İslam Ve Batı

[b][color=blue]İslam Ve Batı

İslâm’ın Batı’da en hızlı yayılan din olduğu gerçeği, ilk dönemlere geri giden rekabet ve hasım duygusunu daha da güçlendiriyor. Buna İslâm dünyasının dini hassasiyet ve enerjisini muhafaza eden tek dünya medeniyeti olduğunu eklediğimizde, terörizm, aşırılık, köktendincilik, baskıcılık gibi İslâm’a karşı yöneltilen yeni suçlamaların aslında bir savunma mekanizması işlevine sahip olduğunu görüyoruz.

Miladî sekizinci yüzyılda başlayan İslâm karşıtı polemiklerin ortak teması bugüne kadar değişmedi. Kur’an’ı ilâhi bir kelâm, Hz. Peygamber’i de sahih bir resul olarak kabul etmeyen Hıristiyanlık, İslâm konusunda bugün de benzer bir tavıra sahip.

İslâm’ın Batı’da en hızlı yayılan din olduğu gerçeği, ilk dönemlere geri giden rekabet ve hasım duygusunu daha da güçlendiriyor. Buna İslâm dünyasının dini hassasiyet ve enerjisini muhafaza eden tek dünya medeniyeti olduğunu eklediğimizde, terörizm, aşırılık, köktendincilik, baskıcılık gibi İslâm’a karşı yöneltilen yeni suçlamaların aslında bir savunma mekanizması işlevine sahip olduğunu görüyoruz.

Özellikle son yıllarda sürekli gündeme getirilen İslâm-şiddet ilişkisi ve İslâm’ın özünde şiddete dayalı yahut şiddeti cihad öğretisiyle meşrulaştıran bir din olduğu iddiası, aslında Ortaçağ hıristiyan Avrupası’nın İslâm’ın kılıç zoruyla yayıldığı inancının yeni bir versiyonundan ibaret. İslâm’ın çok kısa bir sürede Arap Yarımadası’nın sınırlarını aşarak, Bizans’ın ve Sasanî İmparatorluğu’nun yönetimi altındaki toprakları ele geçirmesi, ‘kılıç dini’ fikrinin tarihi ve siyasi temelini oluşturur.

Ortaçağ Avrupa tarihi, din-mezhep savaşları ve haçlı seferleri, İslâm’ın yayılış tarihinden çok daha kanlı olduğu halde, İslâm’ın şiddet yoluyla yayıldığı fikri, Batı’nın İslâm’ı idrak etme biçiminin en önemli unsurlarından biri olageldi. Bugün özellikle 11 Eylül olaylarından sonra daha yoğun ve sistematik bir şekilde gündeme getirilen bu konuya ileride tekrar değineceğiz.

HRİSTİYAN AVRUPA İSLAM MEDENİYETİNİ KEŞFEDİYOR

Ortaçağ hıristiyan intelijensiyasının İslâm’ı sapık bir hareket ve paganist (putperest) bir din olarak algılamasına mukabil, İslâm medeniyetinin bilim, düşünce ve sanat alanlarındaki göz kamaştırıcı başarıları Avrupa’nın dikkatinden kaçmadı.

İslâm kültürünün özellikle bilim ve felsefedeki birikimi, Endülüs’te zaten biliniyordu. 711 yılında Potier adlı Fransız kasabasındaki ilk askerî temastan sonra, Emevi asıllı müslümanlar güney İspanya’ya hızla yerleşmeye ve siyasi varlıklarını tesis etmeye başladılar. Endülüs çok kısa sürede İslâm medeniyetinin en seçkin sanat ve fikir eserlerinin verildiği bir bölge haline geldi. Aynı zamanda yahudi, hıristiyan ve müslüman toplulukları arasında tarihte eşine az rastlanır bir dinî ahenk ve etkileşimin hakim olduğu Endülüs, bugün bile tarihi önemini koruyor.

İslâm düşüncesinin Avrupa üzerindeki etkisi o kadar güçlü idi ki, daha 857 yılında Alvaro adlı bir İspanyol, hıristiyan gençlerin Hıristiyanlığı öğrenmekten ziyade İslâm kültürüne hayranlık duyduklarından şikayet etmekteydi. Alvaro aynen şöyle diyordu:

