Işık tutan cevaplar

Söyleşi

Roman Yazari Ekmel Ali Okur’un Ercümend Özkan’a Soruları ve Ercümend Özkan’ın Cevapları


Soru l— Hayatınız düz bir çizgi değil. Bunu bilen, biliyor. Hırçın, inatçı ama neş'e dolu bir insansınız. Bir başka söyleyişle, kendi içine sığmayan, durgun bir göl olmaya asla razı olmayan, ovadan ovaya, dağdan dağa fakat yatağından taşmadan akan coşkulu, öfkeli, ödünsüz bir ırmak gibisiniz. Yaşıtlarınızdan emsalini göremediğimiz barışçıl bir kavgacısınız.
Ölüm kaç defa ciddi anlamda kapınıza gelip dayandı. Ama siz soyut mağaralar oluşturup içine kapanmadınız. Göçmen kuşları gibi, müjdeci güvercinler gibi, avını arayan şahinler gibi hâlâ uçup duruyorsunuz.
Sizce nedir ölüm? Gerçekten soğuk, yabanıl, egzotik bir fenomen midir? "Ölen bedendir, ruh ölmez" ikilemine ne diyorsunuz?

Cevap l— Aynı istikamete doğru seyreden bir aracın yerin engebeli oluşundan ötürü zaman zaman görünmez olup. zaman zaman giderek gözden uzaklaşsa da gidişini sürdürdüğü gibi doğruya doğru seyrim hiç duraksamadan devam etti ve ediyor, gördüğünüz, bildiğiniz gibi... Buna da sanıyorum 'hayatınız düz bir çizgi değil' deyimi kullanılmaz. Olaylardan mücerret, eşyadan soyutlanmış, yaradanı ile alakası bulunmayan bir varlık değildir ki insan tek düzelik onun için kaçınılmaz bir olgu olsun. Aynı yöne doğru seyreden bir aracın zaman zaman yolun yapısı gereği rampalar, yokuşlar çıkışı, zaman zaman inişlerde, vitesi boşa alarak seyretmesi gibi bir olay düz olmamakla nitelendirilemez.
Hırçın değil, kaynayan, fıkırdayan, fıkır fıkır sevecen ve her türlü varlıkla güzel ilişkiler kurabilen biriyim. Beni ben yapan ana özelliğim ise olsa olsa güzeli, doğruyu sever,-ve ona ulaşmak için her şeyi göze alır oluşumdur denilse yeridir. Biliyor musunuz ki ben henüz 9-10 yaşlarında iken bir-iki yaş küçük, birkaç yaş büyük emsalimiz sayılacak çocuklarla Mucur'da. İsmet inönü'nün jandarma hakimiyetiyle kimselere soluk aldırmadığı yıllarda 1947-8'lerde mahallemizin çeşmesinden su almaya gelen gelin ve kızlara laf atan jandarmaları tedib için aramızda bir örgüt kurmuş ve yaşımıza da bakmadan zaten sayısı 10, 12'leri geçmeyen ve teker teker kasaba dışındaki cezaevine nöbete giderken bağlar-bahçeler arasından geçmek zorunda bulunan bu jandarmaların kafalarına çuvalları geçirmiş ve eşşekler sudan gelene kadar dayaklar atmıştık. Bu örgütümüzün sonradan öğrendiğim meşhur "hılful fudul"a ne kadar benzediğini yıllar sonra Işkımı ana babadan öğrendiklerimizden değil, ki-tablardan öğrenmeye başladığımızda öğrenmiştim. Hilkatimiz gereği ırzımızı İsmet Paşa'nın jandarmalarından korumaya yönelik bir örgütlenme idi bu, Jandarmaları bu işten vazgeçirene, su almaya giden gelin ve kızlara laf atmaktan alıkoyana kadar da sürdürmüştük. Faili meçhul bir ırz koruma örgütü idi sanki bu. O devirler bir tek jandarmanın koca bir köyün ahalisini önüne katıp Mucur'a getiren ve at tavlasına kapattığı yıllardı. Hikayesini duyanlar olmuştur; şöyle anlatılırdı. Günün birinde köylerimizden birine bir kaymakam gelmiş. Muhtar başta olmak üzere bütün köylü atla köye gelen Kaymakam'ın yanında toplanmışlar. Lakin o güne kadar kaymakam görmeyen, hatta işgal kuvvetleri askeri gibi hükümetler tarafından kullanılan yine bu memleketin evlatları jandarmalara tanınan hadsiz hesapsız yetkilerle köylüye etmediğini bırakmayan ve susta durduran jandarmalarla, Kaymakam ara-sındaki mulayemet farkına bakarak Muhtarın veya güngörmüş bir köylünün Kayma-kam'â "Ne kadar okudun da kaymakam oldun? diye sormasının ardından "Keşke biraz daha okusan da jandarma olsaydın!." dediğini anlatırlar, köylerimizde... Bu köylerden ve köylülerden hiçbirinin de bir 'kurt' köyü olmadığını, Zira Mucur'da ilaç için bile bir tek Kürt bulunmadığını, Kürtçülüğü de, Türkçülüğü de bir marifet sayan kardeşlerimizin kulaklarında kalsın için anlatıyoruz. Türkiye Cumhuriyeti, kendi halkına karşı, halktan topladığı askeri-jandarmasından diğer sınıflarına kadar tümünü-kendi milletine karşı işgal kuvvetleri askeri gibi kullanmasıyla tanınmış, kendi halkını sindirmek için elinden geleni yapmış, düşünceyi 'idam etmiş' bir hükümet olarak kuruldu ve ilk onbeş sene ile, onu takib eden 12 yıl boyunca bu niteliğinden eksilmedi, arttı. Tam tamına 27 yıl boyunca (1920-1950 arası) Stalin'in Rusya'sından baskı uygulamasında fazla farkı bulunmadığını bilenler, o dönemleri eleştiri dışında bırakabilmek için çiftçi mallarını koruma kanunu cinsinden filan kişiyi koruma kanunları çıkardılar. Hem de kimler çıkardı biliyor musunuz? Başbakanken hovardalığı dillere destan olan, öldükten (öldürüldükten) sonra da başımıza
'evliya' kesilen Adnan Menderes'in ezici çoğunluğa sahib olarak, kendinden öncekilerin yerine halef olan Demokrat Parti hükümeti çıkardı bu 'koruma' kanununu... Hem her türlü haltı yiyeceksiniz, hem de halt yediğinizden bahsedenleri, yediğiniz haltları dile getirmek isteyenleri cezalandırmak için kanun çıkaracaksınız. Böylesi bir şey herhalde Sovyet Rusya'sı ile Türkiye Cumhuriyet'inde görülebilen bir şey olmalı..
Meşhur bir siyaset bilimcinin dediği gibi "Bir ülke yabancı kültür etkisine girmiş ve kendi dünya görüşünden uzaklaşmış, ona güveni kalmamışsa artık o ülkenin sömürüldüğünü kimse farkedemez. Bu sömürü süreklilik zananır ve kimse bu devamlılığı farkedemez." diyor. Atatürk'ün, ittihatçıları takibeden ve onlardaki islam unsurlarının bir dirhemini bile bırakmayan uygulamaları bu ülkeyi içinden çıkılmaz durumlara getirdi ve bu hal giderek ivme kazanıyor. Şu içinde yaşadığımız günleri düşünmeniz yeterlidir.
Sorunuzun biraz dışına çıkar gibi oldu isek de tanınmamda önemli ipuçları niteliği taşıyacak yaptıklarım ve gözlemlerimi aktarmakta, okuyucuyu aydınlatmak açısından zaruret gördüm.
Evet, gerçekten kendi içine sığmayan, kalıbı kendine küçük gelen bir tab'ın, bir fıtratın sahibi olduğum hep söylendi küçük yaşlarımdan beri... Hayatta haset nedir tanımadım, tatmadım. Yanımdakilerde gördüm ama kendimde zerresine rastlamadım. Herkes için istedim kendim için istediklerimi, herkesin iyi olmasını, birlikte iyi olmayı istedim durdum. Geride bıraktığım 57 yıl da bunun romanıdır diyebiliriz.
Dünyada insanları biri diğerine nisbetle nis-betsiz bulduğum oranda da olsa iki ana kategoride gördüm. Birincisi dünyanın bütün işlerim bitirmeyi sanki kendilerine görev vermişler gibi yaşamaya çalışanlar, ikinci ve ezici çoğunluğu ise kendilerine şu dünyada hiçbir iş verilmemiş gibi yaşamayı yaşam sayan ve sananlar. Tabii ki çok genel iki kategoriye ayırdığım bu insanlar kendi aralarında belki binlerce çeşitle çeşitlendirilebilir, bir hiyerarşiye, bir sıraya konulabilir.
Yukarıda da söylediğim olayı gerçekleştiren Mucur'lu çocukluk arkadaşlarımızdan kimileri dünya değiştirdi. Kimileri ise hâlâ bu satırları okuyacak sağlığa sahip olarak yaşamlarını sürdürüyor.
Hayatımda kimselere küsmedim, kırıldım, üzüldüm lakin asla küsmedim, küsemedim Kendime küsmek gibi algıladım başkalarına küsmeyi ve ilişki kesmeyi...
Evet ölüm kaç defa. evet hem de kaç defa en sonuncu ikisi de 94 Şubatında hastanede tedavi gördüğüm sırada oldu-kapıma gelip dayandı sizin deyiminizle. Benim deyimimle de "Ahirete gidip geldim son bir ay içinde hem de iki defa... Şaka ile diyorum ki kapıda bekleyenin listesinde adım yazılı olmadığından geri çevirdiler diyorum. Ölümü hem önemsiyor, hem çok ciddiye alıyorum. Lakin inanınız ki yaşamak kadar önenısiyc-miyorum. Zira amacı bulunan bir yaşamın ölümden iyi olduğunu düşündüm durdum hep. Hatta istiyorum ki sağlıklı olmak kaydı ile mümkün olsa idi iki asır daha yaşamak isterdim. Zira Allah'ın kullarına birşeyler vermek, vermeye çalışmak, Allah'ı razı ederken kullarını da razı etmek, kullarını razı ederken Allah'ı da razı etmek kadar bir taşla vurulabilen iki kuş olur mu ki bu kuşlar kuşların en büyükleridir. Bir lahzanızı boşa geçirmemek, iş değiştirerek dinlenmek, boş kalmayı amaçsız kalmak gibi görmek hayatımın tümünü kapsadı desem yeridir.
Şayet ölümden korkup, soyut mağaralar gibi mekanlar oluşturup içine kapanacak olsaydım işte o zaman ölürdüm. Amaçsız, bir yaşamın anlamı olmadığından başka bir şey düşünmedim hiç. Hele de eşi-menendi bulunmayan Allah'ı razı etmek gibi bir amacın sahibi bulunmak kullar için ne yapsa âlâsını bulamayacağı bir amaçtır. Yaşanmaya değmez mi böylesi bir amaç için. Ölmeye değmez mi böylesi bir yaşam için!
Sizce nedir ölüm diyorsunuz? Ölüm, bizleri yaradanın buyurduğu gibi cesetlerimizin ölmesi, hayatiyetinin sona ermesi ve ruhumuzun bir başka beden içinde bütün insanların inanan inanmayan hepsi dahil-yeniden diriltileceği güne kadar Allah'ın bildiği mekanda bekletilmesi olayıdır. Ki ne müddet yattıklarını, kabirlerde yatırıldıklarını hatırlayamayan bu insanların birbirleriyle konuşmalarından örnekler veren Allah kitabında "Bir kısmı bir gün yattık, diğer bir kısmının da bunlara hem cevap hem de itirazen hayır daha az kaldık, kabirlerimizde yatırıldık" dedikleri günlerdir. Evet ölüm bir gerçektir, lakin yalnız beden için toprak olmadır. O'ndan gelenlerin O'na dönüşünün adıdır. Ne egzotiktir, ne bir yok olmadır, ne de anlamsız, bir şeydir. Yaradanın gücünün belirtilerin (ayetler)dendir. Zaten Allah olmasa ve bilinçsiz bir şeyin sonucu yaşıyor olsa idik ancak ölmenin de. yeniden dirilmenin de bir anlamı olmazdı, olamazdı..Her şeyin en ince bir .şekilde hesaplanıp, yoktan var edildiği ve'O'nun dilediği gibi cereyan ettiği bir kainatla yaşıyoruz. Bu yüzden yaşamamız bir anlam ifade ediyor. Aksi halde vaktiyle 'Dehrî'lerin. dünlerde de marksistlerin söylediği ve sandığı gibi bizi ne zaman denilen Allah'sız anlaşılması imkansız bir olgu. ne de varlığı vacib (spontane) sanılan madde yaratmış değildir. Zira tabiatları itibariyle zaman da. madde de yaratılmaya muhtaç şevler olup. yaratıcı olabilmeleri tabiatlarına aykırıdır.
Sorunuzun cevabı çok daha geniş verilebilir. Lakin bir röportaj sınırları içinde kalmaya çalışarak cevapladığımızdan bu kadarla yetindim.

