PEYGAMBER VE KİTAP İNANCI

Her insan bir şekilde, Allah’ın varlığını ve birliğini, gözüyle görmüş gibi anlar ve kavrar. Kur’an’da bunun çok sayıda delili vardır. Bir ayet şöyledir:

“Desen ki: Gökten ve yerden size rızık veren kim? Ya da işitmeye ve gözlere hakim olan kim? Kimdir o diriyi ölüden çıkaran, ölüyü de diriden çıkaran? Ya her işi çekip çeviren kim?’ Onlar: “Allah’tır” diyeceklerdir. De ki; öyleyse hiç sakınmaz mısınız?” (Yunus 10/31)

Kendine tanrıtanımaz, dinsiz ve ateist diyenlerin bile başları daralınca Allah’a sığınmaları, içlerinde var olan bu inancı, zor zamanlarda gizleyemediklerini gösterir. Kur’an’da, Allah’ın varlığını ispatla ilgili delil olmaması ve peygamberlerin onunla uğraşmaması bundandır.

İman sözlükte güvenli olmak anlamına gelir. Kendini Allah karşısında yeterince güvende görmeyenler destekçiler ararlar. Bu, şirki oluşturan temel sebeplerdendir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Onların çoğu Allah’a, müşrik konumunda olarak inanırlar.” (Yusuf 12/106)

Destekçi Allah’a yakın sayılan biri olur. Ona, Allah’a ait bazı yetkiler yakıştırılır, ama Allah’tan düşük seviyede görülür. Allah’ın bunu kabul edeceğine dair hiçbir kanıt bulunmaz. Onların tek dayanağı büyüklerinden duydukları ve gördükleridir. Peygamberlerin bütün gayreti insanları bu şirk bataklığından kurtarmak olmuştur. Bu sebeple onlar, Allah’tan başka ilah olmadığını ispatla meşgul olmuşlardır. Şu ayetler bu durumu açıkça göstermektedir:

(O Peygambere) Dediler ki: “Sen bize geldin ki, Allah’a; bir tek ona kulluk edelim ve atalarımız neye kulluk ediyorsa onu bırakalım; öyle mi? Haydi, eğer doğrulardan isen bize yaptığın tehdidi gerçekleştir bakalım!”

(Peygamber) şöyle cevap verdi: “Gerçekten artık size Rabbınızdan bir azap ve bir öfke zamanı geldi. Demek ki, Allah hiçbir belge indirmemişken siz, kendinizin ve atalarınızın taktığı bir sürü adlar konusunda benimle çekişirsiniz ha? Bekleyin o zaman. İşte, ben de sizinle birlikte bekliyorum.” (Araf 7/70,71)

Müslümanlar; “Eşhedu en lâ ilâhe illallah” Yani “Ben tanıklık ederim ki, Allah’tan başka ilah yoktur.” derler. Tanıklık için Allah’ı gözle görür gibi kesin olarak bilmek gerekir. Çünkü insan gözüyle gördüğü kulağıyla duyduğu şeye tanıklık edebilir. Allah inancı bu derece kesin olmasaydı, “Ben tanıklık ederim“ yerine“ Şu Peygamberin bildirdiğine göre Allah’tan başka ilah yoktur.” demek gerekirdi.

Allah’ın varlığının ve birliğinin ispata ihtiyacı olmadığı halde, peygamberliği ispat gerekir. Bu, kimsenin benzerini yapamayacağı bir belge ile olur. Ona mucize denir. Mucizeyi gören, o şahsın Allah’ın elçisi olduğunda şüphe etmez.

Bazı mucizeler, belli zaman dilimiyle sınırlı etkiye sahiptir. Mesela, Hz. Musa’nın değneğinin yılana dönüşme mucizesi artık onun peygamberliğini ispat için kullanılamaz. Topkapı Müzesinde sergilenen bir değneğin o değnek olduğu iddia edilir. Ama o, bugün için bir mucize niteliği taşımaz.