“Benim hıristiyan kardeşlerim arapların şiir ve edebiyat eserlerinden büyük bir haz alıyorlar. Müslüman kelâmcı ve feylesofların eserlerini, onları reddetmek değil, daha düzgün ve seçkin bir arapça öğrenmek için tedris ediyorlar. Bugün kilisenin dışında Hıristiyanlığın kutsal metinlerine yazılmış Latince şerhleri okuyacak bir kimseyi bulmak ne mümkün. Kim incilleri ve onların cüzleri olan peygamber ve havariler bölümlerini okuyor? Heyhat! Yetenekleriyle temayüz etmiş hıristiyan gençler Arapça’dan başka bir dil ve edebiyat tanımaz hale geldiler. Onlar Arapça eserleri büyük bir azimle okuyor, büyük paralar harcayarak Arapça kütüphaneler oluşturuyor ve heryerde Arap (İslâm) kültürünü övüyorlar.” (Zikreden: Gustav von Grunebaum, Medieval İslâm (Chicago/London: The University of Chicago Press, 1946), p. 57.)

Buna benzer serzenişleri Ortaçağ boyunca Avrupa’nın pek çok yerinde duymak mümkün. İslâm düşüncesinin ve biliminin batılı intelijensiya üzerindeki etkisi 13. yüzyılda öyle bir noktaya ulaştı ki, İbn Rüşd’ün (ö. 1197) latin dünyasındaki takipçileri kilise tarafından aforoz edildiler. Latin İbn Rüşdcülüğü (Averroism) olarak bilinen hareket, 1277 yılında başpiskopos Tempier tarafından yasaklandı ve İbn Rüşd’ün eserleri toplu olarak yakıldı. Yine aynı dönemde müslüman bilim adamlarının Arapça eserleri, Latince’ye tercüme edilerek Rönesans ve ardından modern bilimin doğuşuna zemin hazırladılar.

Bütün bu gelişmelerin en önemli neticesi, Batı Avrupa’nın İslâm dini ile medeniyeti arasında kesin bir ayrım yaparak birincisini şiddetle reddetmesi, ikincisine ise hayranlık duymasıdır. İslâm’ın bir din ve medeniyet olarak Avrupa zihninde yarattığı ikilemi aşma çabaları, pek çok ilginç tezin ve uydurma efsanenin ortaya çıkmasına sebep oldu. Bu efsanelerin başında, İbn Sina ve İbn Rüşd gibi müslüman filozof ve bilim adamlarının aslında gizli hıristiyanlar olduğu, küfürle itham edilmekten korktukları için zahirde müslüman kimliğine büründükleri fikri geliyor.

Roger Bacon’ın 13. yüzyılda dile getirdiği bu senaryonun arkasında çok önemli bir psikolojik tavır yatıyor: İslâm medeniyetinin evrensel başarılarını İslâm’a rağmen izah etme çabası. Bir başka ifadeyle, İslâm’dan bir din olarak nefret eden Avrupa, onun medeniyet sahasındaki başarılarını bir şekilde açıklamak zorunda idi ve bunun yolu, bu başarıların İslâm’ın bizzat kendine değil, milliyet, ırk, coğrafya, İslâm öncesi kültürler, Yunan düşüncesi vs. gibi unsurlara dayalı olduğunu ileri sürmekti.

Bu tavrı, 14. yüzyıldan itibaren Avrupa kökenli hemen bütün eserlerde, ilmî kitap ve ansiklopedilerde, tercümelerde ve seyahatnamelerde görmek mümkün. 19. yüzyılda oryantalizm bu tavrı daha akademik bir kimliğe büründürdü. İslâm medeniyetinin özünde ödünç alınmış bir kültür mirası olduğu ve Helenistik kültüre düşülmüş uzun bir şerhten ibaret olduğu tezi, oryantalizmle beraber bugün de canlılığını muhafaza ediyor.

SELAHADDİN EYYUBİ: BİR ORTAÇAĞ AVRUPA KAHRAMANI

Bu meyanda dikkatimizi çeken bir diğer önemli örnek Selahaddin Eyyubî’dir. Müslüman hafızasında Kudüs’ün kurtarıcısı ve adil-bilge bir sultan olarak yer etmiş olan Selahaddin Eyyubî, Ortaçağ’da sadece İslâm dünyasının değil, aynı zamanda Avrupa’nın da bir kahramanı idi. Haçlı seferlerinin ardından Selahaddin hakkında Avrupa’da yayılan efsaneler, onun şövalye ruhu, asalet ve adaleti, cesaret ve kudreti üzerine odaklaşmaktaydı.