Soru 2— "İnsan bildiklerinin toplamıdır" denilmiş. Ne kadar biliyorsak o kadarız. Nedeni genelde insanlar birilerinin izdeşi olmayı seçmiş. Kendi kendisinin efendisi olmak bu kadar zor birşey midir?

Cevap 2— İnsan bildiklerinin toplamıdır sözünü kim söylemiş ise eksik söylemiş. İnsan bildiklerinden yapabildiklerinin toplamıdır denilse daha isabet edilmiş olurdu. Nâfî bilginin insanı insan eden esas unsur olduğu gözden kaçırılmadan konuya bakılırsa bizim tamamlama ve yeniden tarif etme ihtiyacını duyduğumuz tanım daha kapsamlı ve geçerli görünmekledir.
Ne kadar biliyorsak o kadarız değil: bildiklerimizden yaptıklarımız kadarız demeyi de hu bağlamda daha doğru buluyoruz.
İnsanların ezici çoğunluğu orta hilkattedir. Pek azı ortanın üstünde ve yine pek azı onun da üstündedir. Elbetle analarımızın kamından birşey bilmez halde çıkarıldık. Lâkin anamızın kucağından başlayarak edindiğimiz bilgiler, bunların eğriliği-doğruluğu ve hayatımıza geçirilmişliği kazandığımız kişiliğin oluşmasını sağlamaktadır. Efendi, hükmeden anlamına söyleniyorsa - ki biz öyle anlıyoruz- ve efendisiz yapılamıyorsa insan için en iyi efendi Allah'tır. O'nu yaratan ve herşeyini yaratandır. İnsanlar çok daha az şey borçlu bulunduklarını efendi edindiklerine göre herşeylerini borçlu bulunduklarını efendi edinmekten daha isabetlisi ne olabilir!
Kendine özgü olabilmek gayret isteyen, muhakeme isteyen, kendini eleştirmeyi isteyen velhasıl öncelikle kendine özgü olabilmeyi istemekle mümkündür. İsteyeceksiniz, isteğiniz istikametinde gayret göstereceksiniz ve alacağınız sonuç kişiliğinizi oluşturacaktır. Her hangi bir olay, herhangi bir dış tesir sizin kişiliğinizi oluşturmakta bizatihi bir rol oynamayacak, yalnızca kendiniz olmayı hedefleyeceksiniz.
İnsan kişiliğini düşüren şey onun düşük değerleri gerçek değer ve sürekli değer sanması ve bu düşük değerlere bağlanmasının sonucudur. Şayet yüksek değerlere sahiplenir ve bu değerleri kişiliğinizin oluşmasında inşa malzemesi olarak kullanırsanız bu takdirde ortaya kendini yaratandan başkasına kul olmayı aşağılık sayan onurlu bir kişilik çıkacaktır. Bu seçimi yapmakta başkalarının tavsiyeleri olabilir, insanın bu tavsiyelerin doğrularına kulak vermesi kadar doğal birşey de yoktur. Başkalarını dinlemek, başkalarına kulak vermek herhalde kişiliksizlik demek değildir. Bilakis başkalarındaki doğrularla kendindeki doğruları birbirine ilave etme imkanı kazandırır. Böylesi bir hal başkasının kulu olmak anlamına gelmez.
Bütün mesele tercihinizle ilgilidir. Zira insan seçtiklerinin ürünüdür. Mevki, makam, menfaat, şehvet, şan, şöhreti seçenlerin, bu seçimlerinin ürünü olduğu gibi, yalnızca Allah'a kul olmayı seçenler de bu seçimlerinin ürünü olacaklar ve kişilikleri böylece oluşacaktır. Bu secimin Allah'a kul olmaktan yana yapmak fıtrîdir, insan doğasına hepsinden daha yatkındır. Lâkin yine insanın yaratılışında bulunan aceleciliğin sonucu uzun vadeli çok alacak sahibi olmaktansa kısa vadeli veya peşin ama az alacaklı olmayı tercih edegelmiştir insan. Bu sebeble de kendisine kısa vadede veya peşin verene kendini satmakta, uzun vadeli fakat çok verenden kendini uzak tutmaktadır. Bu tercihi insan tabiatına ve eşyanın doğasına uygun olarak uzun vadeli de olsa büyük menfaatlar veren, kısa vadede dahi kişilik sahibi olmayı sağlayan değerlere teslim olmak, kişinin başkasına kul olmasını önleyici en emin yoldur. Ki bu yol vahye teslimiyet yoludur.
Sorunuzu bana yönelttiğinize ve benden kendi cevabımı istediğinize göre kendisinin efendisi olmak, doğruların efendiliğini kabul etmekle mümkün olduğuna göre asla güç, zor bir iş değildir. Bana bu iş hiç zor gelmedi. Başkalarına nasıl oluyor da zor geliyor doğrusu bunu da anlamakta güçlük çekegelmişimdir. Bana hiç zor gelmedi, zorlansaydım herhalde vazgeçebilirdim diye düşündüğümde de bunun mümkün olmadığını gördüm. İnsanı hayata bağlılığı ve uğruna yaşamaya değer bulduğu değerler yaşattığına göre uğruna yaşanılacak yüksek değerler bulundukça yaşam da yaşamaya değer olmaya devam edecektir. Böylesi bir yaşamın da hazzı, zevki bir başka şeyle gerek derecesinin yüksekliği, gerekse yüksekliği bakımından kıyaslanamaz bile...

Soru 3— Tarih daha çok dindarlarla, dindarların kavgasına tanıklık ediyor... Herkesin, kendi dininin adamı olması gerekirken, bu böyle olmuyor. Hep kategoriler oluşturuluyor. Molla, ulemâ, müctehid, aydın, entel v.s. Madem ki İslamın açıklaması Kur'an, bu Kitap da herkesi sorumlu tutmakta, öyleyse bu sınıflandırmalar, bu adlandırmalar ne. oluyor. Tüm bunlar halkı büyüleyerek, aklını kuruntularıyla örtüp kendi istekleri doğrultusunda örgütlemek için midir?