Hz. Muhammed Allah’ın son elçisidir. Onun mucizesi olan Kur’an, kıyamete kadar, her zaman ve her yerde onun peygamberliğini ispata devam etmektedir. O, aynı zamanda o Elçi’nin getirdiği tüm emir ve yasakları da içerir. Bu sebeple müslümanlar, hem Peygamber’e olan inançlarını pekiştirmek hem de doğru dini öğrenmek için Kur’an’ı anlayarak okumak zorundadırlar. Bunun dışında bir yol, onların içlerini şüphelerden kurtarıp tam bir kanaate ulaştıramaz. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

Onlar o kimselerdir ki inanmışlardır ve kalpleri Allah’ın zikri ile yatışıp tatmin olmaktadır. Bilin ki kalplerin yatışıp tatmin olması Allah’ın zikri iledir. (Ra’d 13/28)

Kur’an’da Zikir, peygamberlere indirilen kitapların ortak adıdır. Allah’ın zikri, Allah’ın kitabı demektir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

“İşte o Zikr’i biz indirdik. Ne olursa olsun onu koruyacak olan da bizleriz.” (Hicr 15/9)

Peygamberler insanları yalnız Allah’a ibadet etmeye çağırmışlardır. İbadet sözlükte boyun eğmek, kul, yani köle olmak anlamına gelir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk edin ki, korunabilesiniz. (Bakara 2/21)

İnsanlar, güçlerinin yettiğini köle etmeğe, güç yetiremediklerine de köle olmağa meyillidirler. Kimi siyasi ve askeri gücünü, kimi zenginliğini, kimi de dini kullanarak insanları köle gibi kullanırlar. Peygamberler ise Allah’tan başkasına köle olmamağa çağırırlar. Bu, büyük bir hürriyet çağrısıdır. Çünkü Allah’tan başkasına köle olmamak hürriyetin doruk noktasına ulaşmak olur. Bu çağrı, aklını kullananlara büyük bir kurtuluş kapısı açar. Kişiliklerinin farkına varmaya, sömürüye karşı çıkmaya ve iyi işler yapmaya başlarlar. Hz. Peygamber ve ashap dönemi, bunun sayısız örnekleriyle doludur.

Peygamberler aklı kullanmaya çağırırlar. Sömürücüler ise duygulara ağırlık verirler. Yaptıkları en büyük suçlama, ataların yolundan ayrılma suçlamasıdır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

Onlara: « Allah ne indirmişse ona uyun» denince şöyle derler: « Hayır, biz atalarımızdan ne bulmuşsak ona uyarız.» Ya ataları bir şeyi anlayamamış ve doğruyu tutturamamışlarsa? (Bakara 2/170)

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Allah o pisliği aklını kullanmayanların üstüne bırakır.” (Yunus 10/100)

Din Sömürüsü

En ağır sömürü din sömürüsüdür. Bu öyle bir sömürüdür ki, sömüren ve sömürülenlerin çoğu bunun farkına bile varmazlar. Çünkü bu durumda insanlar dine çağırılır, ama genellikle Peygamber ve Kitap kavramları değiştirilmiş bir dine. Kitaba aşırı saygı gösterilir ve onu herkesin anlayamayacağı inancı aşılanır. Dini anlamak için başka kitaplar öne çıkartılır, onların ilham yoluyla yazdırıldığı vurgulanır. Peygamber de insan üstü bir konuma getirilir, ondan kalan yere başkaları oturtulur. Bu durumu şu ayet çok güzel açıklar:

Allah bir takımını yola getirdi. Bir takımı da yoldan çıkmışlığı hak etti. Çünkü onlar Allah’tan önce o şeytanları dost saydılar. Üstelik bir de kendilerini doğru yolu tutmuş sanırlar. (Araf 7/30)

Bunun müslümanlardaki örnekleri sayılamayacak kadar çoktur. Onlar bu konuda Yahudi ve Hıristiyanlara uymuşlardır. Her müslümanın ezbere bilmek zorunda olduğu tek sure Fatiha suresidir. Namaz kılan biri bu sureyi günde en az kırk kere okur ve onun dikkati günde kırk kere, bu konuya çekilir:

(Allahım!) Sen bizi o doğru yola sok.

Senin iyilik ettiğin kimselerin yoluna.

Gazaba uğramış olanların ve sapıkların yoluna değil. (Fatiha 1/5,6,7)

Allah’ın Elçisi sallallahu aleyhi ve sellem gazaba uğramış olanların Yahudiler, sapıkların ise Hıristiyanlar olduğunu söylemiştir.

