TEVBE ve İSTİĞFÂR
Dünyâ, bir imtihân mekânı olduğundan, insanların iyiliğe de kötülüğe de meyil ve istîdâdı vardır. Bu istîdâdların hangisi teşvîk, tahrîk ve takviye olunup inkişâf ettirilirse, insan şahsiyeti ona göre bir hüviyet kazanır.
Bir kimsenin, hiç de mecbûr olmadığı hâlde, karşısındakine bir bardak su ikrâm etmesi, bir teşekkür borcu doğurur ki, bu da insânî ve vicdânî bir vecîbe kabûl edilir. Aslında bu ölçü, bize Cenâb-ı Hakk'ın sayısız nîmetleri karşısında nasıl bir minnettarlık ve şükür hissi içinde yaşamamız gerektiğini hatırlatır. Hâl böyleyken, bir insanın, fıtratında bulunan cehâlet, şehvet, kibir, gurur, hırs, cimrilik, hased, israf ve öfke gibi mezmum sıfatlara temâyül ederek, kısaca nefse tâbî olarak ilâhî nîmetler karşısında nankörlük etmesi, onun sâhib olduğu fıtrî şerefe gölge düşüren büyük bir aldanıştır.
İnsanoğlu, nefsânî arzularına mağlûb olduğu ve îmânın feyz parıltılarını kaybettiği zaman günâha meyleder. Vicdanlarda ahlâkî destek azalınca, ince düşünüş ve rûhî derinlik de kaybolur. İstikâmet sâhibi olma yolunda ciddî bir zaaf ortaya çıkar. Günahlar, tatlı bir mûsikî gibi nefslere hoş gelir ve âdeta vebâlinin ağırlığı hissedilmeden işlenebilir.
İnsanın dünyâya gâfilâne temâyülü neticesinde işlediği günahlar, onun insanlık şeref ve haysiyetini de zedeler. Bu durum, rûhların günah karanlığı ile kirletilmesine sebep olur.
Hâlbuki insanoğlu, mâsumluğunun saf râyihası içinde doğar ve cihâna tertemiz olarak gelir. Din de bu fıtrî temizliği korumak için Allâh tarafından insana verilen bir lutuf ve merhamet tecellîsidir. Dolayısıyla kul, bu iki sâik sâyesinde gaflet perdelerini aralayabilirse, işlediği cürmün ağırlığını vicdânında hisseder. Onun iç âleminde saklı bulunan fazîlet hisleri uyanır. Kalbi büyük bir nedâmetle için için yanar ve ılık gözyaşlarıyla Rabbine gönlünü açar. İşte bu yanış ve pişmanlık “tevbe” dir. Ardından af dilemek için Rabbe açılan ellerin sâikı olan kalblerden taşan niyâzlar da “istiğfâr” dır.
***
Allâh - celle celâlühû-, kulun nedâmetinden, tevbesinden, istiğfârından hoşlanır. Çünkü O, “Rahmân” ve “Rahîm” 1 esmâsının sâhibidir ve:
“…Şunu iyi bilin ki, Allâh, çokça tevbe edenleri ve çok çok temizlenenleri sever.” (el-Bakara, 222) buyurmuştur.
Allâh Teâlâ'nın kullarına olan şefkat ve merhameti, bir annenin yavrusuna olan merhametinden hiç şüphesiz çok daha fazladır. O, kullarına gazab etmek istemez. Lâkin kul, nankörlükte ve zulümde ısrar ederse, cezâyı hak etmiş olur. O'nun Rahmân ve Rahîm esmâsının muktezâsı olarak rahmeti, gazabından çok daha fazladır. Nitekim şu hadîs-i şerifte kulların tevbe ve istiğfârı karşısında Allâh Teâlâ'nın rızâsı ve memnûniyeti ne güzel dile getirilmiştir:
“Herhangi birinizin tevbe etmesinden dolayı Allâh Teâlâ'nın duyduğu hoşnutluk, ıssız çölde giderken üzerindeki yiyecek ve içeceğiyle birlikte devesini elinden kaçıran, arayıp taramaları netice vermeyince deveyi bulma ümidini büsbütün kaybederek bir ağacın gölgesine uzanıp yatan, derken yanına devesinin geldiğini görerek yularına yapışan ve aşırı derecede sevincinden ne söylediğinin farkında olmayarak şaşkınlıkla:
«–Allâh'ım! Sen benim kulumsun; ben de senin rabbinim.» diyen kimsenin sevincinden çok daha fazladır.” (Müslim, Tevbe, 7; Tirmizî, Kıyâmet, 49)
O'nun rahmeti her şeyi ihâta etmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak;
“…Rahmetim her şeyi kuşatmıştır…” (el-A'râf, 156) buyurarak kullarına olan merhametinin enginliğini beyân etmiştir. Bu hakîkati ifâde etmek üzere Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de bir hadîs-i kudsîde Allâh Teâlâ'nın:
“Rahmetim gerçekten gazâbımı geçmiştir!” buyurduğunu bildirir. (Buhârî, Tevhîd, 15)
Bundan dolayı bütün peygamberler, ümmetlerini dâimâ tevbe ve istiğfâra dâvet etmişlerdir.
Peygamberler dışında hiçbir insan, beşerî husûsiyetleri itibâriyle mâsum değildir; az veya çok günah işlemekle karşı karşıyadır. Bundan dolayı, Kur'ân-ı Kerîm'de günahlardan arınmanın bir ifâdesi olan “Tevbe” isminde müstakil bir sûre mevcuttur. “Tevbe” kelimesi, Kur'ân-ı Kerîm'de seksen küsur yerde geçer. Yine Allâh Teâlâ'nın günahları bağışlayacağını ifâde eden yüzlerce kelimenin yanısıra özellikle “Gafûr” ism-i şerîfi doksan iki defâ, “Gaffâr” ism-i şerîfi beş yerde tekrarlanmakta, “Gâfir” ism-i şerîf de bir defa zikredilmektedir. Bütün bunlar tevbenin ehemmiyetini ve Cenâb-ı Hak tarafından kabul edileceğini göstermekle birlikte kulları tevbe ve istiğfara teşvîk etmektedir.