Cevap 3— Tarihin daha çok dindarlarla, dindarların kavgasına tanıklık etmesinin temelinde yatan gerçek dinî değerlerin insanlar tarafından hep en yüksek değerler olarak algılanmasının sonucudur. En büyük fedakârlıklar, en büyük değerler uğruna gösterilir. Bu kadar doğal birşey de olamaz. Bu konuya ikinci sorunuzun cevabında da esas itibariyle değinmiştik.
Her insanın kendi dininin adamı olması gerektiği halde kategoriler oluşturulması, molla, ulema müctehid, aydın, entel v.s. gibi sınıflamalara tabi tutulmasının temelinde aslı bulunmayan çok tanrıların dinlerinde, bu din ile insanlar arasındaki ilişkileri, ibadetleri belirleme ihtiyacı bizatihi ilahlar olmadığındar, onlar tarafından konulmamış fakat bir takım kimseler çıkıp bu kuralları belirlemeye çalışmış ve halk üzerinde de etkinlik sağlamışlardır. Bu insanlara, bu ilişkileri düzenleme yetkisini kendisinde gören insanlara 'ruhban' denmiştir. Bu işle görevli olmayanlara ise laik dendiğini bize tarih kitapları açık açık anlatmaktadır.
Aslı olan tek tanrıdan gelen dinin mensupları ile Allah arasında yalnızca açıklayıcı olarak elçiler bulunagelmiştir. Fakat bu elçiler asla birer rahib olmamışlar, olmaları da yasaklanmıştır. Ruhban olarak algılanmalarına set çekilmiştir. Bu sebeble ne Adem ruhbandır, ne İbrahim ne de Muhammed (s.a.s.) ruhbandırlar. Bunların Allah ile kul arasında hiçbir farktı mevkii yoktur. Diğer insanlardan seçilmiş oldukları gibi, diğer insanlar gibi de hesaba çekileceklerdir. İmtiyazlı değillerdir. Masum da değillerdir. Masumiyetleri yalnızca elçi oluşlarından kaynaklanmaktadır. Allah'ın kendilerine insanlara bildirmeleri için gönderdiği mesajın topluma iletilmesi sonucu toplumda kabul edenler ve etmeyenler arasında çıkan ayrılıkta ayrımcı-nifakçı olarak suçlanmaları karşısında Allah, bunları (elçilerini) nifakçılara karşı savunmakta ve nifak diye nitelediğiniz şey, yani sizlerin kabul etmediğiniz fakat bizim elçi olarak gönderdiğimize vahyettiğimiz şeylerdir. Bunlar da elçimize ait değil bizzat bize aittir. Nifakla suçlayacaksınız, Beni suçlayırıız, elçiye zeval yoktur, onu neden suçluyorsunuz, buyurmaktadır Allah. Geleneksel olarak anlaşılageldiği gibi peygamberler isteseler de günah işleyemezler, yanlış yapmaz ve yapamazlar anlamında değildir masumiyet. Yunus aleybiuselamın kendisine yüklenen yükü bir kısa süre için de olsa sırtından yıkıp hayatını yaşamasına verilen cevap onun kendini babğın karnında bulması olmuştur. Allah Kur'an'da "Biz insanlara soracağız, peygamberlere de soracağız buyurmaktadır açık açık...
Müslümanlar arasında asla kabul görmemesi gereken ruhban kavramı ne yazık ki vahyin mesajını doğru dürüst algılayamamanın ve sair uyduruk dinlerin etkisi altında kalmanın doğurduğu zaafın sonucudur. Bundan dolayı da esef de etsek bu kavram yaşamaması gereken tevhidi vasatta bile yaşar olmuş hayat bulabilmiştir.
Ruhban taşıdığı anlam itibariyle tevhide tamamen aykırı olduğu halde, alim, fazıl, basiret sahibi, feraset sahibi, en yüksek gayreti gösteren anlamında müctehid gibi kavramlar esas itibariyle tevhide aykırı değildir. Tevhid dini bizzat böylesi kavramları tanımlamaktadır. ''Hiç bilenle, bilmeyen bir olur mu"nun anlamı nedir. Bilene bilim adamı veya alim, bilmeyene de cahil (bilmeyen) denildiğini yine Kur'an'dan öğreniyoruz. Her bilenden bir fazla bilenin bulunduğunu söyleyen Kitabımız bilenle bilmeyeni ayırdeder. Kur'an bizlere bu gibi farklılıkların bulunduğunu bildirmektedir: Lakin bu farklılıklar insanların iktisablarıyla (kazanımlarıyla) elde ettikleri şeyler olup asla birinin diğerine üstünlük sebeni sayılmayacak, ücreti yalnızca Allah'tan beklenecek ve bir iş için bir başkalarından ikinci bir ücret beklenmeyecektir.
İnsanların içinden fazla bilgili, basireti fazla olanlar, daha akıllıların çıkması normaldir ve tarihin bütün zamanlarında ve coğrafyanın bütün mekanlarında bu görülmüştür. Hiçbir devirde ve coğrafyada insanların tümü akıllı, tümü akılsız veya yarım akıllı olmamışlar her devirde ve mekanda yaşayan insanların bir kısmının aklı çok fazla, bir kısmının biraz daha az, bir kısmının (büyük bir kısmının) normal, bir kısmının normalin altında olduğu görülmüştür. Bu gerçek peygamber zamanında da günümüzde de değişmemiş ve böyledir. Bu sebeble şunu belirtmekte zaruret vardır ki bilgili olan bilgisiz olana, çok bilgili olan az bilgili olana hükmetmemelidir, arzularını kabul ettirme, dayatma hakkını kendinde görmemeli, yalnızca ikna etmeye çalışmalıdır. Çünkü fikirler dayatmakla değil, ikna ile kabul edildiklerinde iyi ürün verirler. Bu cümleden olarak Kemalizmin Türkiye'de laik-demokrasiyi dayatmasının iyi sayılacak hiç bir ürünü alınamamıştır. Zira dayatılmış, zor kullanılarak kabul ettirilmek istenilmiştir. İslam ise akidede zoru asla kabul etmemektedir. Kimsenin inancını zorla bir standarda dayamak mümkün değildir, doğru da olmayıp .suç sayılır İslarnda...
Bilinmelidir ki herkes-aklı olan herkes-Kur'an'dan sorumludur. Zaten sorumlu olmayacak derecede akıldan yoksun olanlar bu Kitabın muhatabı değildirler. Öyle ise ve peygamber devrinde bütün dünyası Mekke kadar olan nice insan bu Kitabı anlamış ise bugünkü insanların daha iyi anlayabilmek için geçerli gerekçeleri bulunmaktadır. Zira daha çok şey bilmektedirler, ufukları daha çok açıktır, dünyadan, başka ülkelerden, baka şeylerden haberleri vardır. O günkü birçok insan belki birkaç koyun ile birkaç deveyi biliyor, çadırda yaşıyor ve devenin, davarın sütünü işiyor, belki ömründe bir-kez olsun herhangi bir seyahat yaparak dünyada başka yerlerinde bulunduğunu bilemiyor, ancak başkalarından öğrenebiliyordu. Bugün çok daha fazla insan dünyayı geziyor, ülkesini geziyor, görüyor, düşünüyor ve değerlendirebiliyor. Evet iki deveyi gütmesine güvenemedikleri insanlar o devirde Kur'an'ı anlamışlar ise bugün daha çok anlıyabilirler. Zira Kur'an Allah'tan gelmesine rağmen kulların ortalaması düzeyinde gönderilmiş bir kitabıtır ki 'anlayasınız diye anladığınız (arabça) ile gönderilmiştir' buyurulmaktadır. Zaten çok nadir insanın anlayacağı, bir aristokrasinin anlayacağı bir Kitab olsaydı bu takdirde İslam bir aristokratlar dini olur. halkın çoğunluğu olan büyük kitle İslamla muhatab olmazdı ki Kur'an bunun tam tersini söylüyor ve sürekli olarak "Eyyühennâs...- Ey insanlar!..." diye hitab etmektedir. İnsanların tümü aristokrat olmadığına, entel olmadığına, dahi bulunmadığına göre bu hitab kaçınılmaz olarak aklı olan herkesi kapsamına almaktadır.
Elbette bilenin bilmeyene üstünlüğü olacaktır. Bu üstünlük emir sahibi olmada, görüşlerine başvurmada kendini gösterecektir. Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu, elbette ki olmaz.
Sorularınız güzel ve cevaplamaktan doğrusu haz alıyorum. Diğer sorularınıza da cevaplarım devam edecektir. Toplam 33 sorunuzun çok özellikli olması da ayrıca memnun etti beni. Gelecek sayılarda Allah izin verirse onların da cevaplan yayınlanacaktır. İlgilenenlere duyurulur.

Soru 4— Bizim geleneğimizde nedense gülmek, mizah, espiritüel olma yadırganıp adetâ ayıplanmakta.. "Ağır ol, molla desinler, kadınlar gibi gülüp durma., v.s. Yerinde gülmek ve ağlamak, insanın en doğal yanı değil midir? Öyleyse bu karşı oluşlar da neyin nesi oluyor?
Gülmek, güldürebilmek inceliğin, ayrıntıyı görebilme becerisinin yani aklın bir verimi değil midir? Siz de çok espiritüel birisiniz. Biliyorum ki gülmeyi beceremeden aklın üzerine örtülen ağırlıkları nasıl silkeleyip atacağız? Ne dersiniz?