Bu konuda Allah’ın Elçisi’nin de uyarısı vardır. Ebu Saîd el-Hudrî’nin bildirdiğine göre o şöyle demiştir:

Sizden öncekilerin izlerini, kuşkusuz karış karış, arşın arşın takip edeceksiniz. Onlar bir kertenkele deliğine girmiş olsalar, siz arkalarından gideceksiniz.

Dedik ki; “Yahudi ve Hıristiyanlar mı?”

-Ya kim olabilir? dedi.

Müslümanların, uyarılara rağmen bu duruma nasıl düştüğünü görmek için önce Hıristiyan örneğine bakalım.

Hıristiyan örneği

Hıristiyanlar çoktanrılılığı yani şirki reddederek şöyle derler:

“Birinci buyruk çoktanrılığı yasaklar. İnsanlardan, Allah’tan başka tanrılara inanılmamasını, Tek olandan başka ilahlara saygı gösterilmemesini ister. Kutsal kitapta sık sık putları reddetmekten söz edilir.”

Şu ifadeler İncil’de geçer:

“Dinle ey İsrail, Allah’ımız Rab, bir olan Rab’dir.

Hz. İsa şöyle demiştir: “Tanrın olan Rabb’e tap, yalnız ona kulluk et.” (İncil Luka 4/5-8)

Müslümanların inandığı İncil, Allah’ın Hz. İsa’ya indirdiği İncil’dir. Allah Teala şöyle buyurur:

“Kendilerine İncil gönderilenler onun içinde Allah’ın indirdiği yargılarla yargılasınlar”. (Maide 5/47)

Eldeki İncil’in büyük bölümü Pavlus’un, bir kısım havarilerin ve kimliği tam olarak bilinmeyen kişilerin mektuplarından oluşur. Bunlar, Allah’ın Hz. İsa’ya indirdiği şeyler değildir. Hz. İsa’nın havarileri, Hz. Peygamberin sahabeleri gibidir. Onların sözü, en çok sahabe sözü seviyesinde olabilir. Ama günümüz Hıristiyanları bunları Allah’ın vahyi sayarlar. Katoliklerin konu ile ilgili inancı şöyledir:

“Kilisemiz, havarilerinden gelen inançla, Eski ve Yeni ahit içindeki kitapları bütün bölümleriyle kutsal ve Kilise yasalarına uygun kabul eder, zira Kutsal Ruh’un vahyi ile yazıldıklarından bunların yazarı Tanrı’dır.“

Bu durum, şu ayetin kapsamına girer:

“Yazık o kimselere ki kendi elleriyle Kitap yazarlar; sonra « Bu, Allah katındandır.» derler ki, karşılığında az bir bedel alsınlar. Yazık o, kendi elleriyle yazdıklarından dolayı onlara! Yazık onunla kazandıklarına!» (Bakara 2/79)

İncil’in içi farklı şeylerle doldurulurken Hz. İsa tanrı sayılmış, ondan kalan yere İncil yazarları ve kilise yetkilileri yerleşmiştir. Onlar Kilise’nin sürekli vahiy aldığına inanırlar. Konu ile ilgili ifadeleri şöyledir:

“Eskiden konuşan Tanrı, sevgili Oğlunun Eşiyle (Kilise ile) konuşmayı sürdürmeye devam etmektedir. Kilise’de ve onun aracılığıyla dünyada yankılanan İncil’in canlı sesi, inanlıları en yüksek gerçeğe götürmekte ve Mesih’in sözlerinin onlarda iyice yerleşmesine neden olmaktadır. Kilise adına bu konuda yetkili olanlar havarilerin halefleri sayılan episkoposlardır.

Matta İncil'ine göre Hz. İsa çarmıha gerilip defnedildikten üç gün sonra kabrinden çıktı, Celile'de 11 havarisine göründü ve şöyle dedi:"Gökte ve yeryüzünde bütün hâkimiyet bana verildi. İmdi siz gidin, bütün milletleri şakirt yapın. Onları Baba,Oğul ve Ruhülkudüs ismiyle vaftiz eyleyin. Size emrettiğim her şeyi tutmalarını onlara öğretin; ve işte ben bütün günler, dünyanın sonuna kadar sizinle beraberim."(Matta 28/18-20)

Bu sözlerle Hz. İsa, tanrı yerine konmuştur. Çünkü gökte ve yeryüzünde iktidar sahibi yalnız Allah Teâlâ’dır. Her zaman insanlarla beraber olan da odur.