Kulun, günâhının hattâ gafletinin suç olduğunu bilmesi bir irfân, Rabbinden af dilemesi de bir vicdân borcudur. Günâhın bir suç olduğunu bilememe ve ondan dönmenin lüzûmunu idrâk edememe gafleti, -Allâh muhâfaza buyursun- kalbin iflâsı ve cehennem yolculuğunun alâmetidir. Allâh Teâlâ böyleleri hakkında şu acıklı tehditte bulunmaktadır:
“...Kim ki tevbe etmezse, işte onlar zâlimlerin ta kendileridir!” (el-Hucurât, 11)
Hadîs-i şerîfte:
“Yapılan günahlardan pişmanlık, tevbedir. Günahlarına tevbe eden kimse sanki o günâhı işlememiş gibi olur.” (İbn-i Mâce, Zühd, 30/4252; es-Süyûtî, el-Câmiu's-Sağîr, II, 161) buyrulmuştur.
Kul bir hatâ işlediği zaman Allâh'ın affedeceğine mağrur olarak (aldanarak) gecikmemeli, hemen tevbe ipine sarılmalıdır. Zîrâ âyet-i kerîmede tevbenin kabûlü için acele etmek gerektiği şöyle bildirilmektedir:
“Allâh katında makbûl olan tevbe ancak o kimselerin tevbesidir ki, onlar bilmeyerek günah işlerler, sonra da çok geçmeden tevbe ederler. Allâh, Alîm (hakkıyla bilen) dir, Hakîm (her işi hikmetli ve sağlam olan)' dır.” (en-Nisâ, 17)
Şeytana aldanarak tevbeyi geciktirenlerin ise hazin âkıbetini şöyle haber vermektedir:
“Yoksa o günahları işleyip de nihâyet onlardan birine ölüm gelince: «Şüphesiz ben şimdi tevbe ettim.» diyenlerin tevbesi (makbûl bir tevbe) değildir; kâfir kimseler olarak ölenlerinki de makbûl değildir. İşte onlar yok mu, kendileri için pek elem verici bir azap hazırladık.” (en-Nisâ, 18)
Bâzı âlimlerimiz, âyet-i kerîmedeki bu ilâhî îkâz ve tehditten kurtulmanın yolunu göstererek:
“Ölüm gelmeden evvel tevbe etmekte acele ediniz!” (Münâvî, Feyzü'l-Kadîr, V, 65) demişlerdir.
Ayrıca tevbenin kabûlü için, yalnız dilin “estağfirullâh” demesi, kâfî değildir. Bununla birlikte kalbî bir titreyiş ve aynı hatâyı tekrar etmemeye azmetmek zarûrîdir.
Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh- tevbede lüzûmlu olan hâlet-i rûhiyeyi şu şekilde ifâde eder:
“Nedâmet ateşiyle dolu bir gönülle ve nemli gözlerle tevbe et! Zîrâ çiçekler, güneşli ve ıslak yerlerde açar!”
Tevbe ve istiğfâr, ferd ve milletleri selâmete götürür. Gelecek belâ ve musîbetleri izâle eder. Şu hadîs-i şerîf, mü'minlerin davranışlarını tanzîmde büyük bir ehemmiyet arz eder:
“Bir mü'min, Allâh'ın azâbının şiddetini bilse idi, cennetten ümîdini keserdi! Kâfirler de, Allâh'ın merhametinin ne (kadar geniş) olduğunu bilselerdi, cennete girmeyi ümîd ederlerdi!” (Müslim, Tevbe, 23)
Bu bakımdan her bir mü'min, “havf ve recâ” ; yâni “korku ile ümîd” arasında yaşamalı; “Cehenneme sâdece bir kişi girecek!” deseler, “Acabâ ben miyim?” korkusu içinde, “Cennete sâdece bir kişi girecek!” deseler, yine “Acabâ o ben miyim?” ümîdi içinde olmalıdır.
Korkuda kademeleşme olduğu gibi muhabbette de bir kademeleşme söz konusudur. Günahkâr kimseler Allâh'ın azâbından korktukları hâlde ehlullâh, gönüllerinin mahbûbu Cenâb-ı Hakk'ı incitmekten ve sevgisinden mahrum kalmaktan korkarlar.
Unutulmamalıdır ki peygamberler dahî zelle işlemiş, onun ıztırâbı ile tevbe ve istiğfâr içinde yaşamış, böylece kendilerine beşerî acziyet tattırılmıştır. Çünkü mutlak üstünlük ancak Allâh'a âittir. Acziyetten müstesnâ ve münezzeh olan yalnızca O'dur.
İlk tevbe eden peygamber Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-'dır. Havvâ vâlidemizle beraber yaptıkları şu tevbe meşhûrdur:
“…Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan, mutlakâ ziyân edenlerden oluruz.” (el-A'râf, 23)
Bu duâ, kendilerinden sonra kıyâmete kadar gelecek evlâdlarına en güzel bir istiğfâr nümûnesidir.
