EY ALLAH'IM! HAYIR...

EY ALLAH'IM! HAYIR...

İyi-kötü dengesini kuran İslâm’ı anlatıyorlar. Birçok halk kesimi onu sadece bir “din” olarak gösteriyor. Ondan sonra da bu kavrama bir sürü şekil, portre ve hayaller yüklüyorlar. Bu yüklemleri onların birbirine karşıt kültürlerinin ve birbi­rine ters düşen anlayışların doldurduğu bir sürü anlamsızlık­larla üretiyorlar. Onların bir bölümü bu dini, zayıflıklar ve perişanlıklar biçiminde algılarken, bir bölümü de onu tem­bellerin ve birbirinden geçinen kişilerin dini sanıyorlar!

Ayrıca o müslüman toplulukların bir bölümü o dinin muskalar, üfürükler, göz boyamacılığı ve büyücülük çeşitle­rinin dini olduğunu benimserken, bir bölümü de dini, ruh dü­zeyinde kalan ibadetler ve biçimsel ve yavan din törenleri kav­ramlarının dışına taşırmayan bir görüşe sahiptir. Bunların en ideali, dini, hem ruhunu hem de gönlünü temiz tutmak ama­cıyla kulun Rabbi ile arasındaki bağ olarak benimseyenleridir.

Sayıları çok az olan bir gurup da dini gerçek yapısında algılayıp amaç ve araçlarını betimlerken çok derinlere dalar­lar. Ayrıca o dinin, en gelişmiş ve en kapsamlı sosyolojik ya­pılanmadaki öyle bir birlikteliğine âşinâ olurlar ki, bu yapı­lanma iğneden ipliğe içine almadığı ve hesaba katmadığı hiç bir konu bırakmaz:

“Biz sana bu Kitab’ı her şeyin tıbyanı (indeksi) olarak, hidayet ve rahmet, ayrıca müslümanların muştusu ola­rak indirdik.” (Nahl, 89)

Hatta bir kısım insanlar İslâm’ı bilmemenin kendilerini kuruntuda en derin ve sapıklıkta dine en uzak düşen bir mezhep düzeyine götürdüğü kişilerdirler. Böylece dini, yeni­den yapılanma yoluna çengel atmak, direnme ve mücadele ruhunu kırmak, kendi haklarını tanımaktan cemaatları vaz­geçirmek, yetkilerini geri istemekle bu yetkileri uğrunda sa­vaş vermek bilinçlerini uyuşturucu biçiminde zannederler. Bu zannetmeleri nedeniyle İslâm’a en çetin savaşları verirler, haketmediği suçların tamamını İslâm’a yük etmeye çalışırlar. Müslümanların ve İslâm’a çağıran önderlerin; gericiliğe ve ger­çek düzeni ertelemeye, ilerleme ve özgür olmanın düşmanlı­ğına çağıran yobazlar olduklarını söylerler. Allah Teâlâ’nın kendilerine tanımadığı yetkileri yeni vasıf ve sıfatlarda kul­landıklarını ileri sürerler:

“Onlar yalnız zanna ve nefislerin sevdasına uyuyorlar. Halbuki onlara da Rabbleri katından bir hidayet (reh­ber kişi) gelmiştir.” (Necm, 23)

Bunların tamamı, İslâm’ın, amaç ve araçlarında “En Bü­yük Devrim Hareketi” olduğunu unutuyorlar. Öyle bir dev­rim hareketi ki, ister Fransız Devrimi, isterse Rus Devrimi­nin eserleri hem tarihi, hem teorik hem de pratik olarak onun yanında solda sıfır kalır.

Bu kelimenin taşıdığı bütün kavramlarla gelen akımın adı devrim hareketidir:

Kısır döngü içindeki bütün beşeri sistem­leri sarsan bir devrimdir.

Taşkınlık ve düşmanlığın gökdelen­lerini yerlere serer. Hayatın bütün ünite ve simgelerini yeni­lerken onları en kalıcı ilkelerle ve en değerli güçlendiricilerle besler.

Bilgisizliğe karşı devrimdir; bizzat insanın kendisine olan bilgisizliğine karşı devrimdir. Çünkü İslâm insana, kendisi­nin ne olduğunu öğretti.

İnsanın öz varlığıyla ilgili bilgisizli­ğine karşı devrimi gerçekleştirdi.

