Sünnetsiz(!) Sünnetli'yi Hatırlamak

"Rabbimizin bizlere gönderdiği ve örnek almamız gereken elçi Muhammed (as)’den hem sözlü rivayetlerle hem de uygulamalı olarak gelen ve bugünkü bilgilerimizle ulaşıp sağlamasını yaptığımız, - ki daha doğrusuna ulaşır isek değiştiririz - namaz kılma şeklinin aynısını eda ediyoruz. Kur’ani bilgilerden ve diğer haberlerden, Rabbimizin bize dini uygulamada güzel bir örnek gösterip uymamızı istediği elçinin farklı kıldığına dair sağlam bilgi çıkartmak mümkün gözükmüyor. O nedenle yarın Rabbimizin huzurunda, izah edemeyeceğimiz bir şekilde kılınan namazın eda şeklinin bilgisini nereden aldığımız sorusuna geçerli ve doğru cevap veremeyiz. En azından mevcut şeklin izahını yapmak ve: "bize gönderdiğin elçinin öğrettiği şekilde kılıyorduk" demek sureti ile geçerli cevabımız olur, bu daha akıllıca ve doğrusudur diye düşünüyorum." Kur’an İslamı diyerek yola koyulan, öğrenilen her bilginin hazmını yapmadan, elçinin sahih uygulamalarına erişmeden, doğrusu- eğrisi kıyaslanmadan yapılagelen yoğun tartışmaların ve teknik hataların bolca yapıldığı yıllarda, namaz kılma biçimi ile ilgili bir tartışma neticesi yukarıdaki güzel, veciz ifadeleri kullanıyordu Ercümend Özkan. Geleneğin fütursuzca eleştirildiği, her şeyin farklı yapılmak adına şirin geldiği ve bolca hataların yapıldığı yıllardı o zamanlar.

Kur’an’daki İslam anlayışını ve pratik uygulamasını, sahih hale getirmenin ancak ve ancak sünnet ve peygamber anlayışını düzelterek, peygamberi ve çevresini, yaşadığı çağı çok iyi kavrayarak buna ulaşmanın mümkün olacağını erken dönemlerde keşfedip bu uğurda sohbet ve yazıları ile mücadeleye başlayan Özkan, bazı mahfillerin bilerek saptırması ile de, ne gariptir ki sünnetsizlikle itham ediliyor, peygamberi inkar ettiği yayılıyordu. Ülkenin medrese tedrisatı geleneği öğretisi ile şekillenen, orijinaliteden kopmuş bilgilenme ile halkımızda yaygın itibar görmüş hurafe dolu, aslında olmadığı halde yanlış eklemeler ve çıkarmalarla içi doldurulmuş, pratik hayattan kopuk bir din anlayışı, günlük işlere karışmayan, göklere taht kurmuş, yeryüzü işlerini kullarının hevasına emanet etmiş bir Allah inancı ve ona bağlı olarak da önemsiz konularda önemli, önemli konularda önemsiz bir sünnet anlayışının hakim olduğunu hatırlıyoruz. Giyim kuşamı ile örneklenen, yemek yeme biçiminden tuvalete giriş çıkışına kadar önemsenen, sakalı saçı ile belirlenen, misvakın şöyle mi yoksa böyle mi kullanılacağının dikkate alındığı benzeri konuların sünnet diye itibar görüp sıkı sıkı uygulandığını da. Ancak günlük hayata da İslam’ın hemen hiç bulaştırılmadığı, yaşanıp duran sosyo-ekonomik ve hukuki pratiğe ilişkin reel hayatın içindeki uygulamalar ve bütün bunları düzenleyen gayri-islami sistemlere ve onun uygulama alanlarına ilişkin ne Kur’an, ne de onun uygulaması olan Sünnet’teki yerine ise hiç bakılmıyordu. Küfrün değerleri ile yaşayıp onlara can verenler, hayatını öyle yaşayıp sürdürenler bu alanlara ait sünneti hiç karıştırmıyorlardı.