Allah’ın Kilise ile konuşmayı sürdürdüğü inancı, konsillerde alınan kararları tartışılmaz yapmıştır. Böylece Hz. İsa’nın tanrılığını pekiştirici kararları almak kolaylaşmıştır.

Hz. İsa’dan 4 asır sonra toplanan İznik Konsili’nde Hz. İsa ile ilgili şu karar alınmıştır:

“Tanrı’nın biricik oğlu, ezelde Baba’dan doğmuş, nurdan gelen nur, gerçek Tanrı’dan gelen gerçek Tanrı, yaratılmış olmayıp Baba ile aynı özdendir.

Bu, kiliseyi Hıristiyanlar yanında güçlü bir hale getirmiştir. Hatta bir kimsenin Hıristiyanlığa kabulü de kilisenin onayı ile olur. Bunun için vaftiz gerekir. Vaftiz, İsa'nın manevi vücuduyla birleşmeyi ve Kutsal Ruh'la yeniden doğmayı ifade eder. Vaftiz, Hıristiyan olmanın ilk şartıdır.

Katoliklere göre Papa yanılmaz bir otorite, kilise ise evrenseldir. Kilise dışında kurtuluş yoktur. Roma, diğer kiliselerin ruhanî merkezidir ve hepsinden üstündür. Kilise, Kutsal Ruh tarafından sevk ve idare edilir. Kutsal Ruh Baba ve Oğul'dan çıkar. İncil'in yorumu kilise eliyle olur.

Müslüman örneği

Kur’an’ı korumayı bizzat Allah üstlendiğinden onun içine İncil gibi başkalarına ait sözler karıştırmak mümkün olmamıştır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“İşte o Zikr’i (Kur’an’ı) biz indirdik. Ne olursa olsun onu koruyacak olan da bizleriz.” (Hicr 15/9)

Kur’an’a dokunulamayacağı için saptıranlar başka yolları kullanmışlardır. Öncelikle Hz. Peygamberi, Hz. İsa gibi tanrılık özelliklerine büründürmek gerekmiştir. Allah’ın oğlu terimini Kur’an mahkum ettiği için onun yerine, Hakîkat-i Muhammediyye, Nur-i Muhammedî ve İnsan-ı Kâmil gibi masum ve kolayca başka tarafa çekilebilecek terimler seçilmiştir. İnsanlar da havass’ul-havass yani üsttekiler; havass yani orta tabaka ve avam yani alt tabaka diye üç sınıfa ayrılmıştır. O terimlerin gerçek anlamını sadece üsttekiler bilmiş, orta ve alt tabaka ise onları çikolataya bulanmış zehirler olarak zevkle yemişlerdir.

Bunun başlangıcı Sehl b. Abdullah et-Tüsterî'ye (Ö. 283-896)ye dayandırılır. Ancak Muhyiddin İbnü'l-Arabî, derin etkiler bırakacak şekilde bu terimlerin içini doldurmuştur. Buna göre Hakîkat-i Muhammediyye varoluşun başlangıcıdır. Bu aynı zamanda Allah’ın kendi zâtında kaybolmuş halinden kendindeki özellikleri bilme seviyesine inişini ifade eder. Allah ile hakîkat-i Muhammediyye aynı gerçeğin ön ve arka yüzleridir. Allah'tan başka hiçbir şey yokken ilk defa hakîkat-i Muhammediyye var olmuş, bütün yaratıklar ondan ve onun için yaratılmıştır. Âlemin var olma sebebi, maddesi ve gayesi bu hakikattir. Tasavvufta sık sık kullanılan ve kudsî hadis olduğu iddia edilen, "Sen olmasaydın ben kâinatı yaratmazdım" (Aclûnî, Keşf’ul-hafa, c. II s. 164.) ifadesi bunu anlatır. Hakîkat -i Muhammediyye nur olması bakımından âlemi yaratma ilkesi ve onun aslıdır. Bu nur ölümsüz ve ebedi olduğundan mutasavvıflar Hz. Peygamber için "öldü" ifadesini kullanmazlar. Hakîkatü'l-hakâik yani Allah, var veya yok, ezeli ve hadis şeklinde nitelenmediği halde hakîkat-i Muhammediyye var ve ezelî diye nitelendirilir.