Cevap 4— Geleneklerimizin böyle olmasında molla takımının-ruhban sınıfının başlıca rolü bulunduğunu söylemekte hiç bir beis görmüyorum. Dikkat edilirse tevhid dininde böylesi şeylere yer yok iken, tevhid dinini bozan, şirk dinine çeviren diğer dinlerde hıristiyanlık, musevîlik, budizm, maniheizm ve benzeri dinlerde din adamlarına dikkat ederseniz hemen bütün bu dinlerde suratları asık, ağlamaklı, persizli, kendine eziyet eden (riyazet dünyadan kopmuş, dünya nimetlerinden nefislerini uzak tutmanın sonucu fıtratlarını bozmuş insanlar görürsünüz. Bir lokma, bir birkaçıdırlar. Kendilerini manastırlara kapatarak hayatın evlilik dahil hemen bütün nimetlerinden mahrum bırakmışlar ve insanlıktan çıkmış durumdadırlar. Ve hepsi de çook ciddî (ağır) insanlardır. Böylesi ağırlığı, molla densin için İslama sokanlar da bu dinlerde İslama gelenler ve bu dinlerin İslama getirip soktuğu pisliklerdir. Bunu açık açık söyleyebilmemizin sebebi peygamberimizin yaşantısıyla ilgili olarak elimizde bulunan sarih bilgilerdir. Nitekim peygamberimiz gerçekten Allah'ın elçisi olduğu halde, Allah'ın Kur'an'da buyurduğu gibi bizler gibi bir insandır. Bu insan acıkmakta, uyumakta, yemekte, içmekte, unutmakta, yanlış yapmakta, yanılmakta ve yanıltılmaktadır. Bu insan gülmekte, ağlamakta, şaka yapmaktadır. Bu mollalar gibi asla o diyette ve ağırlıkta (!) değildir. Bunlar kendilerini, f'tratlarını bozmuşlar iken, peygamber kendini bozmamış, fıtratını korumuştur. Bu haliyle bizlere örnek gösterilmiştir. Maya da şakacı olduğu ile ilgili elimizde malumat bulunmaktadır. Rivayetlerde onun nezih bir şekilde insanların kadın ve erkeği, genç ve yaşlısı ile şakalaştığını, dişlen görünen kadar güldüğünü bize intikal ettiren haberlerle doludur hadis kitabları... Fakat hadis kitablarına rağmen bu molla takımına ne olmuş, nasıl olmuş da böylesine asık suratlı, ağır (!) olabilmişlerdir. Peygamber olarak kabul ettiklerini bildirdikleri kimseye bu halleri ile asla benzememektedirler. Zaten hangi halleriyle benzemektedirler ki.. Kendi görüşlerini veya imam kabul ettiklerinin görüşlerini Allah'ın da, resulünün de önüne getiren hem de bunu Allah adına yapanların deve misali neresi doğru ki bu işleri doğru olsun.
Evet peygamberimiz gerçekten, bir gerçek insan idi ve insanların en sevimlisi, en nezihi, davranışları ve düşünceleri en uygun olanı idi. Çünkü O, Kur'an'ı ahlak edinmişti. O kişi, yani peygamberimizde gülmemek, asık surat, somurtkanlık mollaların anladığı manada ağır olmadığı için mollalık yoktu. Bunu sonrakiler icad ettiler.
Peygamber gülerdi de, şakalaşırdı da.. Ağlardı da, düşünürdü de... Unuturdu da, yanıldı da, yanıltılırdı da (Bîri Maûne olayları ve benzerleri hatırlansın). O normal bir insan idi ve öyle kaldı hayatının sonuna kadar. Hiç kendini bozmadı, havalara girmedi mollalar gibi... Asık suratlı olmadı din görevlileri gibi.. Ağladı da (oğlu İbrahim'in ölümünde), güldü de şakalar yapıldığında ve şaka yaptığında...
Gülmek, ağlamak, şaka yapmak, espiritüel olmak insan fıtratında bulunan bir gerçek iken bu yaratılışın ayrılmaz parçalarını köreltmeye çalışmak insanın fıtratını bozmaya çalışmasıdır ki bu hâl bizatihi haramdır, günahtır.
Gülmenin de, ağlamanın da, şaka yapmanın da, takılmanın da elbette hududları vardır. Bu hu-dudlar islamın hoş görmediği alanların başlangıcıdır. Mubah olan herşeyi yapmak mümkündür. Şakada yalan olmamalı, aldatma bulunmamalı, gülme de elbette ölçülü olmalıdır. Diz müslümanlar hayatı gerçekleriyle yaşamalıyız. Hayatı sun'îleştirmemeliyiz. Böyle yapanların hayattan zevk alabildiklerini de sanmıyorum doğrusu..
Ben hayatım boyunca şaka da yaptım, güldüıiı de, oynadım da.. Yıllardır vakit bulamamakla birlikte millî oyunlar oynadım, tiyatro yaptım. Bundan 35 sene önce Z. Gökalp'in Alparslan isimli manzum piyesini Türkocağında sahneye koydum, rejisörlüğünü yaptım ve kostümlerini seçtim, aynı zamanda başrolünü oynadım. Okudum, yazdım, güldüm, güldürdüm, ağladım, ağlattım, heyecanlandım, heyecanlandırdım. Velhâsıl insan olarak, normal bir insan olarak insanın yapabileceği herşeyi yaptım ve yapıyorum. Kasılmanın âlemi yok, kasılmak bir hastalıktır, hem de ruhî bozukluk gösteren bir hastalık. Kasıntı, özellikle müslümana yakışmaz, âlimine, cahiline, kadınına, erkeğine yakışmaz.
Başka dinlerin İslama taşıdığı bu 'ağır ol molla desinler, kadınlar gibi gülme" türünden hastalıklardan da kurtulmamız gerekiyor.

Soru 5— Biliyorsunuz, Allah insan ları birbirlerinin tıpkısının aynısı olsun diye yaratmadı. Görünüşlerimiz farklı olduğu gibi zihinsel işlevlerimiz de kuşkusuz farklı olmalı. Yani herkes kendine benzemeye çalışmalı. Birbirine koşulsuz öykünmek; 'intihardır' diyorum. Yani kendi kendini yok etmek, yargıma katılır mısınız?

Cevap 5— İnsanlar Allah karşısında görecekleri muamele bakımından, iltimas edilmeyecekleri itibarla bir tarağın dişleri gibi eşittirler gerçekten. Bu eşitlik söylediğimiz gibi görecekleri muamele bakımından olup, akliyet. kaabiliyet, basiret, feraset, yetenek, dayanıklılık ve benzeri insanların birini diğerinden ayıran özellikler bakımından insanlar asla birbirlerinin ayni değildirler, olmamışlardır da.
Bir insan bir başkasını örnek alabilir. Fakat bu örnek alış, onun kopyası olmak şeklinde yanlış anlaşılmamalıdır. Allah bizlere peygamberimizi 'güzel bir örnek' olarak tavsiye ediyor ve gösteriyor. Lakin herşeyiyle onun gibi olmayı değil, genel çerçeve içinde söylersek Kur'an'ı ahlak edinmesi bakımından örnek almamızı istiyor ve hedef gösteriyor. Yoksa onun gibi gülelim, onun gibi ağlayalım, onun gibi kabak yemeğini sevelim, onun gibi yürüyelim türünden bir örnek almadan söz edildiğini hiç sanmadım, sanmıyorum da... Zaten böylesine örnek almamız istense idi, herbirimiz bir diğerimizin kopyası olur ve tek kişilikli bir toplum olurduk ki bu hem mümkün değildir, hem de isteyen olmamıştır. Peygamberin gününde yaşayan ve has müslüman olanların da hiçbiri bir diğerinin kopyası değil idi. Herkes, tabii akıllı olan herkes Kur'an'ın çizdiği daire içinde kendi kişiliğini belirîiyor ve şekillendiri-yordu ve sonuçta kendisi oluyordu. Başkası da olmak istenmemiştir insanlardan... Ne Ebu Bekir'den peygamber, ne peygamberden Ebu Bekir gibi olması asla istenmemiştir. Zaten onlarda böyle birşeyi akıllarından bile geçilmemişlerdir. Bize son vermesi, yani intihar etmesi demektir. Aynen katılıyorum görüşünüze.. Allah insanların ne hayatlarına, ne de kişiliklerine son vermelerine müsaade etmemiş ve asla hoş görmemiştir, intihar eden Allah'tan ümidini kesen olarak anlaşılır. Lâkin kişiliğine son veren yani gerçekten yaşadığı halde intihar eden de Allah'ın kendine mahsus bir kişilik vermediğini düşünen ve başkasına benzeyerek, başkasının tıpkısı olarak var olabileceğini düşünen biri olarak algılanmalıdır.
İnsan kendi kişiliğini herkes için geçerli gerçekler çerçevesinde oluşturmaya bakmalı ve farklı kişiliği ile temayüz etmelidir. Bu konuda da kendini zorlaması yine kişilik bozukluğuna sebeb olduğundan zorlamamalıdır kendini, olabildiği kadar kendisi olmaya çalışmalıdır. Bu iş öyle birşeydir ki ne çok sıkmaya, ne de serbest bırakmaya gelir, ikisinin arasında bir yerde bulabilir insan kendini...

Soru 6— Haniher yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır" denilmiş. İyi de denilmiş. Siz hangi konumlarda daha verimli düşünürsünüz? Sırtüstü mü, oturarak mı, yoksa yürüyerek mi?