Arabın örfünü veya peygamberin yaşadığı çevrenin geleneklerini sünnet diye öne çıkaranlara karşı sahih sünneti gündeme getiren Özkan’ı bugünden geriye bakıldığında hoş bir seda olarak hatırlıyorum. Özkan, insanlara hayatlarını anlamlandıran bilgileri anlattıkça, sürekli olarak Kur’an okumalarını tavsiye ettikçe, peygamber hayatını kendi hayatlarından daha iyi bilmeleri gerektiği yolunda önerilerde bulundukça, hayatı ve çağlarını daha iyi anlamalarının ve Müslüman kalmanın başka türlü yolun olmayacağını sundukça, onun karşısında olanlar, işin aslını öğrenmek yerine ona karşı savaş açıyorlardı. Gerçek sünnetin Kur’ani öğretilerin asıl ve doğru uygulaması olduğunu, Allah tarafından dini uygulamalarda tek örnek ve rehber gösterildiği Resule bakarak, onun uygulamasını doğru öğrenerek dinin yaşanabileceğini, başka türlüsünün mümkün olamayacağını anlatmaya ve yazmaya devam ettikçe, onun karşısındaki cephenin taarruzları had safhaya varıyordu.

İslam’ı evvela bir din, bir hayat tarzı, bir yaşama biçimi olarak ve bir bütünsellik içinde anlamak gerektiğini söylüyor ve tamamen dinin asıllarından hareketle ortaya sahih bir anlayış koyuyordu. Akabinde, dinin dışındaki bütün ideoloji ve dünya görüşlerinden arındırılması gerektiğini, bu halin bir arıza olduğunu, zaten dinin tamamlandığını ve başka öğretilere ihtiyaç olmadığını ısrarla vurgulayarak, dinin kendisinin de, kendi bağlılarından hayatın bütününde parçalanmadan işlerlik istediği, Kur’ani kaide ve kuralların peygamberi örneklikte yaşanması gerektiği anlayışını ısrarla vurgulayarak bir ömür yürüdü. Bir Müslüman hayatının her alanında, her şart ve ahvalde ancak Allah’ın rızasını aramak ve onun rızasına uygun davranmak zorunda idi. Ancak bu taktirde kabule şayan bir Müslüman olunacağına inanıyordu. Nebevi metod olarak anlamlandırdığı sünnet anlayışı onun için bir ahlaktı. Peygamber dinini Kur’andan öğrenmiş, kitabı da ahlak olarak yaşamıştı. Allah’ın buyruklarına uymak kitaba uymakla, kitaba uymak ise peygamberi taklit etmekle mümkündü. Peygamberi tanımak, Sünneti doğru anlamak ile eşdeğerdi. Diğer dünya görüşlerinin akideleri ve buyrukları terk edilmeli, dosdoğru anlayışa yönelmeli idi. Başka türlü Müslüman kalınamazdı... Nice zamandır teferruat kabilinden uygulanagelen, işin aslı esası ile irtibatı koparılmış, yaşanan hayattan soyutlanmış, kalabalıklarca işlenerek meşru anlayış olarak yerleşmiş bir sünnet anlayışına karşı çıkılması ve bu durumun izah edilip değiştirilmesi gerekiyordu. Kalabalıklar tarafından itibar görüp sahih sanılan sünnet anlayışının yanlışlığına ilişkin delilleri ile veregeldiği mücadelesi, onca yığınların sürü psikolojisi ile güdüldüğü ve rejime entegre edilip yamandığı süreçler de; "durun kalabalıklar, gittiğiniz yol yanlış, bu gidişle varacağınız yer cehennem olur, yol yakın iken dönüp doğrulara sahip çıkın" demenin zorluğunu hep yaşadı. Özkan bu zorluğu yaşadı ve gitti. Öncüleri nice salih kullar gibi. Yanlış olan her şeye, her kişiye, her cemaat ve topluluğa ve de inanmadığı devlet anlayışına karşı olarak, karşı durarak. Bu anlayışını din anlayışının bir gereği olarak yapıyor, Allah’ın bu halinden razı gelmesini umuyordu, o razı olsun yeterdi, başkaca bir şey düşünmüyordu...

Sünnet anlayışı onun en bariz farkı idi. Kur’ani bilgilerin uygulamasını, muhakkak biçimde peygamberi uygulamanın bağlayıcı olduğuna inanarak yürüdü. Mezhebi tanımlamaların, klasik öğretilerin üzerine gidiyor, kitabi bilgileri yeniden gün ışığına çıkarıyor, anlaşılır hale getiriyor, her çağda yaşanılır olarak görüyordu. Allah’ın dini kıyamete kadar baki ise, ki öyledir, her kuralı geçerli, her buyruğu yaşanabilir idi, insanların hevesine bırakılmayacak kadar da önemli...