Cenâb-ı Hak, merhameti sebebiyle kullarını tevbe ve istiğfâra dâvet eden ve böylece onları bağışlayacağını müjdeleyen âyetlerinde şöyle buyurmaktadır:
“Ancak (yaptığı kötülüklerden) vazgeçip îmân ederek sâlih ameller işleyenler var ya, işte Allâh onların kötülüklerini iyiliklere (günahlarını sevaplara) çevirir. Allâh çok bağışlayıcı, engin merhamet sâhibidir. Kim tevbe edip amel-i sâlih işlerse, şüphesiz o, tevbesi kabûl edilmiş olarak Allâh'a döner.” (el-Furkân, 70-71)
“O (muhsinler ki) bir günah işledikleri yahut nefslerine zulmettikleri zaman Allâh'ı hatırlayarak hemen günahlarının bağışlanmasını dilerler. Allâh'tan başka günahları kim affedebilir? Bir de onlar, bile bile, işledikleri (günah) üzerinde ısrar etmezler. İşte onların mükâfâtı Rableri tarafından bağışlanma ve altından ırmaklar akan, ebedî kalacakları cennetlerdir. Amel-i sâlih işleyenlerin mükâfâtı ne güzeldir!” (Âl-i İmran, 135-136)
Âyet-i kerîmede, ihsân kıvâmında bir hayat sürenlerin günahta ısrar etmedikleri ve hemen tevbeye sarıldıkları vurgulanmaktadır. Zîrâ onlar:
“Isrâr edildikçe küçük günahlar küçük olarak kalmayıp büyük günah hâline gelir; istiğfâra devâm edildikçe de büyük günahlar affedilip silinir.” hikmetince hareket etmektedirler. Âyet-i kerîmelerde buyrulur:
“Onlar bilmezler mi ki Allâh kullarının tevbesini kabûl eder ve sadakaları (bizzat) alır. Çünkü Allâh tevbeleri çok çok kabûl buyuran ve Rahîm olandır.” (et-Tevbe, 104)
“ (Ey Rasûlüm!) De ki: Sizin duâ ve niyâzlarınız olmazsa, Rabbim size ne diye değer versin?..” (el-Furkân, 77)
Duâda asıl olan, ihlâs, muhabbet ve samîmiyettir. Samîmî duâlar, bir muhabbet tezâhürüdür. Yukarıdaki âyet-i kerîme, kulun, muhabbetle yapılan bir duâ ile değer kazandığını ifâde buyurmaktadır. Bu yüzden tevbeler cân ü gönülden olmalıdır. Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:
“Ey îmân edenler! Samîmî bir tevbe ile Allâh'a dönün! (Ancak böyle yaptığınız takdirde) umulur ki Rabbiniz, sizin kötülüklerinizi affeder!..” (et-Tahrîm, 8)
“Ancak tevbe edip hâllerini düzeltenler, Allâh'a sımsıkı sarılıp dinlerini yalnız O'na has kılanlar başkadır. İşte onlar, (gerçekte) mü'minlerle beraberdirler ve Allâh, mü'minlere yakında büyük mükâfât verecektir.” (en-Nisâ, 146)
“Allâh, sizin tevbenizi kabûl etmek ister; nefsânî arzularına uyanlar ise, büsbütün yoldan çıkmanızı isterler.” (en-Nisâ, 27)
İlâhî emirlere muhâlefet mânâsına gelen günah işleme keyfiyetinden tamâmen uzak kalınmaya çalışılsa bile, Cenâb-ı Hakk'ın nîmetlerine lâyıkıyla şükredebilmek mümkün olmadığı için, hiç kimse tevbe ve istiğfârdan müstağnî kalamaz. Bu husustaki beşerî acziyet, herkes için geçerlidir. Şâyet şükre muvaffak olunsa, bu da bir nîmet olduğundan, başka bir şükrü îcâb ettirir. Böylece şükür borcu, beşer üzerinde sonsuza kadar devâm eder.
Hatâ ile me'lûf kılınan insanın bütünüyle günahlardan uzak kalması çok zordur. Kul gafleten de olsa günâha düşecek, acziyetini hissedecek ve Yüce Rabbine ilticâ edecektir. İnsanın, Rabbinin azametini ve kendi hiçliğini tam olarak idrâk etmesi bu ilticâ ve yakarışların derinliğine ve keyfiyetine bağlıdır. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
“Her insan birçok hatâ yapabilir. Fakat hatâ yapanların en hayırlısı çokça tevbe edenlerdir.” (İbn-i Mâce, Zühd, 30/4251)
Hatâ işleme keyfiyetinden peygamberler bile hâriç değildir. Onlar da zaman zaman hatâ yapmışlar ve Rablerine tevbe ve istiğfârda bulunmuşlardır. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurur:
“Bâzen kalbimin perdelendiği olur. Ama ben Allâh'a günde yüz defa istiğfâr ediyorum.” (Müslim, Zikir, 41; Ebû Dâvûd, Vitir, 26)
“Vallâhi ben günde yetmiş defâdan fazla Allâh'tan beni bağışlamasını diler, tevbe ederim.” (Buhârî, Deavât, 3; Tirmizî, Tefsîr, 47; İbni Mâce, Edeb, 57)
Ancak Rasûlullâh Efendimiz'in bu tevbe ve istiğfârı çoğu zaman bir hatâsından dolayı değil, Allâh Teâlâ'ya daha çok yakınlık kesbetmek ve O'nun rızâsını kazanmak içindir. Efendimiz her an mânevî bir terakkî içinde bulunduğundan, bir sonraki hâl ve makâmına göre daha aşağı seviyede bulunan bir önceki hâl ve makâmına istiğfâr etmiştir. Ümmetine farklı istiğfâr şekilleri tâlim buyurmuştur. Bunların en mühimi “seyyidü'l-istiğfâr” dır.
Şeddâd bin Evs -radıyallâhu anh-'dan rivâyet edildiğine göre Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:
“İstiğfârın en üstünü kulun şöyle demesidir:
Allâh'ım! Sen benim Rabbimsin. İbâdete lâyık Sen'den başka ilâh yoktur. Beni Sen yarattın. Ben Sen'in kulunum. Ezelde Sana verdiğim sözümde ve vaadimde hâlâ gücüm yettiğince durmaktayım. İşlediğim kusurların şerrinden Sana sığınırım. Bana lutfettiğin nîmetleri yüce huzûrunda minnetle anar, günâhımı îtirâf ederim. Beni affet; şüphe yok ki günahları Sen'den başka affedecek yoktur.”
Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, sözüne şöyle devam etti:
“Her kim, bu seyyidü'l-istiğfârı sevâbına ve fazîletine bütün kalbiyle inanarak gündüz okur da o gün akşam olmadan ölürse cennetlik olur. Yine her kim, sevâbına ve fazîletine gönülden inanarak gece okur da sabah olmadan ölürse cennetlik olur.” (Buhârî, Deavât, 2, 16; Ebû Dâvûd, Edeb, 100-101; Tirmizî, Deavât, 15; Nesâî, İstiâze, 57)
Hakîkaten Cenâb-ı Hakk'ın nîmetleri, bizim şükrümüzün erişemeyeceği kadar sayısızdır. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“O size istediğiniz her şeyden verdi. Allâh'ın nîmetlerini saymaya çalışsanız, sayamazsınız! Doğrusu insan, (Allâh'ın sonsuz nîmetleri karşısında) çok zâlim (ve) çok nankördür!” (İbrâhîm, 34)
Tâbiînin ileri gelen âlimlerinden Atâ bin Ebî Rebâh -rahmetullâhi aleyh- Peygamber Efendimiz'in istiğfâr ve şükrü ile alâkalı şöyle bir hâdise anlatıyor:
Hazret-i Âişe'ye:
“–Allâh Rasûlü'nde gördüğün en hayranlık verici hâli bana anlatır mısın?” dedim. Âişe vâlidemiz:
“–Onun hangi hâli hayranlık vermezdi ki!” dedi ve şöyle devam etti: “–Bir gece yanıma geldi, yatağa girdi, bir müddet sonra:
“–Müsâade edersen kalkıp Rabbime ibâdet edeyim.” dedi. Ben de:
“–Vallâhi seninle berâber olmayı çok isterim, ancak senin sevdiğin şeyi daha çok severim.” dedim.
Bunun üzerine kalktı, abdest aldı, sonra namaza durdu ve ağlamaya başladı. O kadar ağladı ki gözyaşları göğsünü ıslattı. Sonra rükûya vardı, yine ağladı, sonra secdeye vardı, secdede iken de ağladı, sonra secdeden başını kaldırdı yine ağladı. Bu durum, tâ Bilâl -radıyallâhu anh- gelip de sabah ezânını okuyuncaya kadar devam etti. Hazret-i Bilâl, Habîb-i Ekrem Efendimiz'in ağladığını görünce:
“–Ey Allâh'ın Rasûlü, geçmiş ve gelecek bütün günahların affedildiği hâlde seni bu kadar ağlatan nedir?” diye sordu.
Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–(Yâ Bilâl!) Allâh'a çok şükreden bir kul olmayayım mı? Vallâhi bu gece bana öyle bir âyet indirildi ki, onu okuyup da üzerinde tefekkür etmeyenlere yazıklar olsun!” dedi ve şu âyet-i kerîmeleri okudu:
“Şüphesiz ki göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, akl-ı selîm sâhipleri için (Allâh'ın birliğini gösteren) kesin deliller vardır. Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her an) Allâh'ı zikreder, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin tefekkür ederler ve «Rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın. Sen'i her türlü noksan sıfatlardan tenzîh ederiz, bizi cehennem azabından koru!» (diye yalvarırlar.) ” (Âl-i İmrân, 190-191) (İbn-i Hibbân, II, 386)
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu sözleriyle, Cenâb-ı Hakk'ın bahşetmiş olduğu nîmetlerin, kulluğu azaltmaya değil, aksine teşekkürü artırmaya vesîle olması gerektiğini bildirmiştir.
Âyet-i kerîmelerde husûsiyle üç şeye dikkat çekilmiştir. Bunlar azamet-i ilâhiyeyi tefekkür, bu azamet karşısında insanın acziyetini idrak ve bunun tabiî bir neticesi olarak Yüce Dîvân'a ilticâ ve yakarıştır.
Bu âyet-i kerîmeler nâzil olduğu gece Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, gökteki yıldızları imrendirecek gözyaşları ile sabaha kadar ağlamıştı. Allâh'ın lutfu ile mü'minlerin de gözyaşları, muhakkak ki fânî gecelerin ziyneti, kabir karanlıklarının aydınlığı, âhiretteki cennet bahçelerinin şebnemleridir.
Tevbenin en kıymetli vakitleri seherlerdir. Cenâb-ı Hak, ilâhî nîmetlere mazhar olacak bahtiyar kullarının seherleri ihyâ eden takvâ sâhibi kimseler olduğunu şöyle beyân buyurur:
“O muttakîler, geceleri pek az uyurlar, seher vakitlerinde de istiğfâra devâm ederler.” (ez-Zâriyât, 17-18)
“ (O Rahmân'ın kulları ki,) Rablerinin huzûrunda secdelere kapanarak ve kıyâma durarak gecelerini ihyâ ederler.” (el-Furkân, 64)
Seherlerden sonra nasıl ki şafak vakti gelip karanlıklar uzaklaşır ise seher vakitlerindeki istiğfârlar da, günah karanlıklarından kurtulup nûrlu mağfiret şafaklarına kavuşmamızın rahmet iklîmidir!
Cenâb-ı Hak, cümlemize uyanık gönüller ve mağfiret iklîmlerinde saâdetler nasîb eylesin!
Âmîn!..
____________
1.Rahmân , mübâlağa sîğası olup “rahmeti bol olan” demektir. Rahîm ise istimrar ifâde ederek “rahmet eden ve rahmetini mahlûkâtına ulaştıran” demektir.
Bir kimsenin, hiç de mecbûr olmadığı hâlde, karşısındakine bir bardak su ikrâm etmesi, bir teşekkür borcu doğurur ki, bu da insânî ve vicdânî bir vecîbe kabûl edilir. Aslında bu ölçü, bize Cenâb-ı Hakk'ın sayısız nîmetleri karşısında nasıl bir minnettarlık ve şükür hissi içinde yaşamamız gerektiğini hatırlatır. Hâl böyleyken, bir insanın, fıtratında bulunan cehâlet, şehvet, kibir, gurur, hırs, cimrilik, hased, israf ve öfke gibi mezmum sıfatlara temâyül ederek, kısaca nefse tâbî olarak ilâhî nîmetler karşısında nankörlük etmesi, onun sâhib olduğu fıtrî şerefe gölge düşüren büyük bir aldanıştır.