Cevap 6— Evet insan belki hangi halde düşündüğünün bile farkına varmadan düşünür. Ben şahsen düşünürken yatıyor muyum, oturuyor muyum, yürüyor muyum bunu düşünmem. Siz sordunuz da düşünmeye başladım. Belki de her halde düşünüyorum. Ayakta, otururken, yürürken sürekli olarak düşünürüm. Zaten kafam için için bir işlev yapmıyorsa o kafayı taşınanın ne anlamı var diye düşünürüm. Kafam gitmiş yerine bir kelle gelmiş gibi huylanırım doğrusu. Evet sürekli olarak düşünürüm. Ölçer, biçerim, düşündüklerimi yanımda kim varsa ona açarım, düşündüğüm hususlarla ilgili olarak onun neler düşündüğünü öğrenmeye çalışırım. Şayet benim düşüncemdeki yanlışlıkları farketmemi sağlayacak şeyler işitirsem hemen ona göre düşüncemi düzeltirim, eksiklerimi farkettirecek birşeyler dinlersem düşüncelerimi tamamlamaya çalışırım. Bunu, kendisini dinlediğimin küçücük bir çocukla konuşarak da yaparım. Kimisi tersinden kimisi düzünden düşündürür beni... Yani olmaması gereken ve olması gereken açısından düşündürür beni işittiklerim, istişare sonucu insan mutlaka daha isabetle düşünebiliyor. Zaten her bilenden bir fazla bilenin bulunduğu dünyamızda, o fazla bilenin bildiğini kendi bildiğinize katmanın ve bir daha fazla bilen olmanın yolu da istişaredir.
Kısaca söylersem doğrusu herhalde düşünürüm, düşünüyorum. Yazarken düşünürüm. Bilmem nerede bile düşünürüm. Düşünmediğim hâlim galiba uykumdaki halimdir diyebilirim.

Soru 7— Bir bilge en büyük yalnızlık, yazılarıyla bir arada bulunmaktır' diyor. Siz kendinizi en çok hangi zamanlarda yalnız hissedersiniz. Hiç, içinizde dayanılması zor ıssızlıkları yaşadığınız oldu mu?

Cevap 7— Yalnızlık duygusunu hatırlayabildiğim kadarı ile çocukluktan gençliğe geçiş dönemlerinde bazı günler yaşadığım olmuştur. O yılların Türkiye'sinde fikir idam edilmiş, düşünme bitkisinin soyu kurutulmuş. Yalnızca yiyor, içiyor, tuvalete gidiyor ve atalarınıza üzerinde yürür bulduğunuz yolda yürümeyi en büyük meziyet biliyorsunuz. Herkes gibi ben de mutlaka anne-babamın diniyle din'lenerek büyüdüm, ihtiyacını bilmeyene herşey yetermiş, bize de yetiyordu. Zira Kur'an o yıllarda arabçası okutulması belletilen bir kitabtı, ama ne belletme. Elif bâlisin be cimdallısın ce.. türünden bir harfi belleyeceğiz diye her harf için bir mısra ezbertilerek okutulan arab alfabesini yalnızca okumayı öğrenmek bile çok pahalı idi. Zira hem okutan hocayı hapsediyorlar, hem de okuyan öğrencilerin velilerini içeri alıyorlardı.
Daha sonraki yıllarda, gençliğin biraz daha oturduğu yıllarda -hele de ben hep çalışarak okudum- okudukça çalıştım. Bu sebeble hayat benim için daha farklı idi. Bir kerre alın terimle geçiniyordum, şimdiki büyük mücahidler (!) gibi başkalarının eline bakmıyordum. Bu hâl bile yalnız başına benim kişiliğimi bulmam da büyük olumlu rol oynadı.
Bazen insanın acaba yılların mahsulü olarak elimizde ne var diye kendine sorduğu oluyor. Acaba yalnız mıyım, tek miyim dediğiniz oluyor. Fakat bu soruyu sorar sormaz sormamam gerektiğini de anlıyor ve yalnızım cevabın! vermiyorum, veremiyorum. En güzel bir birliktelikle Allah'la beraber olmayı düşündüğünüzü, bunun için uğraştığınızı düşünüyor ve ferahlıyorsunuz. Yeniden enerji sahibi oluyorsunuz. Sonuç olarak insan, amaçlı insan kendini en azından amacı ile birlikte hissediyor ve yalnızlıktan kurtuluyor. Sanıyorum yalnızlık Allah'ın dışında amaçsızların kaçınılmaz kaderidir. Ayrıca da galiba biraz dayanıklıyım ki dayanamadığını yalnızlıklarım olmadı. Baş ettim Allah'ın yardımı ile... O'na sığındınız mı, yalnızlığınızı da hissetmiyor, yalnız kalmıyorsunuz. Yukarıda sualinizde verdiğiniz bilgenin sözünü de doğrusu pek bilgece bulmadım. Bu tür bilgelerin islam düşüncesinden uzak bilgeler olduğu söyledikleri sözlerinden belli oluyor.
Defalarca siyâsî polisçe göz altına alınıp sorgulandığımı hatırlıyorum. Öylesine üzeriniz boşaltılıyor ki bir tek toplu iğnenin bile bulunmasına müsaade edilmiyor. Aç ve susuz bırakılıyorsunuz. İsparta polisi bunu yapmıştı bana 1983 Şubatında.. Lâkin yukarıda da belirttiğim gibi Allah'a sığınmaya, O'nu içimde hissetmeye çalıştım ve bu tür bir yalnızlığı bile yendim.
Uzun yıllar çalışıp uğraşıp bir şeyler meydana getirmek istersiniz ama emeklerin elinize gelir ya.. İşte o zaman belki yalnızlığı, yenilmeden tattığım oluyor. Boyun eğmiyorum, lakin içimin derinliklerinde hissediyorum. Bir arpa boyu yo! alamadığınızı düşündürtecek manzaralar muhakkak ki insanı etkiliyor, ortada yapayalnız, tek, kimsesiz, sahipsiz kaldığınızı içinizde duyuyorsunuz. Güçlü bir kişiliğe sahib olma, amaçlı bir kişiliğin sahibi olma ve başka tür yalnızlıkları yenmeye yetiyor Allah'ın yardımı ile..
Kısaca son cümlenize cevap verecek olursam inanınız dayanılması imkansız yalnızlıklar yaşamadım, zor yalnızlıklar yaşadığımı da sanmıyorum, Hatırlayamıyorum bile... Bu bile yaşadığımızı gösteriyor sanırım.

Soru 8— Kuşlar nasıl uçmayı öğrenir, gördünüz mü? En azından görmeyi merak ettiniz mî? Hiç uyuyan kuşları gördünüz mü?