İnsanların ve özelde Müslümanların düşünmelerine sık sık vurgu yapıyordu. Kur’an’ı okumayı, hep okumayı, dönüp dönüp okumayı öğütlüyordu. Peygamberi tanıyıp bilmeden Kur’an’ın anlaşılamayacağını söylüyordu. Başkalarına verdiği bu öğütleri öncelikle kendi nefsine uygulamaya çalışıyor, bu uğurda yapılacak olanlara önce kendisi ahlak olarak yapışıyordu. Onun ahlakını, önceliklerini, yaşantısına yakın şahit olanlar elbette biliyorlardı. Ancak kimi hesaplar, yarınlarda elleri boşa çıkaracak boş hayaller, geleneğin güçlü baskısı ve başkaca beklentilerden ötürü kendi yakın çevresinde bile hazmı zor bilgileri paylaşmada güçlüklerle karşılaşıyordu. Ama her şeye rağmen doğru bildiğinden sapmayan kişiliği baskın çıkınca. çoğu zaman da yalnız kalıyordu. Yalnızlığı, öne sürdüklerinin yanlışlığında değil, doğru bildiğinden sapmayan güçlü kişiliğinden kaynaklanıyordu. Her yanlışa direnmek, rejim olmuş, çevresi olmuş, fark etmiyordu onun için. Doğruların karşısında nasıl da eğildiğini, gurur, kibir meselesi yapmadığını bilenler iyi hatırlarlar...

Kur’an okumaya yaptığı sürekli vurgu, bu dini öğrenmenin başkaca yolu olmadığına olan inancındandı. İşin aslını, esasını başka türlü kavramak mümkün olamazdı. Bundan sonradır ki, eskilerin ve zamane bilenlerinin ne dediklerine bakılarak faydalanılabilir, diğer bilgilerden istifade yoluna gidilebilirdi. Dünyayı algılamak, doğru değerlendirmek bundan sonra vazgeçilemeyecek bir uğraş olmalı idi... Nihayet peygamber de bu kitaptan okuyor, öğreniyor ve uygulamaya geçiyordu. Şayet onun hatası olursa, elçi olmaklığından ötürü düzeltilirdi. O nedenle örnek alınması gereken o idi. Peygamberi tanıyıp bilmenin yolu, toplum ilişkilerini, siyasetini doğru kavramak da bu kitabı okumaktan ve onu iyi tanımaktan geçiyordu. Sahih anlayışa ulaşmanın, doğru telakkiyi yakalamanın başkaca bir yolu yoktu. Velhasıl dini, peygamberden öğrenmek şart idi. Allah elçi göndermiş, elçiyi de bizlere benzeyen, bizlerden birisi olarak seçmiş idi ki, ona bakıp onun gibi olabilelim.

Edindiğimiz diğer bilgileri de, yine kitaptan sağlamasını yaparak sağlamlaştıralım..