Hakîkat-i Muhammediyye bütün peygamberlerin ve velilerin ledünnî ve bâtınî bilgileri aldıkları kaynaktır. Bu hakikat Hak'tan gelen feyzin halka ulaşmasında aracı olur.

Hakîkat-i Muhammediyye, Nur-i Muhammedî ve İnsan-ı Kâmil kavramlarının aynı anlamda kullanıldığını söylemiştik. Bununla ilgili söylenenlerden bir kısmı da şöyledir:

“İnsan-ı kâmil, cihânı gösteren ayna, ölüyü dirilten İsâ, kuşların dilini bilen Süleyman gibi tasarruf sahibi, ab-ı hayat içen Hızır gibidir. İnsan-ı kâmil alemde daima vardır, birden fazla olmaz. Çünkü tüm mevcudatın bütünlüğü tek şahıstadır. İnsan-ı kâmil için mülkte, melekûtta ve ceberûtta hiçbir şey örtülü ve gizli değildir. O, eşyayı ve eşyanın hikmetini olduğu gibi bilir. Ancak bu hakikat, her devirde zamana göre değişen isim ve suretlerde peygamber ve veli olarak zâhir olur..... “

Bu önderler Miraca da çıkarlar. Çünkü Hz. Peygamber o yolu açmış; oraya veliliği ile gitmiş, elçiliği ile dönmüş ve kapıyı açık bırakmıştır. Arkasındaki evliya, ruh ve kalp ile o nurlu yolda, Peygamberin Miracının gölgesinde yürür gider, kabiliyetine göre o yüce makamlara çıkarlar.

Sonra bu cemaatlerden her biri, kendi önderini insan-ı kâmil, yani hakikat-ı Muhammediyye’ye mazhar bilmiş ve onun yazdıklarını, Allah’ın bildirdiği tartışmasız doğrular saymıştır. Böylece her birinin Kur’an’ın yanında ayrı bir kitabı ve Hz. Peygamberin yanında ayrı bir önderi olmuştur. O cemaat kaçınılmaz olarak ayrı bir isimle anılınca şu ayetin haber verdiği durum ortaya çıkmıştır:

Dinlerini bölük bölük ayırıp her biri ayrı bir cemaat olanlar var ya, sen hiçbir konuda onlardan değilsin. Onların işi Allah’a kalmıştır. Sonra onların yaptıkları kendilerine bildirilecektir. (En’am 6/159)

Bugün kimi müslümanlar bu fikirlerin öylesine pençesi altına girmişlerdir ki, konuyla ilgili Kur’an ayetlerinin açık hükümlerini okuyanları baş düşmanları bilmektedirler.

Doğru peygamber inancı

Peygamber önce Allah’ın kulu, yani kölesidir. Allah da onun Rabbi, yani sahibidir. Kölenin sahibi yanında yetkisi olmaz, bazı yetkiler verdiğini açıkça bildirmişse o başka. Peygamberin yetkileri de Allah’ın açıkça bildirdikleri ile sınırlı olur. Elçinin görevleri bellidir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Eğer yüz çevireceklerse çevirsinler, biz seni onlara bekçi göndermedik. Sana düşen sadece tebliğdir.” (Şura 42/48)

Elçinin kimseyi yola getirme görevi de yoktur. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Sen, sevdiğini doğru yola getiremezsin, ama Allah, yola getirmek istediğini getirir. Doğru yola girecekleri en iyi o bilir.” (Kasas 28/56)

Elçi sadece doğru yolu gösterir: Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Kuşkusuz sen kesinkes doğru yolu gösterirsin.” (Şura 42/52)

Elçi hiç kimsenin vekili de değildir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Biz seni onlara bir koruyucu yapmadık. Sen onların üzerinde bir vekil de değilsin.” (En’am 6/107)