İnsanoğlu, nefsânî arzularına mağlûb olduğu ve îmânın feyz parıltılarını kaybettiği zaman günâha meyleder. Vicdanlarda ahlâkî destek azalınca, ince düşünüş ve rûhî derinlik de kaybolur. İstikâmet sâhibi olma yolunda ciddî bir zaaf ortaya çıkar. Günahlar, tatlı bir mûsikî gibi nefslere hoş gelir ve âdeta vebâlinin ağırlığı hissedilmeden işlenebilir.
İnsanın dünyâya gâfilâne temâyülü neticesinde işlediği günahlar, onun insanlık şeref ve haysiyetini de zedeler. Bu durum, rûhların günah karanlığı ile kirletilmesine sebep olur.
Hâlbuki insanoğlu, mâsumluğunun saf râyihası içinde doğar ve cihâna tertemiz olarak gelir. Din de bu fıtrî temizliği korumak için Allâh tarafından insana verilen bir lutuf ve merhamet tecellîsidir. Dolayısıyla kul, bu iki sâik sâyesinde gaflet perdelerini aralayabilirse, işlediği cürmün ağırlığını vicdânında hisseder. Onun iç âleminde saklı bulunan fazîlet hisleri uyanır. Kalbi büyük bir nedâmetle için için yanar ve ılık gözyaşlarıyla Rabbine gönlünü açar. İşte bu yanış ve pişmanlık “tevbe” dir. Ardından af dilemek için Rabbe açılan ellerin sâikı olan kalblerden taşan niyâzlar da “istiğfâr” dır.
***
Allâh - celle celâlühû-, kulun nedâmetinden, tevbesinden, istiğfârından hoşlanır. Çünkü O, “Rahmân” ve “Rahîm” 1 esmâsının sâhibidir ve:
“…Şunu iyi bilin ki, Allâh, çokça tevbe edenleri ve çok çok temizlenenleri sever.” (el-Bakara, 222) buyurmuştur.
Allâh Teâlâ'nın kullarına olan şefkat ve merhameti, bir annenin yavrusuna olan merhametinden hiç şüphesiz çok daha fazladır. O, kullarına gazab etmek istemez. Lâkin kul, nankörlükte ve zulümde ısrar ederse, cezâyı hak etmiş olur. O'nun Rahmân ve Rahîm esmâsının muktezâsı olarak rahmeti, gazabından çok daha fazladır. Nitekim şu hadîs-i şerifte kulların tevbe ve istiğfârı karşısında Allâh Teâlâ'nın rızâsı ve memnûniyeti ne güzel dile getirilmiştir:
“Herhangi birinizin tevbe etmesinden dolayı Allâh Teâlâ'nın duyduğu hoşnutluk, ıssız çölde giderken üzerindeki yiyecek ve içeceğiyle birlikte devesini elinden kaçıran, arayıp taramaları netice vermeyince deveyi bulma ümidini büsbütün kaybederek bir ağacın gölgesine uzanıp yatan, derken yanına devesinin geldiğini görerek yularına yapışan ve aşırı derecede sevincinden ne söylediğinin farkında olmayarak şaşkınlıkla:
«–Allâh'ım! Sen benim kulumsun; ben de senin rabbinim.» diyen kimsenin sevincinden çok daha fazladır.” (Müslim, Tevbe, 7; Tirmizî, Kıyâmet, 49)
O'nun rahmeti her şeyi ihâta etmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak;
“…Rahmetim her şeyi kuşatmıştır…” (el-A'râf, 156) buyurarak kullarına olan merhametinin enginliğini beyân etmiştir. Bu hakîkati ifâde etmek üzere Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de bir hadîs-i kudsîde Allâh Teâlâ'nın:
“Rahmetim gerçekten gazâbımı geçmiştir!” buyurduğunu bildirir. (Buhârî, Tevhîd, 15)
Bundan dolayı bütün peygamberler, ümmetlerini dâimâ tevbe ve istiğfâra dâvet etmişlerdir.
Peygamberler dışında hiçbir insan, beşerî husûsiyetleri itibâriyle mâsum değildir; az veya çok günah işlemekle karşı karşıyadır. Bundan dolayı, Kur'ân-ı Kerîm'de günahlardan arınmanın bir ifâdesi olan “Tevbe” isminde müstakil bir sûre mevcuttur. “Tevbe” kelimesi, Kur'ân-ı Kerîm'de seksen küsur yerde geçer. Yine Allâh Teâlâ'nın günahları bağışlayacağını ifâde eden yüzlerce kelimenin yanısıra özellikle “Gafûr” ism-i şerîfi doksan iki defâ, “Gaffâr” ism-i şerîfi beş yerde tekrarlanmakta, “Gâfir” ism-i şerîf de bir defa zikredilmektedir. Bütün bunlar tevbenin ehemmiyetini ve Cenâb-ı Hak tarafından kabul edileceğini göstermekle birlikte kulları tevbe ve istiğfara teşvîk etmektedir.
Kulun, günâhının hattâ gafletinin suç olduğunu bilmesi bir irfân, Rabbinden af dilemesi de bir vicdân borcudur. Günâhın bir suç olduğunu bilememe ve ondan dönmenin lüzûmunu idrâk edememe gafleti, -Allâh muhâfaza buyursun- kalbin iflâsı ve cehennem yolculuğunun alâmetidir. Allâh Teâlâ böyleleri hakkında şu acıklı tehditte bulunmaktadır:
“...Kim ki tevbe etmezse, işte onlar zâlimlerin ta kendileridir!” (el-Hucurât, 11)
Hadîs-i şerîfte:
“Yapılan günahlardan pişmanlık, tevbedir. Günahlarına tevbe eden kimse sanki o günâhı işlememiş gibi olur.” (İbn-i Mâce, Zühd, 30/4252; es-Süyûtî, el-Câmiu's-Sağîr, II, 161) buyrulmuştur.