İslam’ın, kıyamet gününü bekleyen Türkiyeli müntesipleri, yatıp kalkıp hikayemsi, efsane olmuş, geri gelmesi mümkün olmayan bir dini anlayışı yad ediyorlarken, Afganistan’ın Rusya tarafından işgali, İran devrimi ve Filistin direnişi ile siyasi gündem tartışmaları, öteden beri süregelen tercüme kitaplardan edinilen bilgilerle oluşan yeni bir nesli heyecanlandırıyor, kıvama sokuyordu. O nesil onun için çok önemli idi. Her çalışmasını onlara yönelik yapar hale gelmişti. Geleceğimizin onlar ile kaim olacağını söyleyerek, zaaflara bulaşmalarından kaygılanıyor, onlara ahlaklı olmaları yönünde sürekli tavsiyelerde bulunuyordu. Onların ayağına taş değsin istemiyor, baba titizliği ile üzerlerine titriyordu. Her şeye rağmen o nesli etkileyen yerli, oturmuş merkezler, klasik anlayışların sorgulanmasına, gençlerin ellerinin altından kaymasına izin vermek istemiyorlardı. Oysa, o nesli etkileyen, doğru anlayışa kapı aralayan kıymetli insanlar, Mevdudi , Seyyid Kutup, Ali Şeriati, Muhammed Hamidullah gibi önde gelen ve itibar gören nice kıymetli kimseler, malum merkezlerden aşağılanma ve itibar kaybetmeleri yolundaki çalışmaları hayıflandırıyordu. O günlerde çok az insan bu etkinin dışında kalabiliyor, yürekli çıkışı sürdürebiliyorlardı Tasavvufu eleştirmek, Sünneti sorgulamak, Nurculuğa yan gözle bakabilmek, o günkü partinin siyasetini, programını, Kuran ile, Sünnet ile değerlendirebilmek, devlete ait görüşler söyleyebilmek, hem çok yeni bir durum, hem de yerleşik anlayışlara devrim gibi geliyordu. Devlet ile, siyaset ile haşir neşir olmak, İslami olanını gün yüzüne çıkarmak, asırlardır unutulmuş olan nice değerleri gündeme getirmek, modası geçmiş, çağın gerisinde kalmış gözü ile bakılan ve ancak kültürel bir miras olarak yaşatılan din anlayışının karşısında ısrarla ve güçlü olarak savunabilmek ancak kesin inanmış yiğitlerin işlerindendi. Hele hiç alışık olmayan biçimde, her söylenenin Kur’an ile doğrulanması, her yapılanın sünnete uygun olup olmadığının sağlamasının yapılması çağrısı, yüzyılların kireçlenmiş kafalarında balyoz gibi patlıyordu. Zorlu yıllardı... Zor olan işler de zorlu adamlara bakardı...

Dün bütün bunları reddederek sisteme entegre olanlar, bugün de aynı mantalite ile, yeni yoldaşlar ve donanımlar edinerek, hem de Kur’an’dan konuşarak fakat kesinlikle sahih sünneti atlayarak aynı entegrasyonu sürdürmektedirler. Ne gariptir ki, bugün de yukarıda ismi zikredilen alim ve bilge kişilikler, ki onlar çağımızın yüz akıdırlar, Amerikan propagandası ile ve bir başka gerekçe ile fakat aynı amaçla karalanmaktadırlar. Kimlerin neye hizmet ettiklerinin ne güzel bir göstergesi, düşünebilene. Allah’ın dinini çok ucuza değişiyorlar. Meydanları onlar dolduruyor, kalabalıkları onlar oluşturuyorlar. Kalabalık olmaları, kimi zavallıları aldatabilmekte ise de, doğruların onların yanında olmadığına Kur’an ve tarih zaten şahitlik etmektedir. İslam’ı, hayatının bir amacı, temel ve değişmez tek değeri olarak gören, varlık anlayışını İslam ile şereflendirenler ise hala, Kuran ve Sünnet diye yola devam etmekteler. Hem de azınlık olarak. Hep olduğu gibi... Hayatını Peygambere benzeterek anlamlandıranlar kutlu yürüyüşünü sürdüreceklerdir. Bu hep böyle olagelmiş, bundan böyle de sürecektir. Bu iki farklı yol yürüyüşü ve tercihler kıyamete kadar sürüp gidecektir. Özkan’ın dediği gibi: " bu yol bir ömür sürecek bir maratondur, yol azığını da ona göre hazırlamalı, dağarcığı iyice doldurmalı, iki atımlık barut ile yola çıkmamalıdır. Yoksa erken biten azık/ enerji bizleri de bitirir. Acele etmemeli, olmaya, olgunlaşmaya bakmalı, çok çamlar devirmemeli, uzun mesafe için nefesleri iyi kullanmalıdır."

"Onlar Allah’ın dinini bilmiyorlar. Fıkıh biliyorlar, hadis biliyorlar, tefsir biliyorlar, hatta yıllarca eğitimini de görmüşler fakat, İslam’ı bilmiyorlar" diyordu. Gerçekten doğru söylediğini yıllar geçtikçe daha rahat anlayabiliyoruz. Kuru bilgi yığınına sahip olmak, bir çok şey hakkında bilgili olmak ile Müslüman olunamayacağını, teslim olmanın ve İslam’ı ahlak olarak benimsemenin bambaşka şeyler olduğunu ve aradaki farkı da; bu işin bir bilgi işi olmadığını, Şeytan’ın da çok şey bildiğini, bilenlerin bildiklerini hayat tarzına dönüştürmedikçe, tam olarak teslim olmadıkça, Şeytan’dan bir farklarının kalmayacağını da biliyoruz artık. Kur’an mantalitesini yakalamadan, bütünsel anlayışa ulaşmadan Müslüman olunamayacağını, modern zihin mantalitesi ile Müslüman kalınamayacağını da. Farkı anlayabilmek için iyi bir gözlem yapmak gerektiğini, Kur’an ile yatıp Kur’an ile kalkarak, peygamberi çizgiyi doğru tutturmanın birbirleri ile bağlantılı olduğunu, bu işlerin bir meslek olmaktan öte, yaşam tarzı olduğunu, teslim olunan kuralların her zaman ve zeminde geçerlilik kazanması gerektiğini de...

