, Viyana ve Prag’ı görmemesi olmaz, Corbusier dahasını da yapar, 1911 yılında Doğu gezisine çıkar...
Edirne ve Bursa’ya bayılır, İstanbul’a tutulmaktan kendini alamaz. Omzunda bir sırt çantası taşır, durup durup eskizler, krokiler karalar, yurduna dönünce bunları gazetelerde yayınlar, yetmez “La Vayoge d’Orient” adlı kitabına malzeme yapar.
O günden sonra, Üsküp, Saraybosna, Prizren, Gümülcine gibi Balkan şehirlerini dolaşır ve Türk evleri üzerine kafa yorar.
Derken İstanbul hasreti depreşir ve Eyyûb, Süleymaniye, Fatih, Üsküdar sokaklarını arşınlamaya başlar. Türklerin “Mösyö Karpuzuye” diye tanıdıkları dost mimar bıkıp usanmadan mahalle aralarında dolanır, evlerin, çeşmelerin, kabirlerin resmini yapar.
İnsanımızı da iyi tanır, öyle ki “İstanbul evleri ahşaptır, çatılarını da benzer kiremitlerle kaplarlar. Ahşap ‘ben de faniyim malım da fani’ diyen Türk insanının mizacına çok uyar. Ancak Osmanlılar vakıf eserlerinde (camilerde, medreselerde, hanlarda, hamamlarda) taştan taviz vermez, asırlara dayanacak binalar kurarlar” diyecek kadar...

Kubbedeki kübizm
Corbusier o günlerin “gözde” akımı kübizmi “göz ardı” etmez, camilere o zaviyeden bakar ve “gözden kaçan” incelikleri yakalar.
Yirmili yıllarda ortaya attığı “şekli saflık” kaidesine örnek olarak Bursa Yeşil Cami’yi gösterir, zikredilen eserin sadeliğinden, heybetinden, azametinden söz açar. Ona göre bir bina içiyle dışıyla ancak bu kadar uyumlu olabilir, geometrinin şiirleştirilmiş şekli dense yeri var.
Le Corbusier, 1911 yılında İstanbul’u kenar köşe gezer ve camilerimiz hakkında şu cümleleri yazar: “Kitlelerde elemanter geometrinin bir disiplini var. Kareler, küpler, küreler geçidi... Planda ise bir tek eksene uyarlanan bir dikdörtgen. İşte mimari! Biçimlerin melodisi!...
İstanbul biraz Eminönü, biraz da Fatih’tir. Sarayburnu’nda taçlanan Topkapı Sarayı biblo gibidir. Ayasofya, Sultanahmet, Süleymaniye, Nuruosmaniye, Fatih, Yavuz Selim ve Mihrimah Camii... Ardı ardına sıralanan tepeler, kubbeler... Tepeler, kubbeler...”
Le Corbusier not defterine çizdiği krokinin yanına kırmızı kalemle bir not düşer: “Plancılar, dikkat, silüet!”
La Corbusier, İstanbul’un kesinkes korunması gerektiğine inanır. Evet Sur içi, Eyyûb Sultan, Üsküdar, Beylerbeyi, Beykoz bakımsız ve dağınıktır ama ona göre güzellik de ordadır. Düşünün, ahşap evler arasına sağa sola yatmış mezar taşları, şirin bir mahalle mescidi, kuytuları yosun tutmuş bir şadırvan, yarı yıkık bir dergâh, bacası tütmese de kubbesi duran bir hamam, incir ağaçları, bostan kuyuları filan... Sonra ortalıkta dolanan kırmızısı solmuş, grimsi pembe olmuş antika bir tramvay... Çın çın çın... Çekilin yoldan...
Bırak dağınık kalsın, ki batılılar buna “Pitoresk” diyorlar.
Le Corbusier cumhuriyetin ilk yıllarında vazife yapan bürokratlardan çok korkar, zira devrimciler genellikle geçmişlerinden nefret eder, kıyıcı ve yıkıcı olurlar. Oturur, endişelerini bizzat Cumhurbaşkanına yazar.
Netice mi?
Maalesef.

Keşke yazmasaydım
Le Corbusier hatıralarında: “Eğer o mektup olmasaydı, bugün rakibim Prost’un yerine güzel İstanbul’un imarını ben planlıyor olacaktım. Bu mektupla inkilap yapmış bir milletin en inkilapçısına seslenmiş ve İstanbul’un tozuyla toprağıyla olduğu gibi bırakılmasını tavsiye etmiştim. Ne büyük hata yaptığımı sonradan anladım” diye yakınır.
Peki en büyük rakibim dediği “Henry Prost ne yapar? Bu mimar bozuntusunun sabıkası iki üç satıra sığmaz. Ancak şu kadarını hatırlatalım, Vatan, Millet ve Ordu caddelerini bahane edip yüzlerce mescid, medrese ve çeşmeyi yıkar. Okmeydanı’nı imara, Haliç’i sanayiye açar.)
Neyse... Le Corbusier 2. Cihan harbinin akabinden İzmir’e gelir ve şirin şehir için fevkalade projeler sunar. Alsancak’tan Karşıyaka’ya kadar göz okşayan mekanlar, oyun alanları, spor sahaları, albenili parklar... Ama olmaz, onu İzmir’e de yanaştırmazlar. Şu anda adı geçen bölgede pis fabrikalar uzanır ve şekilsiz gecekondular...
Le Corbusier son yıllarında kendisine basit bir tatil kulübesi yapar, oturup kitap yazar. Tek lüksü denize girmektir, ancak yorgun vücudu dalgalarla başa çıkamaz (Yıl:1952. Yaş: 90)

>>> Ayinesi iştir kişinin
Corbusier’nin Salon d’Automne’da açtığı sergiler alışıldık şeyler değildir, çok tartışılır. Cenevre Milletler Cemiyeti Sarayı için sunduğu proje elenirse de iz bırakır. Sırf bu yüzden avangard mimarlık değerlerini savunan Çağdaş Mimarlık Kongresinin Fransa sekreterliğini üstlenir ve rakipleriyle mücadeleye başlar. Yetmez L’Esprit Nouveau adlı bir sanat dergisi yayınlar.
Çıkardığı eserler öğrencilerin başucu kitabı olur, özellikle “Bir Mimarlığa Doğru” uluslararası çapta yankı bulur. Le Corbusier Sanayi Devrimi sonrası geçiş dönemi yaşayan ülkelere yeni bir mimarlığın doğduğunu fısıldar, ki dili coşkulu, hatta kışkırtıcıdır. Sadece mimarlara değil herkese seslenir, kolay anlaşılır.
Centrosoyuz-Moskova (1928), Villa Savoye-Poissy (1929), Citrohan evi, İsviçre Pavyonu-Paris (1932), Marsilya Toplu Konutları (1952), Amerika’daki Carpenter Center, Chandigarh Eyalet Meclisi (Hindistan) cesur ve farklı tasarımlardır.
Le Corbusier bir mimarlar arenası olan New York’u hiç beğenmez. Ancak Manhattan’ı New Jersey’e bağlayan George Washington Köprüsünü (1931) ayrı tutar. Fikrini “bu berbat şehirde takdir edilecek tek şey” diye açıklar.
Ünlü mimarımız Sedat Hakkı Eldem de Le Corbusier’nin izinden gider, Maçka’daki Firdevs Hanım Evi’nde (1934), Yalova’daki Termal Otel’de (1934-37) ve Ankara’daki Gümrük ve Tekel Müdürlüğü’nde (1937-38) ustasının tesirinde kaldığını saklamaz.


[/color]

Konular