Zira İslâm insanla bu olağanüstülüklerin evreni arasında en sağlam bir organizeyi sağ­layarak bağlantı kurdu. İnsanın sürekli araştırma yapmasını ve düzenli düşünce geliştirme yeteneğini, bilim ve kültür yo­lu olarak nitelendirdi. Ayrıca îslâm, insanın Rabbiyle ilgili bilgisizliğine karşı devrimdir; zira ceza gününün sahibiyle iliş­kilerde İslâm, yolların en güçlü ve tutarlısının planının insan için çizmiştir.

İslâm, zulmün bütün kavramlarına karşı bir devrimdir; yöneticinin yönettiği halkına yaptığı zulme karşı devrimdir. Çünkü İslâm, her ikisi arasında karşılıklı dayanışma, yardım­laşma ve karşılıklı içtenliğe dayalı kardeşlik duygularını ge­liştirmiştir. Her ikisinin yetki ve sorumluluklarına tanımı ge­tirmiştir. Yöneticinin vatandaşa karşı duyarlı ve haklarını ko­ruyucu olması zorunluluğunu getirirken zorbaca davranmak ve despotluk yapmak, ayrıca zenginin fakire zulmedeceği dü­zeni kurmak gibi kavramları ortadan kaldıracaktır. Şöyle ki, zengin, kardeşinden sorumlu olduğu gibi malında, o karde­şinin belirlenmiş bir ölçüde, zenginin inkâr edemiyeceği ya­hut ödemesinden kaytaramayacağı bir hakkı vardır. Artık bu düzenin arkasında hem devlet vardır, hem de kanunlar.

İlk halife şöyle diyordu:

“Andolsun ki vatandaşlarım, Resûlullah (s.a.v)’e ödedik­leri herhangi bir malın yıllık zekâtını ödemezlerse, kılıcı elimde tutabildiğim sürece onlarla savaşırım. Ayrıca güçlünün güç­süze yaptığı zulmü önlemek de benim görevimdir. İslâm’da güçlü-güçsüz dengesi hakkın terazisinden başkasıyla tartılmaz. Alacak sahibi, hakkı kendisine verilinceye kadar güçlülerin en güçlüsüdür. Haksız kazancın sahibi haksız kazancı kendi­sinden alınıncaya kadar zayıfların en zayıfıdır. Bunun ardın­da hardal tanesi kadar iman söz konusu değildir.”

Zayıf düşmenin her türlüsüne ve her boyutuna karşı dev­rimdir:

a) Nefislerin kabadayılık ve günah işlemekle zayıfla­masına,

b) Hükümdarların kabalığı ve kısır görüşlülüğüyle za­yıflamasına,

c) Bedenlerin şehvet ve hastalıklarla zayıflamasına kar­şı, devrim
hareketidir.

Ey insaflılar;

Bilgisizlik nedeniyle hakikatleri gözardı etmeyiniz. Her zaman şunları hatırlayınız:

Kuşkusuz Fransız Devrimi insan haklarını dile getirmiş­se, özgürlük, eşitlik ve kardeşlik ilkelerini ilân etmişse, öte yan­dan Rus Devrimi sosyal sınıflar arasını yakınlaştırmışsa, halk arasındaki sosyal eşitlik ilkesini ilan etmişse, İslâm’ın yaptığı en büyük süper devrim, bu sayılanları 1400 yıl öncesinden benimsemiş olmasıdır. Fakat o devrim Öyle bir yanlışla öne geç­miştir ki, bu işi güzel dengelemesinde ve doğruluğu yanında pratikliğiyle de onu süslemesinde sonraya hiçbir iş bırakma­mıştır. İslâm devrimi, sadece felsefi teoriler üretmekle kalma­mış, bilâkis bu ilkeleri insanın pratik ve günlük hayatında uygulayarak yaygın duruma getirmiştir.

Bütün bunlardan son­ra, bu devrim ona, insanın değerini yüceltmek, erdemlilikleriyle hem metapsişik ve hem psikolojik bütün dürtülerini en üst düzeylere çıkarmak ilkesini de buna eklemiştir. Böylece her iki hayatta rahat hayat sürsün ve iki mutlulukla zaferini yaşasın diye bu eklemeyi nasip
eylemiştir.

Bütün bunlar bir yandan vicdanının uyanıklığından ve marifetullahtan, öte yan­dan karşılığını acımasız verişleri ve kanunların eşit uygulanı­şı açısından çok güçlü ve çok duyarlı kolluk görevlileri ge­liştirdi.

Daha fazlasını isteyen için bundan daha fazlası
olabilir mi?

Ey Allah’ım!

Hayır!

Şehid Hasan El Benna