"Bir tarihte, Anadolu’dan İstanbul’a göç etmiş kıymetli bir Müslüman anlatmıştı; esnaf olan arkadaşın iş yerine telefon almak için müracaat ettiğini, o yıllarda ise telefon alabilmek için aylarca beklemek gerektiğini ve bu nedenle mağdur olduğunu, bazı Müslümanlara durumu danıştığında (ki onlardan birisinin mesleği avukatlık idi) telefon alabilmek için tek yolun icra kanalı ile satılan yerlerden temin edilebileceğini ve bu yolla bir sürü eşyanın satıldığını, üstelikte piyasa rayiçlerinden aşağı fiyatlarla alınabileceğini söylemişlerdi. Bu yolla alışverişin olup olamayacağını tartışırken, buraların ayrıca bir Pazar yeri oluşturduğunu, biz almasak da başkalarının alışveriş yaptığını söyleyerek mahzuru olmadığına karar vermiş idik. Lakin, küçüklükten ve çevreden alışkanlık ettiğim icradan mal almama inancı dolayısı ile içim burkuluyor, fakat doğru cevabı da bulamıyordum. Günlerden bir gün yolum düştü, Ercümend Abi’ye konuyu sorduğumda; iyi ....k yediğimizi söylemiş idi. O davranışların herkes tarafından yapıldığını ama asla Müslümanca olamayacağını, bizlerin herkes gibi davranamayacağımızı söylediğinde, nasıl olması gerektiğini sordum. Mademki, başkaca yolu yoktu, o zaman satın aldığın telefonun sahibini bulup, - ki bellidir – icra fiyatı ile normal fiyat arasındaki farkı kendisine iade etmeli, onun da icra yolu ile haraç mezat giden malını normal fiyattan almış olur, adamcağızın canını yakan haline de iki kelime laf ile; bunu Müslüman olduğun için böyle yaptığını söylese idin, adamın kalbini fethetmiş ve de Allah’ı razı etmiş olur idin... Oturduğum yerde ağladım, gerçekten İslami olan bu diye düşünerek neden böyle ince düşünemediğimi sorguladım..." Farkı burada idi. Üç kuruşa tamah etmek değil, her konuda olduğu gibi bu konuda da, Allah’ın rızasının nerede olduğunu aramak idi. Bu anıyı, deveyi hamudu ile yutanlar, fıkıhtan kendisine fetva bularak haram-helal karıştıranlar için iyi bir örnek diye düşünüyorum. Vicdan sahibi olanlar, duygularını yitirmeyenler, Ahireti düşünenler ve dini oyuncak zannetmeyenler için...

Tarihe not düşmek gerekir ise; Ercümend Özkan çağımızın, yakın tarihimizin, İslami kişiliği öne çıkarmış, hayatının her alanını İslam ile yoğurmuş, dinini ciddiye almış, diğer bütün ideolojik kirliliklerden arınmış, fert ve toplum hayatından devlete giden yolda her aşamanın İslam ile belirginleşmesine ön ayak olmuş, uzlaşmaya, entegrasyona prim vermemiş, sahih anlayış ve salih amelin canlı-kanlı şahitliğini yapmış, Kur’ani ilkelerin yaşayabileceğini örneklemiş, duruşu ve fikirleri ile örneklik etmiş yiğit bir mücahididir. Çağrısı ile, yaşantısı ile, İslami olmayan hiçbir şey onda vücut bulamamıştır. Sahih din anlayışı, çağdaş yaşama biçiminin örnekliği ile, yiğitçe yaşayıp yiğitçe gitmiştir. Onu tanımak ve yakinen öğrenmek isteyenler için, yayınevimiz hemen tüm söylemlerini kitaplaştırmış durumdadır. Benzerleri ile farkı ayırmak, daha iyi tanımak için okunmasını, bilmeyenlere tavsiye edilmesini salık vererek, bu yola adanmışlara, aynı yolu yürümek ve onurlu biçimde hayatını anlamlandırmak isteyenlere selam ile, onu bir kez daha hayırla yad ediyoruz.