Kul bir hatâ işlediği zaman Allâh'ın affedeceğine mağrur olarak (aldanarak) gecikmemeli, hemen tevbe ipine sarılmalıdır. Zîrâ âyet-i kerîmede tevbenin kabûlü için acele etmek gerektiği şöyle bildirilmektedir:
“Allâh katında makbûl olan tevbe ancak o kimselerin tevbesidir ki, onlar bilmeyerek günah işlerler, sonra da çok geçmeden tevbe ederler. Allâh, Alîm (hakkıyla bilen) dir, Hakîm (her işi hikmetli ve sağlam olan)' dır.” (en-Nisâ, 17)
Şeytana aldanarak tevbeyi geciktirenlerin ise hazin âkıbetini şöyle haber vermektedir:
“Yoksa o günahları işleyip de nihâyet onlardan birine ölüm gelince: «Şüphesiz ben şimdi tevbe ettim.» diyenlerin tevbesi (makbûl bir tevbe) değildir; kâfir kimseler olarak ölenlerinki de makbûl değildir. İşte onlar yok mu, kendileri için pek elem verici bir azap hazırladık.” (en-Nisâ, 18)
Bâzı âlimlerimiz, âyet-i kerîmedeki bu ilâhî îkâz ve tehditten kurtulmanın yolunu göstererek:
“Ölüm gelmeden evvel tevbe etmekte acele ediniz!” (Münâvî, Feyzü'l-Kadîr, V, 65) demişlerdir.
Ayrıca tevbenin kabûlü için, yalnız dilin “estağfirullâh” demesi, kâfî değildir. Bununla birlikte kalbî bir titreyiş ve aynı hatâyı tekrar etmemeye azmetmek zarûrîdir.
Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh- tevbede lüzûmlu olan hâlet-i rûhiyeyi şu şekilde ifâde eder:
“Nedâmet ateşiyle dolu bir gönülle ve nemli gözlerle tevbe et! Zîrâ çiçekler, güneşli ve ıslak yerlerde açar!”
Tevbe ve istiğfâr, ferd ve milletleri selâmete götürür. Gelecek belâ ve musîbetleri izâle eder. Şu hadîs-i şerîf, mü'minlerin davranışlarını tanzîmde büyük bir ehemmiyet arz eder:
“Bir mü'min, Allâh'ın azâbının şiddetini bilse idi, cennetten ümîdini keserdi! Kâfirler de, Allâh'ın merhametinin ne (kadar geniş) olduğunu bilselerdi, cennete girmeyi ümîd ederlerdi!” (Müslim, Tevbe, 23)
Bu bakımdan her bir mü'min, “havf ve recâ” ; yâni “korku ile ümîd” arasında yaşamalı; “Cehenneme sâdece bir kişi girecek!” deseler, “Acabâ ben miyim?” korkusu içinde, “Cennete sâdece bir kişi girecek!” deseler, yine “Acabâ o ben miyim?” ümîdi içinde olmalıdır.
Korkuda kademeleşme olduğu gibi muhabbette de bir kademeleşme söz konusudur. Günahkâr kimseler Allâh'ın azâbından korktukları hâlde ehlullâh, gönüllerinin mahbûbu Cenâb-ı Hakk'ı incitmekten ve sevgisinden mahrum kalmaktan korkarlar.
Unutulmamalıdır ki peygamberler dahî zelle işlemiş, onun ıztırâbı ile tevbe ve istiğfâr içinde yaşamış, böylece kendilerine beşerî acziyet tattırılmıştır. Çünkü mutlak üstünlük ancak Allâh'a âittir. Acziyetten müstesnâ ve münezzeh olan yalnızca O'dur.
İlk tevbe eden peygamber Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-'dır. Havvâ vâlidemizle beraber yaptıkları şu tevbe meşhûrdur:
“…Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan, mutlakâ ziyân edenlerden oluruz.” (el-A'râf, 23)
Bu duâ, kendilerinden sonra kıyâmete kadar gelecek evlâdlarına en güzel bir istiğfâr nümûnesidir.
Cenâb-ı Hak, merhameti sebebiyle kullarını tevbe ve istiğfâra dâvet eden ve böylece onları bağışlayacağını müjdeleyen âyetlerinde şöyle buyurmaktadır:
“Ancak (yaptığı kötülüklerden) vazgeçip îmân ederek sâlih ameller işleyenler var ya, işte Allâh onların kötülüklerini iyiliklere (günahlarını sevaplara) çevirir. Allâh çok bağışlayıcı, engin merhamet sâhibidir. Kim tevbe edip amel-i sâlih işlerse, şüphesiz o, tevbesi kabûl edilmiş olarak Allâh'a döner.” (el-Furkân, 70-71)
“O (muhsinler ki) bir günah işledikleri yahut nefslerine zulmettikleri zaman Allâh'ı hatırlayarak hemen günahlarının bağışlanmasını dilerler. Allâh'tan başka günahları kim affedebilir? Bir de onlar, bile bile, işledikleri (günah) üzerinde ısrar etmezler. İşte onların mükâfâtı Rableri tarafından bağışlanma ve altından ırmaklar akan, ebedî kalacakları cennetlerdir. Amel-i sâlih işleyenlerin mükâfâtı ne güzeldir!” (Âl-i İmran, 135-136)
Âyet-i kerîmede, ihsân kıvâmında bir hayat sürenlerin günahta ısrar etmedikleri ve hemen tevbeye sarıldıkları vurgulanmaktadır. Zîrâ onlar:
“Isrâr edildikçe küçük günahlar küçük olarak kalmayıp büyük günah hâline gelir; istiğfâra devâm edildikçe de büyük günahlar affedilip silinir.” hikmetince hareket etmektedirler. Âyet-i kerîmelerde buyrulur:
“Onlar bilmezler mi ki Allâh kullarının tevbesini kabûl eder ve sadakaları (bizzat) alır. Çünkü Allâh tevbeleri çok çok kabûl buyuran ve Rahîm olandır.” (et-Tevbe, 104)
“ (Ey Rasûlüm!) De ki: Sizin duâ ve niyâzlarınız olmazsa, Rabbim size ne diye değer versin?..” (el-Furkân, 77)