Cevap 8— Özel olarak kuşlar nasıl uyuyor veya uçuyor diye bir araştırmacı gibi bakmadım. Lâkin şuraya veya buraya bakarken uçmaya çalışan kuşlar (kuş yavruları), uyuyan kuş gördüm ve bunları anlamaya çalışarak seyrettim. Belgesellerdeki gibi değil elbette. Zaten benim yaşımda, üstelikde Mucur gibi doğasını yaşayan bir kasabada doğmuş, büyümüş birisi için kuşun her çeşidinden, hayvanlara kadar içli-dışlı idik hayatımızda. Öküzlerimiz, arılarımız, koyunlarımız, ineklerimiz, düvelerimiz, danalarımız, kuzularımız, keçi ve oğlaklarımız vardı. Bunlarla yetinmez güvercin de beslerdim. Güvercinler kadar güzel hayvanlar görmedim desem yeridir. Belki fazla içli dışlı olmaktan böyle düşünüyorum, ama gerçekten renk renk güvercinlerim, çakşırlı yakışıklı, gubaran güvercinlerim, takla atan güvercinlerim, başkalarının güvercinlerim de çatımıza alıp gelen güvercinlerim vardı. Yakından alakadar oldum o devir Anadolu insanının alakadar olduğu gibi... Ben onların renklerine, teleklerinin güzelliklerine, edalarına, yürüyüşlerindeki nezafete bayılırdım. Halâ güvercinlerimi güzellikleriyle mukayase ederim desem mübalağa etmiş olmam, Kahverengi-beyaz, lacivert-beyaz, tümüyle süt beyazı, tümüyle lacivert akfi almaz maharet sahibi güvercinlerimin uyuduklarını da yavrularının uçmaya uğraştıklarını da epeyce gözledim, gördüm. Yalnız güvercinleri mi, hayır.. ibibiklerden, kargalara, kartaldan çaylağa Mucur coğrafyasındaki erişebildiğimiz, yakından gözleyebildiğimiz bütün kuşlara karşı ilgim ve gözlemim oldu. Karıncaları seyreder ve ibretle düşünürdüm. Yuvasına götürmeye çalıştığı bir buğday tanesini nasıl binbir güçlükle, dere, tepe demeden sırtladığını, aşırıp yükünü sırfandan düşüre düşüre yoluna devam ettiği"', karınca yiyenleri seyrederdim. Onlardaki çalışma azminin galiba kimsede olmadığını sonradan öğrenmiş olmalıyım. Karıncalar biliyor musunuz ki dünyanın en güçlü hayvanları imişler Kendi ağırlıklarının yedi misli yük taşıyan tek hayvan türü olarak sonradan öğrendim karıncaların fillerden de çok güçlü, hem de birkaç kat güçlü olduğunu...
Vazgeçmeden, ısrarla, üzerine gide gide, düşe kalka o kuş yavrularının uçmaya nasıl uğraştıklarına biraz bakmak kendisinin de bit bir daha denemeyle bir yerlere varabileceğini düşündürten bir ibret vesikasıdır. İçgüdüleriyle yaşama kendilerini adapte etmeye, tabiatlarında mevcut özellikleri kullanabilmek için gösterdikleri gayreti doğrusu çoğu insanın gösterdiğini sanmıyorum. Gösterse idi dünya daha bir yukarılarda olurdu. Seviyesi yükselirdi.
Uyuyan kuşların uykularında nasıl dengelerinin bozulmadığı epey merakımı celbetimi dikkatle onları izlemiştim. Üstelik te halkın tilki uykusu dediği cinsten bir uyku ile nasıl uyuduklarını güvercinlerimden serçe kuşlarına kadar gözlemişimdir.
Size bu arada yine hayatın, doğal hayatın içinde yaşayan halamın -ki çoktaan öldü, Allah mağfiret etsin- 85 yaşına gelmiş kocası, oğulları ve torunlarıyla, torun çocuklarının yaşadığı Mucur'un Acıöz'ünde kendilerinin evlerinde geçen bir olayla ilgili dinlediklerimi büyük bir heyecanla anlatmak istiyorum. Zira aynı heyecan ve taaccüb ile dinlediğim bu olay beni doğrusu bir yaşıma daha getirdi.
Bahçe içindeki evlerinin önünde akşama doğru otururlarken, evin önündeki çıkıntının tavan bölümünde yuva yapmış kırlangıçlardan söz etti.
Yuvasında yavrularının bulunduğunu gördüğünü söyledi eniştemin oğlu.. Bir akşam diyor, bir baktım ki kırlangıcın yavrusuna doğru bir yılan yavrularını yemek üzere girmek üzere... Âna kırlangıç o avı uçaklarının kendisinden esinlenerek yapıldığı o ana kırlangıcın yuvasına geldiği ile uzaklaştığı bir oldu ve yılanın yavaş hareketleriyle kıyası kabul olmayan hızla tekrar y livasına döndü ve yılan yuvasına, yavrularını yutmaya giremeden yetişti. Biraz, pek kısa bir zaman sonra yılanın damdan, yere düştüğünü gördük. Yılan ölmüştü. Büyük hayretler içinde nasıl olduğunu anlamaya çalıştık. Gördük ki yılanın ağzını açınca bir eşek arısı var. Nereden ve nasıl bulup getirdi ve yılanın ağzına soktu ise, bu arı yılanı sokarak ölümüne sebeb olmuş ve kırlangıç yavrularını yılanın yutmasından kurtarmıştı. Evet gerçekten çok ilgi çekici ve gözlenmediği için daha nicelerinden habersiz kaldığımız bu tür olaylar başlıbaşına insanı düşündürecek, aklını kullanmasında yardımcı olacak nitelikte şeylerdir. Hayat tümüyle ibret alınacak, üzerinde düşünülecek olayların toplamı değil midir?
Evet gördüm, gözledim kuşların uyumalarını, uçmaya çalışmalarını, takla attıklarını, başka kuşları pençelerine almak için nasıl daldıklarını, sonradan öğrendiğim'gözlerinin görme gücüyle üç bin metreden yerdeki bir böceği, solucanı bile görüp inişe geçerek onları pençesine alıp kaldırdığını bir kartalın, saksağanları, ibibikleri, serçeleri, bülbülleri, saka kuşlarını, sığırcıkları, alıcı kuş dediğimiz şahin, kartal ve benzeri kuşların en küçük örneğini çok gördüm, baktım, baktım ve düşündüm. Bunların yuvalarını gördüm, yavrularını gördüm, yumurtalarını gördüm, yuvalarına sadakatlarını gördüm. Zira çok doğal bir ortamda kuzu güderek, bağda, bahçede domates biber, patlıcan, bamya, soğan, sarımsak yetiştirerek, ekin eken ve biçen, döven süren rençber-memur bir ailenin çocuğu olarak geçti gençliğim. Dedem yüz üzerinden yüz bir rençber idi. Bağımız bahçemiz, tarlalarımız vardı. Mucur'un en güzel bağı bizim ki idi. Gülleriyle kimseler başede-mezdi, yarışamazdı. Öylesine meraklı bir insan idi ki inanınız Mucurluların da hatırlayanları bilirler, bir armud ağacında 17 çeşit armut vardı. Büyük bir ağaçtı ve dedem onun her dalına bir başka armut aşılamıştı. Ben bile çeşitli aşılar yapardım. Bağımız, üzüm bağımız, ne kadar çeşitli üzümlerimiz vardı. Güz mevsiminde bozar pekmez, köğtür v.s, yapardık, İç anadolunun yüksek yaylalarından birinde yerleşik Mucur'da sabahın ayazında bacaklarımızı gıcır gıcır yıkar ve şırahna dediğimiz, sonradan aslının şırahâne olduğunu sandığım tabaka büyük taşlardan çimentonun da yardımı ile yapılmış bir metreküplük bir hazneye dökülen üzümleri çiğner ve şırasını çıkarırdık. Bu şıralar, ateşin üzerindeki büyük bağ leğeni denilen leğenlere dökülür, beyaz toprak ve yoğurt da karıştırılarak pekmez yapılırdı. Ekşi pekmez değil ama tatlıları ve balbaşı, kara pekmez gibi başka çeşitleri böyle yapılırdı. Şıraya gelen özellikle de eşek anları oramızı buramızı sokar, şişirirdi. Fakat doğanın içinde biz arı sokmasından da korunmanın yolunu öğrenmiştik. Zira onları ürkütmez, rahatsız etmezseniz doğrusu durup dururken pek sokmadıklarını telaşlı halimizi görüp bize durumu açıklayan büyüklerimizden öğrendik. Yuvası ile oynarsan ne yapar yapar seni bulur ve sokar arı..
Evet bu sorunuzun cevabını biraz uzattım galiba. Ama ben, yaşım yaşantım gereği doğanın kirlenmediği, kirletilmediği, insanımızın henüz Osmanlı'dan aldığı ile kaldığı, laik cumhuriyetin kirliliklerinden etkilenmediği daha doğrusu bu pisliklerin daha Mucurlara kadar uzanamadığı yılların genciyim. Biz o dönemlerin son yıllarını, bugün-kü dönemin de ilk yıllarını hayatında birleştirmiş kimseleriz. Lâkin bu yalnız yaş ile olan iş değildir. Aynı yaşı yaşadığı halde aklını çevresine tanımaya ayırmamış kimseler için geçerli değildir benim anlattıklarım, insanın öğrenmesi için meraklı olması gerekiyor. Öğrenmenin tek saiki -itici gücü- var galiba o da meraktır. Meraklı iseniz öğrenirsiniz, değilseniz varamazsınız, çevrenizi, eşyayı, insanları gerçekleriyle tanıyamazsınız.
Evet kuşların uçmaya çalışmaları, uyumaları ve daha nice şeyleri seyretmek, üzerinde düşünmek benzeri bulunmayan duygular uyandırır insanda ve insan insan olduğunun hazzını duyar. Tavsiye ederim-insanlara çevresine ilgi göstersinler, eşyayı, hayvanları, insanları tanımaya, tetkik etmeye çalışsınlar. Kaybolmasınlar, kendilerini kaybetmesinler. Zira kendini kaybedenin kendini bulması çok zor oluyor, belki de kaybedilmiş halde kalıyor. Tabiattaki yerinizi biliniz. Konumunuzu öğreniniz. Hani coğrafya olarak bir insanın önce kendi yerini bulması, bilmesi gerekir ya, yolunu bulabilmesi ve varması gereken yere varabilmesi için, işte öyle.. Önce kendi yerinizi tesbit edeceksiniz, neredesiniz? Sonra nerede olmalısınıza sıra gelecektir. Kişiliğiniz, kimliğiniz bakımından da böyledir gerçek.

Soru 9— Çok, dava adamı olmayı dilinden düşürmeyenleri görmüşsünüzdür. Bunlar söylemlerinde genellikle somut umacılar oluşturup onlara saldırıp dururlar, Şahsen bunların kavgası bana yapay geliyor, yani güven vermiyor. Şunun için; İnsan herşeyden önce birey olmadan varacağı hiçbir yer yok. Öyleyse insan ne yapıp edip önce bir 'BEN' olmaya çalışmalı.... 'BEN' olmadan nasıl 'BİZ' olunur? Neden İslam geleneğinde 'BEN'e bu kadar saldırılmış?