Hüseyin ALAN

1 yorum

Sünnetsiz(!) Sünnetli'yi Hatırlamak

"orijinaliteden kopmuş bilgilenme ile halkımızda yaygın itibar görmüş hurafe dolu, aslında olmadığı halde yanlış eklemeler ve çıkarmalarla içi doldurulmuş, pratik hayattan kopuk bir din anlayışı, günlük işlere karışmayan, göklere taht kurmuş, yeryüzü işlerini kullarının hevasına emanet etmiş bir Allah inancı ve ona bağlı olarak da önemsiz konularda önemli, önemli konularda önemsiz bir sünnet anlayışının hakim olduğunu hatırlıyoruz. [b]Giyim kuşamı ile örneklenen, yemek yeme biçiminden tuvalete giriş çıkışına kadar önemsenen, sakalı saçı ile belirlenen, misvakın şöyle mi yoksa böyle mi kullanılacağının dikkate alındığı benzeri konuların sünnet diye itibar görüp sıkı sıkı uygulandığını da."[/b] demişsiniz...

ŞU BİR HAKİKAT Kİ AMELLER NİYETLERE GÖRE SONUÇLANIR...EVET PEYGAMBERİMİZİN GİYİNİŞİ,SAKAL YAPISI,TUVALETE GİRİŞ VE ÇIKIŞI,OTURUP KALKMASI GİBİ KONULAR RASULLAH YAPTI DİYE YAPILDIĞI TAKTİRDE BİRER SÜNNET HÜKMÜ ALIR..İSLAM İNSAN İÇİN GEREKLİ HER KONUDA BİR YOL VE ROTA BELİRLEMİŞTİR..YÜRÜRKEN,OTURURKEN,YATARKEN HATTA EN MAHREM KONULARDA BİLE HÜKÜMLER ORTAYA KOYMUŞTUR..

[b]"Arabın örfünü veya peygamberin yaşadığı çevrenin geleneklerini sünnet diye öne çıkaranlara karşı sahih sünneti ..."[/b]
DEMİŞSİNİZ..

AMA NE DEDİĞİNİZİ ANLAMLANDIRAMADIM...ARABIN ÖRFÜ DEDİKLERİN NELERDİR BİRAZ AÇIKLASANIZ İYİ OLURDU SANIRIM...RASULULLAHIN GELİŞİNDEN İTİBAREN ARABLARINDA,İSLAMLA TANIŞMIŞ OLAN KAVİMLERİNDE BİR ÖRFLERİ OLMUŞTUR...O ÖRF İSLAM ÖRFÜDÜR..YANİ KAVİMLERİN YAŞAMI,GELENEK VE GÖRENEKLERİ İSLAM İLE ŞEKİLLENMİŞTİR...

[b]"Onlar Allah’ın dinini bilmiyorlar. Fıkıh biliyorlar, hadis biliyorlar, tefsir biliyorlar, hatta yıllarca eğitimini de görmüşler fakat, İslam’ı bilmiyorlar" diyordu. Gerçekten doğru söylediğini yıllar geçtikçe daha rahat anlayabiliyoruz"..[/b] DEMİŞSİNİZ

BU SÖZÜ SÖYLEYEBİLMEK İÇİN HERHALDE ZAMANIN ALİMERİNDEN BİRİ OLMAK HATTA EN BÜYÜĞÜ OLMAK GEREKİR....FIKIH,HADİS İSLAMIN TEMEL TAŞLARIDIR..BU İLİMLER OLMASA DİNİN İÇİ BOŞ KALIRDI...

ALINTISINI YAPTIĞINIZ BU YAZI DOĞRU BİLGİLER İÇERSEDE TEMELDE BOZUK KİŞİLERİN GÖRÜŞLERİ YER ALIYOR SANIRIM..KONULARA YAKLAŞIMI MEZHEBSİZLERİN YAKLAŞIMINI ANIMSATIYOR....SELAMETLE

18.08.2007 - hudabin

Konular