Duâda asıl olan, ihlâs, muhabbet ve samîmiyettir. Samîmî duâlar, bir muhabbet tezâhürüdür. Yukarıdaki âyet-i kerîme, kulun, muhabbetle yapılan bir duâ ile değer kazandığını ifâde buyurmaktadır. Bu yüzden tevbeler cân ü gönülden olmalıdır. Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:
“Ey îmân edenler! Samîmî bir tevbe ile Allâh'a dönün! (Ancak böyle yaptığınız takdirde) umulur ki Rabbiniz, sizin kötülüklerinizi affeder!..” (et-Tahrîm, 8)
“Ancak tevbe edip hâllerini düzeltenler, Allâh'a sımsıkı sarılıp dinlerini yalnız O'na has kılanlar başkadır. İşte onlar, (gerçekte) mü'minlerle beraberdirler ve Allâh, mü'minlere yakında büyük mükâfât verecektir.” (en-Nisâ, 146)
“Allâh, sizin tevbenizi kabûl etmek ister; nefsânî arzularına uyanlar ise, büsbütün yoldan çıkmanızı isterler.” (en-Nisâ, 27)
İlâhî emirlere muhâlefet mânâsına gelen günah işleme keyfiyetinden tamâmen uzak kalınmaya çalışılsa bile, Cenâb-ı Hakk'ın nîmetlerine lâyıkıyla şükredebilmek mümkün olmadığı için, hiç kimse tevbe ve istiğfârdan müstağnî kalamaz. Bu husustaki beşerî acziyet, herkes için geçerlidir. Şâyet şükre muvaffak olunsa, bu da bir nîmet olduğundan, başka bir şükrü îcâb ettirir. Böylece şükür borcu, beşer üzerinde sonsuza kadar devâm eder.
Hatâ ile me'lûf kılınan insanın bütünüyle günahlardan uzak kalması çok zordur. Kul gafleten de olsa günâha düşecek, acziyetini hissedecek ve Yüce Rabbine ilticâ edecektir. İnsanın, Rabbinin azametini ve kendi hiçliğini tam olarak idrâk etmesi bu ilticâ ve yakarışların derinliğine ve keyfiyetine bağlıdır. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
“Her insan birçok hatâ yapabilir. Fakat hatâ yapanların en hayırlısı çokça tevbe edenlerdir.” (İbn-i Mâce, Zühd, 30/4251)
Hatâ işleme keyfiyetinden peygamberler bile hâriç değildir. Onlar da zaman zaman hatâ yapmışlar ve Rablerine tevbe ve istiğfârda bulunmuşlardır. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurur:
“Bâzen kalbimin perdelendiği olur. Ama ben Allâh'a günde yüz defa istiğfâr ediyorum.” (Müslim, Zikir, 41; Ebû Dâvûd, Vitir, 26)
“Vallâhi ben günde yetmiş defâdan fazla Allâh'tan beni bağışlamasını diler, tevbe ederim.” (Buhârî, Deavât, 3; Tirmizî, Tefsîr, 47; İbni Mâce, Edeb, 57)
Ancak Rasûlullâh Efendimiz'in bu tevbe ve istiğfârı çoğu zaman bir hatâsından dolayı değil, Allâh Teâlâ'ya daha çok yakınlık kesbetmek ve O'nun rızâsını kazanmak içindir. Efendimiz her an mânevî bir terakkî içinde bulunduğundan, bir sonraki hâl ve makâmına göre daha aşağı seviyede bulunan bir önceki hâl ve makâmına istiğfâr etmiştir. Ümmetine farklı istiğfâr şekilleri tâlim buyurmuştur. Bunların en mühimi “seyyidü'l-istiğfâr” dır.
Şeddâd bin Evs -radıyallâhu anh-'dan rivâyet edildiğine göre Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:
“İstiğfârın en üstünü kulun şöyle demesidir:
Allâh'ım! Sen benim Rabbimsin. İbâdete lâyık Sen'den başka ilâh yoktur. Beni Sen yarattın. Ben Sen'in kulunum. Ezelde Sana verdiğim sözümde ve vaadimde hâlâ gücüm yettiğince durmaktayım. İşlediğim kusurların şerrinden Sana sığınırım. Bana lutfettiğin nîmetleri yüce huzûrunda minnetle anar, günâhımı îtirâf ederim. Beni affet; şüphe yok ki günahları Sen'den başka affedecek yoktur.”
Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, sözüne şöyle devam etti:
“Her kim, bu seyyidü'l-istiğfârı sevâbına ve fazîletine bütün kalbiyle inanarak gündüz okur da o gün akşam olmadan ölürse cennetlik olur. Yine her kim, sevâbına ve fazîletine gönülden inanarak gece okur da sabah olmadan ölürse cennetlik olur.” (Buhârî, Deavât, 2, 16; Ebû Dâvûd, Edeb, 100-101; Tirmizî, Deavât, 15; Nesâî, İstiâze, 57)
Hakîkaten Cenâb-ı Hakk'ın nîmetleri, bizim şükrümüzün erişemeyeceği kadar sayısızdır. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“O size istediğiniz her şeyden verdi. Allâh'ın nîmetlerini saymaya çalışsanız, sayamazsınız! Doğrusu insan, (Allâh'ın sonsuz nîmetleri karşısında) çok zâlim (ve) çok nankördür!” (İbrâhîm, 34)
Tâbiînin ileri gelen âlimlerinden Atâ bin Ebî Rebâh -rahmetullâhi aleyh- Peygamber Efendimiz'in istiğfâr ve şükrü ile alâkalı şöyle bir hâdise anlatıyor:
Hazret-i Âişe'ye:
“–Allâh Rasûlü'nde gördüğün en hayranlık verici hâli bana anlatır mısın?” dedim. Âişe vâlidemiz:
“–Onun hangi hâli hayranlık vermezdi ki!” dedi ve şöyle devam etti: “–Bir gece yanıma geldi, yatağa girdi, bir müddet sonra:
“–Müsâade edersen kalkıp Rabbime ibâdet edeyim.” dedi. Ben de:
“–Vallâhi seninle berâber olmayı çok isterim, ancak senin sevdiğin şeyi daha çok severim.” dedim.
