Güneş Orada Bulutların Ardında

Güneş Orada Bulutların Ardında



Fırtınalı geçen bir eylül gecesinin sabahıydı. Havaalanına zamanında yetişebilmek için alacakaranlıkta Bakırköy’den hareket ettik. Evlerin önünde üzerine ağaçların düştüğü park halindeki arabalar, caddelerin kenarında su birikintilerinin içinde duran arızalanmış vasıtalar arasından ilerliyorduk. Sinirli insanların gergin ve üzgün davranışları göze çarpıyordu. Bize uzun gelen, endişeli ve kısa bir yolculuğun sonunda havaalanına varmıştık. Peronlardaki kuyruklar, tartışmalar, stresli insanların el kol hareketleri iyiden iyiye gönlümü daraltmıştı. Bu curcuna içinde uçaktaki koltuğa kurulunca rahat bir nefes alacağımı zannettim. Ne gezer! Havaalanında kovadan boşanırcasına yağan yağmur altında sarsıntı ile kalkan, kara bulutlara doğru yükselmeye çalışan uçakta huzursuzluk iyiden iyiye içimi kaplamıştı. Uzun geçen birkaç saniye sonra birden tablo değişti.

Bulutların üzerine çıkmıştık. Işıl ışıl parlayan güzelim Güneş’in, alabildiğine uzanan masmavi enginliğin, pamuk tarlası gibi serpiştirilmiş bulutlardaki yansımaların büyüleyici hoşluğuna kaptırmıştım kendimi. Artık gök gürültüsü yoktu. Kara bulutlar yoktu. Delicesine yağan yağmur yoktu...

Birkaç saniye içinde birbirine çok zıt iki manzarayı yaşamıştım. Minicik bir zaman aralığında bakışlarım bulutları aşağıdan ve yukarıdan taramıştı. Birkaç saniye içinde daralan gönlüm ferahlamış, yüreğimi muhteşem görüntülerin sıcaklığı sarmıştı.

Birkaç saniye içinde yaşadığım bu duygu seli, kafamda şimşeklerin çakmasına ve âlemimde bir gerçeğin aydınlanmasına vesile olmuştu. Aynı bulutlara aşağıdan bakmanın verdiği sıkıntılı hali ve yukarıdan bakmanın getirdiği ferahlığı kısa bir zamanda yaşamıştım. Karşıma çıkan sıkıntılı durumlar, başıma gelen musibetler, felaketler kara bulutlardan farksızdı aslında. Fakat önemli olan bulutlara hangi açıdan baktığımdı!... Farkı ortaya koyan “bakış açım” idi.

Uçağımız aydınlık bir enginliğin içinde süzülürken düşünüyordum... Neden, ruh iklimimizde öyle rüzgarlar eser ki bazen, kasırgalar, hortumlar onun yanında hissedilmez bile...

Neden, öyle bir yanar ki içimiz zaman zaman, ateş onun yanında serin kalır?

Neden, gün gelir sükutumuzda gök gürültüsünün feryatları saklanır? Bazen bir ilkbahar kelebeğinin neşesiyle güzelliklere kanat çırparız... Bazen, bir güz kelebeği gibi çırpınırken yorgunluk çöker omuzlarımıza... Neden?

Çünkü; “Bakış açılarımız” önemli ölçüde dünyalarımızı farklılaştırıyor. Her bir insan ayrı bir dünya... Sürekli değişen ayrı ayrı milyarlarca dünya... Zaman zaman sevginin sıcaklığını hisseden, zaman zaman anlayış fukaralıklarımızın, hırslarımızın, yanlış tercihlerimizin buzulları arasında yol alan, fırtınalarıyla, girdaplarıyla, meltemleriyle ayrı birer dünyayız her birimiz.

Yarım bardak suya bakan iki insandan birisi bardağın boş tarafına takılan bir kötümser, diğeri bardağın dolu tarafını gören bir iyimser olabiliyor. Aynı pencereden dışarı bakan iki insandan biri yerdeki çamura bakıp “ah!” ederken, diğeri gökteki yıldızlara bakıp “oh” diyebiliyor.

Düşünüyordum...

İmanın gözüyle, Kur’anın dersiyle, Resulü Ekrem’in (a.s.m.) talimiyle ve Hakim isminin göstermesiyle bakan biri, musibetlerin kara bulutlarına nasıl bakardı...

Hafızamda yakın tarihimize ait bazı olaylar, bazı sesler resmi geçit yaptı. Pek çok münevverin ümitsizlik içinde sindiği, köşesine çekildiği, kara bulutların ufukları sardığı Osmanlı devletinin son yıllarında bir ses, gür bir ses yükseliyordu: “Yaşasın ümid, kahrolsun yeis” “Ümidvâr olunuz...” Bu ses Bediüzzaman Hazretlerinin sesi idi. Musibetlere tebessümle bakabiliyor ve “Musibetlerin çeşitliliği musikinin nağmeleri gibiydi...” diyebiliyordu. Çünkü o “Tevekkül ile belâ yüzüne gül, tâ o da gülsün, o güldükçe küçülür, eder tebeddül” ölçüsünü hayatına taşımıştı. Bakış açısı sağlam ve net idi. Nazarları kara bulutlarda takılmıyordu. Her an bulutların üzerinde yansıyan Rahmet Güneşi’nin ışıltılarındaki sıcaklığı ruhunda hissediyordu. Bu yüzden:

“Bir gün olur, elbette doğar şems-i hakikat

Hiç böyle müebbed mi kalır zulmet-i âlem...” mısralarını gönlüyle terennüm edebiliyordu. Gerçek mânâda iman eden ve o imanın sırrına eren, Allah’ı bilmek ve O’na muhabbette yükselmiş, sayısız büyüklerin ikliminde yaşıyordu. Ve her mevsim onlar için ılık gölgeli bir yaz idi...

•••
Artık musibetlerin kara bulutlarını üzerimde hissettiğimde, sıkıntılı kasırgalar atmosferimi sardığında, hep o uçakla giderken seyrettiğim bulutların üzerindeki manzarayı hayal ediyorum. Hayatta başıma gelen, bana felâket olarak görünen her hadisenin “bakış açım”daki hatalardan ve gösterdiğim ham tepkilerden kaynaklandığını anlıyorum. “İyimser bir gerçekçi” olmaya çalışıyorum. “Bakış açım”ı geliştirebildiğim nispette, musibet hafifliyor ve onu Rabbimin izniyle alt edecek enerjiyi bulabildiğimi görüyorum... Bir musibetle karşılaştığımda tebessüm etmeye çalışıyor ve “Bulutlara aldırma, Güneş orada.” diyorum kendi kendime, “Güneş orada, bulutların ardında!” Kara musibet bulutlarına aşağıdan bakarken bile, bulutların ve her bir şeyin sahipsiz olmadığını düşünüyor, Rabbimin rahmet güneşinin bulutların üstünde her zaman tecelli ettiğini bilmenin ferahlığını daha çok hissediyorum. Çünkü biiyor ve inanıyorum ki, O (c.c.) kullarını seviyor, fenalığını istemiyor. Yeter ki, tercihlerimizi doğru kullanalım

Adnan Şimşek

Konular