Haçlı seferlerinin sona ermesinde ve Kudüs-Filistin bölgesinin müslüman idaresinde kalmasında büyük rol oynamış olan Selahaddin Eyyubî’nin Avrupa’da bir kahraman olarak algılanması bize bugün şaşırtıcı gelebilir. Fakat Avrupa’nın kendi iç dinamikleri açısından bakıldığında, bu tavrı normal karşılamak gerekiyor. Zira 13. yüzyıldan itibaren Hıristiyanlık dini bir dünya görüşü olarak etkinliğini hızla yitirmeye başladı ve bu, Avrupa intelijensiyasının Hıristiyanlık dışında başka kültürel değerlere ve sembollere ilgi duymasına yol açtı.

Kutsal topraklar üzerindeki İslâm idaresini ortadan kaldırmak için yola çıkmış olan haçlı şövalyelerin, yenilgiye uğradıktan sonra Avrupa’ya ‘Selahaddin efsanesi’ni geri getirmiş olması, tarihin kayda değer cilvelerinden biri olsa gerek. Sebebi ne olursa olsun, Selahaddin Eyyubî Ortaçağ Avrupası’nda İslâm’ın yetiştirdiği en büyük kumandan ve idareci olarak bilindi. Bu yüzden 13. ve 14. yüzyıllara giden Latince eserlerde, Selahaddin Eyyubî’ye atıfta bulunan pek çok esere rastlıyoruz. (Türkçeye de tercüme edilen Usame ibn Munkiz’in (1095-1188) Kitabu’l-İ’tibar (İbretler Kitabı) adlı hatıraları, bu dönemin bir müslüman gözüyle nasıl görüldüğüne ilişkin nefis bir örnektir. Müslümanların Haçlılara nasıl baktıklarını öğrenmek için, İbn Munkiz’in eserine başvurulabilir)

12. ve 13. yüzyılların önemli gelişmelerinden biri de, batılı İslâm tasavvuruna Hz. Peygamber imajının eklenmesi oldu. Bu yüzyıllardan önce doğrudan Hz. Peygamber hakkında yazılmış batılı eserlere rastlamıyoruz. Hz. Peygamber’in -hâşâ- sahte bir peygamber olduğu fikri, hıristiyanların ilk dönemlerden itibaren savunduğu bir inançtı. Fakat 12. yüzyıldan sonra Hz. Peygamber’in şahsını ve nübüvvet misyonunu hedef alan bazı eserlerin yazıldığını görüyoruz. Mainz’li Embrico’nun (ö. 1077) yazdığı Vita Mahumeti adlı Latince eser, doğrudan Hz. Peygamber’i konu alan ilk eserlerden biridir.

Hz. Peygamber hakkında bir müslümanın havsalasını aşan hikaye, efsane, iftira ve suçlamalarla dolu bu ve benzeri eserlerin ortak hedefi, Hz. Peygamber’in şahsına, aile hayatına, yaptığı evliliklere ve yahudi ve hıristiyanlarla olan ilişkisine saldırmak suretiyle onun nübüvvetinin ilâhi kökeni olmadığını göstermekti.

Hz. Peygamber üzerine yapılan vurgunun daha derin bir sebebi, Hıristiyanlığın Hz. İsa etrafında şekillenmiş bir din olmasıdır. Bilindiği üzere Hıristiyanlık, “Isevî” bir din olarak Hz. İsa’ya ilâhi vasıflar atfetmiş ve böylece peygamber merkezli bir din ortaya çıkmıştır. ‘Hıristiyanlık’ kelimesi de mesih kelimesinin yunancasından (“hristo”) alınmış bir kelimedir. Bugün bile hıristiyanlar, İslâm’a baktıkları zaman, kendi dinlerindekine benzer bir peygamber-vahiy ilişkisi aradıkları için, İslâm’ı anlamakta zorluk çekebiliyor yahut pek çok hata yapabiliyorlar. Örneğin bazı oryantalistlerin İslâm yerine ‘Muhammedanizm’ kelimesini kullanması, bu açıdan bakıldığında oldukça manidar.

AVRUPALI SEYYAHLAR VE İSLAM’IN ORYANTALİZE EDİLİŞİ

16. ve 17. yüzyıllarda güçler dengesindeki değişim ve Avrupa medeniyetinin yaptığı büyük hamleler, Batı’nın İslâm tasavvuru üzerinde doğrudan bir etkiye sahip oldu. 17. yüzyıla kadar kendini surekli bir İslâm tehdidi altında hisseden Batı Avrupa ve Hıristiyanlık, Osmanlı’nın duraklama dönemine girmesiyle beraber müslüman dünyaya farklı bir gözle bakmaya başladı. Artık İslâm coğrafyasına sömürge toprakları olarak bakılıyor, İslâm medeniyeti kültürel bir meydan olmaktan çıkıyor ve Osmanlı’dan -yaklaşık bir asır sonra- Avrupa’nın ‘hasta adamı’ olarak bahsediliyordu.