Bunun üzerine kalktı, abdest aldı, sonra namaza durdu ve ağlamaya başladı. O kadar ağladı ki gözyaşları göğsünü ıslattı. Sonra rükûya vardı, yine ağladı, sonra secdeye vardı, secdede iken de ağladı, sonra secdeden başını kaldırdı yine ağladı. Bu durum, tâ Bilâl -radıyallâhu anh- gelip de sabah ezânını okuyuncaya kadar devam etti. Hazret-i Bilâl, Habîb-i Ekrem Efendimiz'in ağladığını görünce:
“–Ey Allâh'ın Rasûlü, geçmiş ve gelecek bütün günahların affedildiği hâlde seni bu kadar ağlatan nedir?” diye sordu.
Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–(Yâ Bilâl!) Allâh'a çok şükreden bir kul olmayayım mı? Vallâhi bu gece bana öyle bir âyet indirildi ki, onu okuyup da üzerinde tefekkür etmeyenlere yazıklar olsun!” dedi ve şu âyet-i kerîmeleri okudu:
“Şüphesiz ki göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, akl-ı selîm sâhipleri için (Allâh'ın birliğini gösteren) kesin deliller vardır. Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her an) Allâh'ı zikreder, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin tefekkür ederler ve «Rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın. Sen'i her türlü noksan sıfatlardan tenzîh ederiz, bizi cehennem azabından koru!» (diye yalvarırlar.) ” (Âl-i İmrân, 190-191) (İbn-i Hibbân, II, 386)
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu sözleriyle, Cenâb-ı Hakk'ın bahşetmiş olduğu nîmetlerin, kulluğu azaltmaya değil, aksine teşekkürü artırmaya vesîle olması gerektiğini bildirmiştir.
Âyet-i kerîmelerde husûsiyle üç şeye dikkat çekilmiştir. Bunlar azamet-i ilâhiyeyi tefekkür, bu azamet karşısında insanın acziyetini idrak ve bunun tabiî bir neticesi olarak Yüce Dîvân'a ilticâ ve yakarıştır.
Bu âyet-i kerîmeler nâzil olduğu gece Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, gökteki yıldızları imrendirecek gözyaşları ile sabaha kadar ağlamıştı. Allâh'ın lutfu ile mü'minlerin de gözyaşları, muhakkak ki fânî gecelerin ziyneti, kabir karanlıklarının aydınlığı, âhiretteki cennet bahçelerinin şebnemleridir.
Tevbenin en kıymetli vakitleri seherlerdir. Cenâb-ı Hak, ilâhî nîmetlere mazhar olacak bahtiyar kullarının seherleri ihyâ eden takvâ sâhibi kimseler olduğunu şöyle beyân buyurur:
“O muttakîler, geceleri pek az uyurlar, seher vakitlerinde de istiğfâra devâm ederler.” (ez-Zâriyât, 17-18)
“ (O Rahmân'ın kulları ki,) Rablerinin huzûrunda secdelere kapanarak ve kıyâma durarak gecelerini ihyâ ederler.” (el-Furkân, 64)
Seherlerden sonra nasıl ki şafak vakti gelip karanlıklar uzaklaşır ise seher vakitlerindeki istiğfârlar da, günah karanlıklarından kurtulup nûrlu mağfiret şafaklarına kavuşmamızın rahmet iklîmidir!
Cenâb-ı Hak, cümlemize uyanık gönüller ve mağfiret iklîmlerinde saâdetler nasîb eylesin!
Âmîn!..
____________
1.Rahmân , mübâlağa sîğası olup “rahmeti bol olan” demektir. Rahîm ise istimrar ifâde ederek “rahmet eden ve rahmetini mahlûkâtına ulaştıran” demektir.
Konular
- Yaptıklarımızın Hesabını Vermeye Hazırlıklı Mısınız.
- Kur'an Nasıl Bir Devlet Yönetimini Öneriyor.
- Kendimize Rab lar Edindiğimizin Farkında Bile Değiliz.
- Sesli düşler
- Ömürden Kaybolan Bir Senemiz
- Yardıma ihtiyacım var
- Hakan Kenan Hoca
- Türkiye'nin Gururu Lingerium
- Zorunlu Trafik Sigortası
- Kur'an ın Bizlere İndirilme Amacını Doğru Anlamalıyız.
- Rivayetleri Aklamak Adına, Kur'an a Saygısızlık Yapmayalım.
- Allah ın Affetmesi, Şefaati Konusunu Nasıl Anlamalıyız.
- Hac Suresi 47, Zümer Suresi 42. Ayetlerin. Ölüm Ve Rüya İlişkisi.
- Allah ın Sınırlarını Aşarak, Kafirlerden Olmak İstemiyorsak.
- Kur'an neden arapça indirilmiştir. Zuhruf 2-3. Fussilet 44. Ayet.
- Elbette tek vatan bö-lü-ne-me----yiz
- Bizleri dinden saptıran en büyük yanlışımız.
- Çalışanlarınızın network trafiğini DeskGate ile inceleyin
- DeskGate en iyi sirket guvenlik programi
- Pekala ölmüyormuyuz
- Siber saldırı ve afetlere karşı veri yedekleme yazılımı DeskGate
- Işsizlik sel gibi
- Ad adres telefon
- Nuhilik (noahidizm)
- Isa beklenen yahudi mesih midir?
- Cümle kapısı..
- Karagöz İle Hacivat Konuşmaları 3
- Nasreddin Hoca Fıkraları
- Allah ın resulünün bizlere örnek oluşunu, hangi kaynaktan öğrenmeliyiz?
- Ayşecik İle Yasemin Sultan