Cevap 9— Biz de kendimizi iyi-kötü bir dava adamı saydığımız veya olmaya çalıştığımız için çalışma alanımızdaki kimseleri de iyisiyle kötüsüyle yakından tanıma gereği duyduk ve tanımaya çalıştık. Zira yolumuzun üzerinde sefer yapan başka vasıtalardı bunlar da. Böyle olunea da yıllarca bunları tanımak, yakından tanımak ve elde edeceğimiz bilgi ve gerçeklere göre kiminle nereye kadar olunabileceğini öğrenmeye çalıştık. Zira bu yolda yürümenin gereklerini iyi-kötü öğrendik, yılların içinden gelerek... Dışarıda kahraman, içeride tavuk, dışarıda arslan, içeride pisi yavrusu (kediler bildiğiniz gibi türünün en küçük örnekleridir ve bunların yavrusundan da daha küçük örneği yoktur kedigillerin) dışarıda şahin, içeride serçe kuşu olanlarla geçti yıllarımız, içeride ve dışarıda bunlardan neler görmedik kimleri tanımadık ki... Zaten benim en belirgin özelliklerimden biri de insanları hele de ileri gelen bilinenleri pek yakından tanıma, öğrenme merakımın olmasıdır. Herkesin en kolay yapabildiğini sandığı fakat maalesef pek nadir insanın başarılı bir şekilde yapabildiği insan tanımayı yakından, uğraşarak öğrendim. Elbette ki mutlak manada alınmamalı bu sözüm... Mutlak manada kulunu yalnız Allah tanıyabilir, başkası değil. Örneğin resulullah bile gelip kendisine dinini kabilece öğrenmek istediklerini söyleyen ' ve yanlarına verilecek öğreticileri yedirip içireceklerini, misafir edeceklerini söyleyen kimseleri ve maksatlarını anlayamamış, yanılmıştır. Bu verdiği kimselerin bir tuzağa düşürüldüklerini onlardan birkaçının yaralı olarak Medine'ye gelişinden sonra öğrenebilmiştir. Bu bakımdan başkasını tanımak, insanın kendini tanıması gerçekten pek kolay bir iş de değildir, öyle olduğu da görünüyor.
Yaşamamıza rağmen İsmet İnönü'yü, Adnan Menderes'i, Ömer Nasuhî Bilmen'i, Said-i Nursî'yi, Nihal Atsız'ı, Alparslan Türkeş'i, Nejdet Sancar'ı, Osman Yüksel Serdengeçti'yi, Necip Fâzıl Kısakürek'i, Osman Bölükbaşı'nı Mustafa Özeren'i ve 1. No.lu şakirdi. Fethi Gemuhluoğlu'nu, Hamdullah Suphi Tanrıöver'i, İlk Meclis'te İskenderun Mebusu olan Sermet Efendi'yi, M. Zahid Kotku'yu, Erbakan'ı, Tahsin Demiray'ı, Turgut ve Korkut Özal kardeşleri ve adı anılamayacak kadar kimseyi pek yakından tanıdım. Bunların hepsi de benden en az 15-20 yaş, bazıları da kırk elli yaş daha büyük kimselerdi. Çekinmedim, yaklaştım ve yakından tanıdım. Hamdullah Suphi Tanrıöver'i, Şevket Râşit Hatib-oğlu'nu ki bunların hiçbirini benim yaşımdakiler ve hele de bunların İslamla yakından ilgilenenleri asla tanımazlar- yakından tanıdım. Hepsini saymaya gerek yoktur. Tahsin Demiray'ı da tanıdım. Pakistanlı Hamidullah'ı ve Bengladeşli Fazlurrahman'ı da tanıdım. Ayetullah Şeriatmedârî'yi, Beni Sadr-ı Ayetullah Humeynî'yi de tanıdım. Yalnızca Humeynî ile bizzat görüşemedim, yakından defaatla dinledim. Bütün bunlar bende çağrışımlar yaptı, bildiklerimi gözden geçirmeme vesile oldu. Ölçüp biçtim, yeniden yeniden yaptım bunu ki daha imbikten geçirilmiş fikirlerin sahibi olayım. Birinci Büyük Millet Meclisi azalarından İskenderun Meb'usu Sermet Efendiyi tanıdım 1956'larda, yani kırk yıl önce, konuştum, konuştuk ve gerçeklerin hiçbir zaman kaybolmayacağı, gerçeklerin tabiatında yaşama kaabiliyeti bulunduğu gerçeğini ondan öğrendim daha çocuk yaşımda, 18'lerindeydim.
Bu tanıdığım kimseler içinde kendini dava adamı sayanlar bulunduğunu herkes bilir. Zira verdiğim isimler herkesin tanıdığı isimlerdir. Yakından tanıdığım bu insanların hele de bazılarının gerçekten ruhi dengelerinin bozuk olduğunu gördüm, çok iyi hatırlıyorum.
Bu bahsettiğiniz dava adamları aslında davanın ne olduğunu bilmeyen, düşünce ve tavırlarına hakim olmayan, çerçevesini bile çizememiş, bazı kırık-dökük şeylerle yola düşen biraz da Donkişot tiplerdir. Hele zaman içinde bunların büyük kısmı kafayı yemektedirler. Zira mevcutlarıyla içine girdikleri işin zorluğu bunların zaten ince tenekeden şaselerini eğiyor, büküyor ve perişan oluyorlar. Dayanıklılık doğru düşünmek, tutarlı düşünmek ve düşündüklerini gerçekleştirmeye yeterli olmakla mümkündür. Zira bir dava büyük bir şey olduğu gibi, onun yolu da uzundur, maraton koşusu gibi bir ömür boyu sürer ve bu mesafeye soluk yetiştirecek insan ister. Çocuk işi değildir dava adamı olmak... Ciddiye alınması gerekir ki ciddiyetiyle yürütülebilsin yoksa komediye dönüşür ve yürüyenini rezil eder, gülünç hale getirir dava yolu...
Tutarlı düşüncesi olmayanlar ruhî eksiklikleri sonucu 'umacılar' oluştururlar. Gerçeği görmeyenler, hayal ile yaşarlar. Uydurdukları hayallerindeki umacılara hücum ederek tatmin olmaya çalışırlar. Böylesi tatminler gerçek tatmin olmayacağı için de bunu yaptıkça daha da hastalanırlar, giderek halleri belki bir akıl hastanesinde sona erer.
Ben olmak çok önemlidir. Ben olmadan gerçekten biz olunamaz. Lakin bunun da bir kriz noktası vardır. Bu noktada takılınıp kalınırsa, bu nokta aşılamazsa işte bu hal de insanı bitiren ve herşeyinden eden hallerden biridir. Ben olunmalı ve ben aşılmalıdır ki ben olmanın yararı görülsün ve benliği aşmanın bizliğe giden yoldaki yararına kavuşabilsin. 'Ben'e çokça saldırılmasının altında yine Benlik yatmakta ve elindeki imkanları başkalarına vermek istemeyenlerin engellemesi olarak Benlik karşımıza çıkmaktadır. Ayrıca tasavvufun burada islam dişilik olarak taşıdığı benliğin de tâ kendisi olan yolu, istemediklerinin eline bir şeyi vermeme hasedi, Allah'tan çok kendine ram olmuşlara el verilmesi, halife tayin edilmesi müslümanlar arasında asırlardan beri bir yandan İslamın kerih gördüğü benliği (haram sayılan gurur anlamında) yaşatıp büyütürken, kişinin kendisi olabilme yolundaki gayretlerin sonucu ortaya çıkacak olan gerçek benliği engeller olmuştur. Hitler'in toplumunda nasıl herkes kendisi değil bir Hitler olmuşsa, işte tasav-vufçuların dininde de herkes kendisi olamaz, olmasına imkan verilmez ve ancak şeyhin istediği gibi olabilir Şeyhin istediği gibi olmak ise eğilip, bükülmek, tam tamına kul olmak anlamındadır. Deforme olmuş insan, eğilip bükülmüş insan artık insanlığından uzak insandır, benliğinin sahibi insan değildir. Kişilik sahibi değildir, olmayı da göze alamaz. Teşebbüs etse ilk hamlesinde sürçer kalır. Büsbütün kötü olur. Böylesi insanlardan(!) oluşan bir toplumun ise yüksek performans göstermesi, bulunduğu yerlerden daha yüce ve yüksek yerlere varabilmesi mümkün değildir, giderek çöken, tükenen bir toplum olur ki müslürnanların geriye dönülüp bakıldığında uzun asırları bu çöküşün tarihi olarak görülür. Sonuçta da bugün bulunulan yere gelinir. Yani öylesine büyük boşluklar doğar ki bu boşluğu tabiat affetmez ve başka şeylerle doldurur. Kendi ellerimizle boşalttığımız İslamın yerini her çeşitten küfrün aldığını açıkça görmüyor muyuz?
Sorunuzda değindiğiniz husus önemlidir ve bunun öneminin anlaşılması oranında içinde yaşadığımız toplum bu günkü halinden kurtulur ve daha yükseklere çıkabilir. Bunun önemi şimdilerde pek anlaşılmış görünmemekle birlikte önümüzdeki günler akılların başlara geleceğini umduğumuz günler olarak bu süreci yaşayacağımız inancını taşıyorum. Evet 'Ben' olmaktan korkmamalı, Bencil olmaktan korkulmalıdır. Ben olunmalıdır ki Biz olunabilmelidir. Fert, fert olmadan toplum kitleleşemez sağlıklı bir toplum olamaz.

Soru 10— Biri yanınıza sokulup "Ne zaman güneşi uyandıracağız?" deseydi, ne derdiniz?

