"Dağların Şeyhi" Reşidüddin Sinan

“[size=24px]Dağların Şeyhi” Reşidüddin Sinan [/size]


[color=darkblue]Masyaf... Suriyeliler bu kelimeyi duyunca hortlak görmüşe döner, bir hoş olurlar...
Adı geçen hisar yüksek mi yüksektir, sarp mı sarp. Başı bulutlara değer, kartallara komşuluk yapar.
Nusayra dağları üzerine oturan kale ıssız bir vadiye bakar. Haliyle kolay savunulur, öyle bölük bölük muhafıza gerek kalmaz.

Burası nicedir terkedilmiştir ama İsmaili liderlerinden “Şeyh-ül Cebel” (Dağların Şeyhi) Reşidüddin Sinan gelip adamlarıyla çöreklenir, Alamut’a benzer bir üs kurar. Sinan Basralı bir Şiidir ama onlara da uymaz, genç yaşta Hasan Sabbah’ın tezgâhından geçer, felsefe, teoloji ve terör üzerine ihtisas yapar. Kalesine pek güvendiği için yöredeki Sünni hakimiyetine, Abbasi halifelerine ve Selçuklu sultanlarına meydan okumaya başlar. Aynı Sabbah mantığı ile fedailerini “haşhaş-kadın-alkol” üçgeninde mayıştırır, ölmeye hevesli militanları Türk sultanlarının peşine takar.

Reşid üd Din Sinan’a göre ideal insan, “ırk olarak İranlı, inanç olarak Arap, kültürde Mezopotamyalı, tecrübesiyle Yahudi, tavrıyla Hıristiyan, felsefede Yunanlı, kavrayışta Hindli olmalıdır. Yani? Yani Hasan Sabbah gibi...

Baştan alırsak
Azıcık geri dönelim. İsmaili liderleri Sinan’dan çok şey umar, onu hususi bir eğitimden geçirir, Haşhaşîleri örgütlesin diye Suriye’ye yollarlar. O günlerde İsmaili daileri tüccar kisvesi altında Halep’e rahatlıkla girer çıkar, gizli toplantılar yaparlar.

Bunlar Melik Nureddin Zengi’nin, Franklarla savaşmasını fırsat bilir, stratejik ehemmiyeti kalmayan hisarlara bayrak asarlar. Sadece Masyaf’ı ele geçirmekle kalmaz, civardaki metruk kalelere de (el-Rasafaj, el-Kahf, el-Khawabi ve al-Ullayka’ya da) yerleşir ve silahlandırırlar. Bu arada Hospitalier Şövalyeleri savunmakta zorlandıkları mevzileri (mesela Hisn Kalesi, -Krak de Chevaliers-) onlara bırakırlar.

Sinan mükemmel bir istihbarat ağı kurar, muhabere için binlerce güvercin besler ve aynı anda birkaç ayrı yerde birden eylem koyar. Mesajları şifreli yazar, adamlarına kod adı takar, parola ve işaret kullanırlar.

Şeyh-ül Cebel, başlangıçta Alamut’a bağlı bir (naib) ise de zamanla kendini “İmam” olarak ilan eder ve genel merkezle köprüleri atar. O yıllarda Suriyeli şiiler sünni âlimlerinin (mesela Muhyiddin Arabi ve Celaleddin Rumi hazretlerinin) tesirinde kalırlar. Şeyh-ül Cebel yeri geldikçe sufilerden nakiller yapar, diğer İsmaili liderleri buna çok bozulur, onu kara listeye alırlar.
Selahaddin Eyyubi Fatımi devletini yıkınca Haşhaşiler sahipsiz kalır ve bunun intikamını almaya kalkışırlar.

İşte genç Sultan Akka’da Haçlılarla boğuştuğu günlerde suikastçiler ordugâha kadar sızar ve bir kaylule (öğle uykusu) vakti çadırına girip zehirli hançerlerle saldırırlar. Selahaddin son anda uyanır ve miğferini kalkan gibi kullanarak hasımlarının elinden kurtulmayı başarır, işin doğrusu Allah-ü teala onu müminlere bağışlar.

Bir başka dai ise son anda Humartekin adlı mücahid tarafından tanınır, suikast boşa çıkar. Sultan Salahaddin Azaz’da da (Halep’in kuzeyinde) saldırıya uğrar, örme zırhı sayesinde öldürücü yara almaz.

Hedef Selahaddin!
Sinan’ın fedaileri Selahaddin’i Mısır’da da rahat bırakmaz, yastığının üstüne mektupla hançer bırakır, “seni istediğimiz an öldürebiliriz” tehdidinde bulunurlar. Selahaddin bunu yapanın Hasan el Ikrimi adlı Iraklı bir dai olduğunu öğrenir, istese onu yakalayıp bacaklarından asar ama amcası Takiyüddin Ömer’in sözünü dinler, başlarında haçlılar gibi bir dert dolanırken, yeni cephe açmaktan kaçarlar.

Ancak Şeyh-ül Cebel’in adamları rahat durmaz, önce vezir Malik el-Salih’i öldürür, ardından Halep çarşısını kundaklar, esnafı büyük zarara uğratırlar.

Hoş, Dağların Şeyhi de huzurlu değildir, adam Eyyubi korkusundan yoğurdu üflemeye başlar. En yakın adamlarından bile şüphelenir, vesveselerini dinleye dinleye insanlıktan çıkar. Bir rivayete göre Avrupalı Krallara yanaştığı için Tapınak Şövalyeleri tarafından, bir rivayete göre de yerine göz diken “Baş Dai”si tarafından öldürülür. Katiller tam bir profesyoneldir, cesedi yok eder, izini bile bırakmazlar.

Haydi uçuruma
İkinci rivayeti esas alırsak Baş Dai Mansur, Şeyh-ül Cebel’in cübbesini giyer, sarığını sarar, mücevherlerini takar ve daileri toplar. Sesine en hüzünlü tonları oturtup “şeyhimiz imamlara karışıp sır oldu” der, “bundan böyle bana tabi olmanızı emr buyurdular.” Haşhaşiler itirazsız biat eder, etrafında pervane olurlar.

Şeyh Mansur, Eyyubilerle takışmamaya özen gösterse de Haçlılara yaklaşmaktan kendini alamaz. Meselâ Champagne Kontu Henry’i, Masyaf’ta ağırlar. Hatta ona bir gösteri yapar. Yüksek kulelerde nöbet tutan dailer bir el işareti ile kendilerini uçuruma atarlar. İşte bu disiplin tapınak şövalyelerinin dikkatini çeker, örgütlenirken Haşhaşilerin tecrübelerinden faydalanırlar.

Tarihi vesikalar 2. Frederrick’in elçisinin Masyaf’a geldiğini ve 80 bin dinarlık bir yardım yaptığını ve yine Masyaf’tan Fransız kralı Saint Louis’e (Yves de Breton adlı bir rahiple) kristal biblolar, değerli tavla ve satranç takımları yollandığını yazar.

Selahaddin Eyyubi Masyaf’ı göz hapsine alır ve bu terör odağını yeryüzünden silmeyi kafasına koyar. Eyyubi komutanları Haldun ve Zeydun kaleyi kuşatır, felaket sıkıştırırlar. Baş Dai bakar Masyaf gitti gidiyor, adamlarını taraçanın kenarına toplar ve hep birlikte uçuruma atlarlar. Baş Dainin (Melek Tavus) gizli geçitleri kullanıp kaçtığı söylenirse de yörede yaşayan Dürzüler ve Yezidiler onun melek olup uçtuğuna inanırlar!.. [/color]

Ahmet Sırrı Arvas