Bu dönemden sonra Avrupa’nın İslâm hakkında bilgi edinme kaygısını, sömürgecilik sisteminden bağımsız düşünmek imkansız hale geldi. İslâm ülkelerine giderek çeşitli gözlemlerde bulunan ve topladıkları bilgileri Avrupa dillerinde yayınlayan Avrupalı seyyahlar, bu dönemin önemli bilgi kaynakları haline geldiler. Burton, Scott, Kinglake, Disraeli, Curzon, Warburton, Nerval, Chardin, Chateaubriand, Flaubert, Lamartine, Pierre Loti ve Tavernier gibi onlarca batılı seyyah, İslâm ülkelerine ziyaretlerde bulundular ve müslüman toplumların siyasi, ekonomik, etnik ve dinî yapıları hakkında kayda değer gözlemlerde bulundular. (Edward Said Orientalism adlı eserinde (New York: Vintage Books, 1979) s. 166-197, bu seyyahlar ve modern İslâm tasavvurunun oluşumundaki rolleri hakkında önemli bir tahlil sunmaktadır.)

Ağırlıklı olarak Alman, Fransız ve İngiliz seyyahların kaleme aldığı bu seyahatnameler, Avrupa’nın İslâm ülkeleri hakkında edindiği ilk yüzyüze temasa dayalı bilgiler içerdiği için tarihi bir öneme sahip. Lakin bu eserlerin, Avrupa’nın İslâm bilgisini ve algılayış tarzını daha olumlu bir noktaya getirdiğini söylemek mümkün değil. Hıristiyanlığın İslâm’a karşı beslediği husumet, bu eserlerin hepsinde son derece aşikâr. Dahası, artık modern Avrupa medeniyetine ait olan bu seyyahlar, bazı istisnalar dışında İslâm kültürüne hem hayranlık duydular, hem de aşağılayıcı bir tavır takındılar.

Bu ikilemin tarihi köklerine yukarıda işaret etmiştik. Bu eserler aynı zamanda, Avrupa-merkezciliğin (Eurocentrism) kültür alanındaki ilk örnekleridir. Avrupalı seyyahların gayesi müslüman toplumlarını daha iyi tanımak ve kültürel bir yakınlaşma inşa etmek değil, İslâm kültürüne batılı gözlerle bakmak ve buna göre hüküm vermekti. Bu yüzden -birkaç istisna dışında- bu eserlerin hiç birinde herhangi bir İslâm-müslüman sempatisine rastlamıyoruz. Bilakis, karşımızda artık yeni ve ‘oryantal’ bir İslâm imajı vardır.

18. ve 19. yüzyıllarda, Avru-palı seyyahların sunduğu İslâm tasavvuruna yeni bir unsur daha eklenir: Romantisizm. Aydın-lanma’nın kuru akılcılığına ve tarihselciliğe bir tepki olarak doğan Romantik hareket, İslâm dünyasına kendi romantik idealleri açısından baktığı için, zihninde yepyeni bir İslâm ve Doğu imajı oluşturmuştur. Bu imaja hepimiz, batılı ressamların yaptığı Osmanlı toplumu, sarayı ve özellikle de harem hakkındaki resimlerinden aşinayız. Sokaktaki sıradan bir satıcıyı bile, bir aşk ve arzu senaryosunun parçası haline getiren bu resimler, ortalama batılının İslâm dünyası hakkındaki görsel algılama biçimini bugün dahi belirlemeye devam etmektedir.

Edward Said’in Orientalism’inde büyük bir ustalıkla sergilediği gibi, 17, 18 ve 19. yüzyıllardaki İslâm tasavvuru, günümüz Amerikan-Batı medyasına ve sinemasına bitip tükenmez bir tahayyül hazinesi vermiştir. Oryantal, mistik, esrarengiz, sırlarla dolu, baba-erkil, şehvet düşkünü, karşı cinsi ezen ve aşağılayan, her tür aşırılığa açık ve yeniliğe düşman bir İslâm ve Doğu... Bugün görsel sanatlar aracılığıyla biteviye üretilen bu İslâm ve Doğu imajını geriye doğru okuduğumuzda, Romantik hareketin ve onun akademik temsilcisi oryantalizmin etkin rolunü net olarak görebilmekteyiz.

Önemli Mevzular
Kaynak Belirtmeden Yayınlamak Yasaktır.
--------------------------------------------------------------------------------
Kaynak Nedir ?: Her hakkı saklıdır © [url]www.kasriarifan.com[/url]
[/color][/b]

Konular