“Sen sadece bir uyarıcısın. Her şeye vekil olan Allah’tır.” (Hud 11/12)

Bütün peygamberler gibi Hz. Muhammed de tıpkı bizim gibi bir insandır. Onun farkı Allah’ın elçisi olmasıdır. Elçi birinin sözünü diğerine ulaştıran kişidir. Allah kendi sözlerini ona vahiy yoluyla bildirir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

De ki: “Ben de tıpkı sizin gibi bir insanım. Bana bildirilen şudur: Sizin tanrınız bir tek olan tanrıdır. Artık ona karşı doğru olun, ondan bağışlanma dileyin. Yazıklar olsun o müşriklere.” (Fussilet 41/6)

Hz. Peygamber’e olan inanç ancak Kur’an ile kesinlik kazanabilir. İmanını onunla pekiştirmemiş olan, “Ben tanıklık ederim ki, Muhammed Allah’ın kulu ve elçisidir.” derken, tanıklık edecek kadar bir kanaate sahip olmadığı için o, büyüklerinin öyle söylediğine tanıklık etmiş olur. Bu da yeterli olup olmadığı tartışılan taklidi imandır. Bu inanç, insanı şüpheden kurtaramaz. Kur’an’ı anlamadan okumak insana manevi bir haz verir ama kalbi tatmin etmez ve imanı taklitten kurtaramaz. Tatmin için akıl ile kalbin işbirliği gerekir. Bunun tek yolu Kur’an’ı anlayarak okumaktır. Tahkiki imana erenlerdeki sağlam kişiliğin ve tutarlılığın sebebi budur. Acaba kaç kişi gerçek anlamda “Eşhedu enne Muhammeden abduhu ve resuluh.” demeyi hak etmiştir?

Kalp ve akıl insanın önemli karar organlarıdır. Akıl, bir şeyin doğruluğuna veya yanlışlığına karar verir, kalp ise onu tasdik veya reddeder. Aklın doğru kabul ettiğini kalp kabul etmeyebilir. Çünkü kalpte duygular ve beklentiler ağır basar. Kur’an üzerinde düşünen her akı, onun Allah’ın kitabı, onu getirenin de Allah’ın Elçisi olduğunu kesin olarak anlar. Ancak gönlüne yer etmiş olan çeşitli duygu ve beklentiler, onun bunu kabul etmesini engeller. Nitekim Firavun ve hanedanı, gördükleri mucizeler karşısında akıllarıyla Hz. Musa’nın peygamberliğini kesin olarak idrak etmişler, ama bunu kalpleri tasdik etmemişti. Çünkü zalimlik yapıyor ve kendilerini büyük görüyorlardı. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

Ne zaman onlara belgelerimiz bütün açıklığı ile geldi: “Bunlar apaçık büyüdür” dediler.

İçleri kanasıya kabul etmişken zalimliklerinden ve büyüklük taslamalarından dolayı onlara karşı inkarcılık ettiler. (Neml 27/13,14)

Bu durum kâfirleri sürekli huzursuz eder. Kalp, bilgisine ve tabiatına aykırı bir karara vardığı için sürekli işkiller içinde kıvranır durur. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

Onların kurdukları yapı, kalpleri paramparça oluncaya kadar kalplerinde bir kuşku olarak kalmaya devam eder. (Tevbe 9/110)

Kalp ve akıl, aynı karara varınca kalp huzur bulur. Buna mutmain olma denir.

Hz. Muhammed, diğer peygamberlerden farklı bir konumda değildir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

Muhammed, başka değil, sadece Allah’ın elçisidir; ondan önce de nice elçiler gelmiştir. Öyleyse o ölecek ya da öldürülecek olursa sizler gerisin geriye mi döneceksiniz? Her kim gerisin geriye dönecek olursa onun Allah’a hiç bir zararı dokunmaz. Allah şükredenlerin karşılığını verecektir. (Al-i İmran 3/144)

Allah bize bir Kitap ve bir Peygamber göndermiştir. Onların çizdiği sınırların dışına çıkmamak gerekir.
SÜLEYMANİYE VAKFININ SİTESİNDEN ALINMIŞTIR

Konular