Cevap 10— Sen kendine bak, ben zaten bu işi yapmaya çalışıyorum. Madem ki sen de aynı şeyi düşünür olmuşsun, haydi düşünce ve gayretlerimizi birleştirdim ve 'Güneşi uyandırmayı daha da hızlandıralım' derdim. Bunun için uğraşıyorum ya... Uğraşımı, uğraşısına katmak isteyen, uğraşısını uğraşıma katmak isteyen beri gelsin için otuzbeş yıldan beri uğraşıyorum. Çok mesafeler aldığımız kanısındayım. Bizim uğraş metodumuz sünnetullaha uygun olan metod olduğu için tıpkı yeni doğan bir çocuğun ana dilini gramerinden başlayarak öğrenmeyip, önce kulak dolgunluğu ile başlamasının giderek ana-baba, abla-ağabeyin ağzına bakarak ses çıkarmasına, yüz ifadelerinin oluşmasına yapılan katkıları insiyâkî olarak algılayan bebek günün biri gelir ve ana dilini-annesinin dilini-öğrenmişliğin belirtileri ile gözönüne çarpar. Önce kelimeler, sonra kısa cümlecikler, daha sonra da akıllı akıllı cümleler kurmaya yönelir. Hepimiz ana dilimizi böyle öğrendik. Bundan böyle de böyle öğreneceklerdir bütün bebekler.
Elli yıl önce ilk okulda yazıyı öğrenirken-ana dilimizi değil, bildiklerimizi yazı ile ifade etmeye çalışır ve ağzımızdan çıkanları belli işaretlerle öğrenmeye çalışırken, yaptıklarımız sadece harf denilen belirli şekilleri tanımak, bunların birbiri ardına yazılışını ve birlikte çıkardıkları sesleri bellemek ve cümleleri de okumak şeklinde cereyan ediyordu çalışmalarımız. Daha sonra Ortaokul'da hayatımızda duymadığımız bir başka dili, fransızcayı da öğretmeye başladılar. Fransızca, ara sıra turistlerden bazı kelimelerini duyduğumuz ama anlamadığımız bir dil idi. O yılların Türkiye'sinde henüz Osmanlı sonrası Fransız modası devam ediyordu. Hemen bütün okullarda veya okulların en az %90'ında Fransızca okutulurdu. Almanca ve hele de ingilizce çook sonraları okullarda yaygın olarak okutulmaya başlandı. Fransızcayı öğretmeye çalışırken öğretmenlerimiz gramerinden, fiil çekimlerinden, bu çekimlerin ezberlenmesinden, şahıs zamirlerinden ve bunları ezberletmekten işe başlarlar ve böyle sürüp giderdi. Üç yıl ortaokulda, dört yıl da liselerde haftada bilmem kaç ders yabancı dil okuduğumuz halde liseyi bitirdiğimizde 'Nasılsın, neredesin, kimsin, şu kaça vs türünden küçük soruları aşan şeyler öğrenmemiştik. Bu derslerden sınıflarımızı da geçerdik.
Sonradan anlıyorum ki dil öğrenilmesinde ınetod yanlışlığı yapılıyordu. Dil öyle bizlere öğretilmeye çalışıldığı gibi öğrenilmiyordu. Dili en iyi öğrenme metodu doğal olan herkesin ana dilini öğrenme metodu idi. O da önce kulak dolgunluğu edinmek, sonra küçük ifadeler kullanabilmek, daha sonraları düşüncelerini veya algılamalarını ifade edebilmek şeklinde olmalıydı. Yıllar sonra da olsa bu metodun gerekliliği anlaşıldı ve okulların birçoğunda da ana dil öğrenme metodu yabancı dil öğrenme metodu olarak benimsendi ve uygulamaya konuldu. Bunlarla anlatmak istediğim şey şudur: iş, işin içinde öğrenilir esas kaidesinin anlamını anlatmaya çalışıyorum. Doğal olarak 'Güneş, nasıl uyandırılırsa, öyle uyandırmaya' çalışalım. Bu işler zorlama ile olmaz, her işin bir tabiatı, vardır, ve tabiatına aykırılığı hiç bir iş kabul-'etmez.. Yapılacak şey, düşünceleri ve gayretleri birleştirmektir. Bu doğallıkta seyreden disipline bir çalışma ile 'güneş uyandırılabilir' diyor ve . dediğimizi yapmaya çalışıyorum. Ve bu vesile ile de diyorum ki "Haydi!... Güneşi birlikte uyandırmaya çalışalım."

Soru 11— Bir ateisti bütün bir samimiy etinizle hiç anlamaya çalıştığınız oldu mu? Tabii vasat bir ateisti... .

Cevap 11— Türkiye şartlarında hele de bizim gençlik yıllarımızda şartlar insanların 'Ben ateistim' demesine, diyebilmesine pek elvermediğinden doğrusu bir ateistle karşılaştığımı söyleyebilmem pek mümkün görünmüyor. Ara sıra, örneğin Basın Haber Ajansı olarak ilişkimizin bulunduğu Devlet Tiyatroları Genel Müdürlü-ğü'nde. Opera ve Bale Genel Müdürlüğü'nde fatura tahsili için gittiğimde bazı kimselerle karşılaşmış ve bunlardan birinin ağzından böyle bir ifade duymuşum. Konuşmaya çalıştı isem de yaşı da benden büyük olan bu adamın söylediklerine sahib çıkabileceğini görmedim ve konuşmak, arkasını getirmek istemedi. Durup dururken böyle bir ifadede bulunmadı. Ben bulunduğum her yerde şöyle veya böyle müs!ümanlığı gündemde bulundurmayı bilmişimdir. Hiçbir ortam beni bu konudan uzak tutamamıştır, Yine aynı şekilde müslümanlığı gündeme getirdiğimde bu şahsın Ben Allah'a inanmıyorum dediğimi, ve Ona peki öyleyse var mı, yok mu konuşalım dediğimi ve konuşmayı sürdürmeyi isteyen tarafın ben olduğumu gün gibi hatırlıyorum. Sanıyorum bundan 33 yıl önce idi...
Çocukluk yıllarımızda yakınlarımız da dahil özellikle - de köylü çocuklarını yoksulluklarından yararlanarak eğiteceğiz diye Köy Enstitüleri'ne götürdüklerini bilirim. Geleneksel olarak müslüman diyen bu köylülerin çocuklarının üç kuruşluk ekmek için bu Enstitüler'de ne hallere getirildiğini de görmüşümdür. Zira hemen hepsi dinden, imandan habersiz, hatta, dine de, imana da karşı çocuklar olarak, yetiştirilir ve köylerine 'rnürşid' olarak gönderilirdi. Toprağı sürmeyi de, koyun gütmeyi de, marangozluğu da, atları nallamayı da bütün köylüye öğretmek üzere yetiştirilen bu 'Mürşit'leri köylü ukalalıklarından dolayı hemen dışlayıverdi ve bünyesi dışına attı bunları, kendi çocukları oldukları halde... Zira öylesine..-kendilerine güvenli, öylesine burunları havada idiler ki hiç bir köylü bunların, bu hallerine dayanamıyordu. Bu yüzden de dışladı bunları. İşte bu Köy Enstitüsü akrabalarımızı da yakından tanımış ve onlarla daha çocuk yaşlarda tartışmıştım. Ama öylesine bir tartışma idi bunlar. Fakat yine de karşımızda duramadıklarını görüyor fakat onları yollarından da çeviremiyorduk. Kompleksli, aşağılık psikolojisi içinde yaşayıp hayatları sona erdi bunların...
İsmet İnönü'nün milli şefliği dönemleri özellikle Millî Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel ve Onun hatırladığıma göre orta öğretim genel, müdürü Hasan Tonguç'un başını çektiği bu dinsizlik, ateizm eğitimi herhalde bu halkı laikleştirmek için tutulan bir yol idi ve köylüden başladılar. Zaten asırlardan beri köylü eğitilmiyor, el yordamı ile tecrübelerinden yararlanarak İslamdan da kendine sinmiş özellikleriyle yaşıyordu. Misafirsever idi, iyilik severdi, hayrı hiçbir karşılık beklemeden yapardı. Kendi üretir, kendi tüketir ve fakir fukarayı görüp gözetirdi. Bu Enstitülüler, köylünün elindeki bu özelliklerini de alıp, onları tümüyle özelliksiz hale getirmek istediklerinden köylüler bunlara metelik vermedi.
Çook daha sonraki yıllarımda 1968'lerde Ankara Merkez Cezaevi'nde verdiği bir konferansta marksizm propagandası yaprhışlığı nedeni ile koğuşumuza getirilen meşhur marksist Mihri Belli ile 3,5 ay koğuş arkadaşlığı yaptık. Fakat asla böyle konulara girmedi ve konuşmadı. Zira cezaevlerini bile bu konularda ne denli 'Allah'ına söyletmeyenler'le dolu olduğunu, yıllar öncesinde, 1951'li yıllardan girdiği cezaevlerinden yakından biliyordu. Bana açıkça böyle söylememesine rağmen ben böyle tahmin ediyordum. Hatta kendi konferansını Türk Solu dergisinde yayınlayan Abdülvahhab isimli bir ODTÜ öğrencisi ile tanışmamıza, konuşmamıza bile tahammül edemiyor ve 'Herkesin fikri kendisinin, burası cezaevi...' diyordu. Mihri Belli, Kalkavanların kızı marksist Dr. Sevim Tan ile evli idi ve yıllarca onunla birlikte cezaevlerinde yatmıştı.
Kısaca söylemek gerekirse gerçekten karşımda öyle birini bulamadım konuşmak için desem yeridir. Belki de benim kesin tutumum, karşımdakinin konuşmasını güçleştiriyordu, nereden bileyim... Ciddi bir karşılaşmam olmadı herhangi bir ateist ile... Zaten çoğu kez kendim Allah var mı, yok mu diye gündeme getirir ve konuya böyle başlardım. Bu sebeble de olsa kimse benimle 'Allahsızlığı' konuşmadı, konuşamadı... Hukuk Fakültesi'nde konuşmak isteyen birkaç aklı evvel çıktı ise de hazır cevaplığım ve tutarlı sözlerimle konuyu kesmek zorunda kaldılar. Yıllar ellilerin son, altmışların ilk yıllan idi...
Sorunuza gelirsek herhangi bir ateist karşıma çıkmadı ki onu anlamaya, dinlemeye imkan bulabileyim. Hem her zaman ateistlerin kompleksli olduklarını gördüm, ezilmişliklerini gördüm. Yaşantısının iyi gitmediğini ve bunu fatura edecek yer aradığından Allah'a fatura ederek kendilerini kurtaracaklarını sandıklarını gördüm. Ateizmin temelinde yatan nedenlerin acizlik ve acizliğin faturasını başkasına çıkarma eksikliğinin yattığını söyleyebilirim. Şu veya bu sebeble cemiyetten dışlanmış, küçük görülmüş, beceriksiz, ezik kimseler arasından çok ateist çıktığı sizin de dikkatinizi çekmiyor mu?
Allah var demenin faturasını ödemekten korkanların fatura ödememek için Allah yok demeleri kadar basit görüyorum konuyu... Ne olsa Allah'ın sünnetinde hemen perçeminden yakayıp ateşe atmak yoktur. Kısa olan ömürlerinin bitmeyeceğini sanıyorlar ve 'Dehri'ler gibi hareket ediyorlar ve onlar 'zaman' ile herşeyi açıklamaya çalışırlarken, bunlar da 'madde' ile açıklamaya çalışıyorlar. Yaratıcıya sığınacak yerde O'nun yarattığına sığ

Konular