İNTERNETIN KAYGAN ZEMINI

[color=blue]İNTERNETIN KAYGAN ZEMINI

Bilgisayarın başından kalktığında, vakit gece yarısını çoktan geçmişti. Bu, yine sabah uyuyakalmak ve işe geç kalmak demekti. İşyerindeki bilgisayarda rahat davranamadığından, evindeki bilgisayara da internet bağlatmıştı. Hanımı, hemen her gece devam eden ekran karşısındaki meşguliyetlerini işiyle alâkalı sandığından anlayışla karşılıyor; gecenin ilerleyen saatlerinde, oğluyla beraber yatağa gidiyordu. Eşiyle aralarındaki eski diyaloglardan eser kalmamıştı. Bu saatte eşi ve çocuğu kaçıncı rüyadaydılar kim bilir? Bir müddet her şeyden habersiz, mâsumâne uyuyan ailesini seyretti. Hanımı önceleri olanlardan habersizken, zaman ilerledikçe bazı şeylerin farkına varmıştı.

Sabrediyor, dua ediyor, eşine bir şey hissettirmemeye çalışıyordu. Yaptıklarının eşi tarafından bilinmesi ihtimali, bir an için zihnini kapladı ve âniden bütün bedenini ateş bastı. “Sanmam, fark etse tepki gösterirdi.” diyerek bu düşünceyi hemen kafasından sildi. Her geçen gün mutluluk atmosferi solukladığı aile hayatını, kendi elleriyle bozmakta olduğunu zaman zaman fark ediyordu. Bunu hissettiği zamanlarda kendisini, bin bir emek ve ihtimamla oluşturduğu, nâdide fidanları meyveye durduktan sonra söküp atan, divâne bir bahçıvana benzetiyordu.

Vicdanı ve nefsi arasında yaşadığı bu gel-gitler, ona içinde değirmen taşlarının döndüğü bir atmosfer yaşatıyordu. Günahlarını daha ne kadar gizli sürdürebilecekti? Aslında pek gizli tarafı da kalmamıştı. Günahlarının herkes tarafından ayan beyan görüleceği günü ve oradaki hâlini düşündükçe, çelikten bir el kalbini alabildiğine sıkıyordu. Bütün pişmanlığına rağmen, zayıflayan iradesine her defasında yenik düşüyordu. Günahlar karşısında vicdanından gelen her ikaz sinyali, onlardan zevk alan ve sürekli kötülüğe davet eden nefsi tarafından tesirsiz hâle getiriliyordu. ?eytanî bir tuzağa kıskıvrak yakalanmıştı. Belki de günahının diyetini hiçbir şeyden haberi olmayan şu mâsum oğlu ödeyecekti. Ruhunun derinliklerinden gelen acı bir sızı bütün bedenini sarstı. Onu kucaklayıp buralardan kaçıp gitmeyi istercesine yatağa eğildi. Günahsız, mâsum yavrusuna dokunmaya kıyamadı.
Zihnine hücum eden düşünceleri bertaraf etmek için, balkona çıktı. Gecenin karanlığında semânın yüzünde parlayan yıldızları seyre koyuldu. Kaç defa kendi kendine söz verdiğini, sonra da zaaflarına yenik düştüğünü artık sayamıyordu. Geceleri pişmanlıkla kıvranıyor, sabaha “Artık bu iş bitti. Bir daha yapmayacağım.” diye işe gidiyor, bir müddet internete girmiyordu. Ama ilerleyen saatlerde gelen bir telefon, yine günah çukurlarına yuvarlanmasına yetiyordu. Pişmanlık ve tevbelerinin tesiri, internete bağlanıp sohbete daldığı anda sona eriyordu. Artık sadece sohbetle yetinmeyip, sanal eğlence sitelerine, kumar oyunlarına da girmeye başlamıştı. Her fırsatta bir sürü zararlı site arasında dolaşıp duruyordu. Küçük bir taşın kocaman bir camı paramparça dağıtması gibi, pişmanlık ve tevbeyle ördüğü savunma duvarı paramparça oluveriyordu. Her şeye rağmen hâlâ vicdanının derinliklerinde acı bir sızı hissedebildiğine göre; kalb ve ruhunda derin yaralar açan günahlar, bazı lâtifelerini söndürememişti. Bu ise hâlâ onun için bir kurtuluş ümidi sayılabilirdi.

Bu ümit ışığını takip etmekten başka çaresinin olmadığını hissediyordu. Yoksa bu güne kadar kazandığı şeylerin tamamını tüketme noktasına geldiğinin farkındaydı. Oysaki; sadâkâtli bir hanımı, saadet gamzeden bir yuvası vardı. Üstelik Allah bu mutlu yuvaya ayrı bir mutluluk daha katmış, onlara nur topu gibi evlât lütfetmişti. Yetiştiği çevre ve çalıştığı işyeri de iyi insanlarla doluydu. Bugünlere kadar mânevî bir fanus içinde pek çok zararlı tecavüzlerden uzak kalabilmişti. Hak ve hakikat hassasiyetini ön plânda tutan işverenleri, hem maddî hem de mânevî yönden son derece ferah bir çalışma ortamı sağlamışlardı. İşyerinde internet gibi güzel ve faydalı bir teknolojiyle tanışmak herkes gibi onu da heyecanlandırmıştı. Artık dünyanın bilgisi bir tıklama mesafesi uzağındaydı. Ama maalesef zararlı filtre programlarının konulmadığı internetle tanışan çokları gibi, onun da sanal âlemin büyüsüne kapılması fazla sürmemişti. Önceleri iş hayatı ile ilgili olarak alınıp verilen e-postalar, paylaşılan dosyalar, çok geçmeden arkadaşlık, dostluk, sevgi mesajları gibi sahalara kaymakta gecikmedi. Oysa iş arkadaşlarından bazıları kendini defalarca uyarmıştı. “Unutma sanal âlem demek, yalan âlem demektir. Bu âlemi sakın gerçek hayatla karıştırma.” “Bu işler buz tutmuş nehir üzerinde yürümeye benzer. Her an kafa üstü yere çakılabilirsin. Daha da kötüsü sağlam sandığın buzdan zeminin âniden kırılmasıyla dondurucu sulara gömülebilirsin.” “Her şeye rağmen bu âlemden istifade etmeyi düşünüyorsan, zararlı muhtevayı süzen filtre programlarını bilgisayarına yükleyerek çalış.” Bunlara pek kulak asmamıştı. “Ne olacaktı ki birkaç yazışmadan. Hem benim kendime güvenim tam. O kadar iradesiz biri miyim?” gibi kendine aşırı güven ifade eden iç konuşmaların hiçbir hükmü kalmamıştı, sanal âlemin çekiciliği karşısında. Her günah gibi bu da âheste âheste esen bir meltem yumuşaklığıyla nefsini okşayarak, onu âdeta bir anafor gibi içine çekti. Ne ‘çelik gibi’ deyip güvendiği iradesinden, ne de ‘dayanma azminden ve direnmesinden’ eser kalmıştı. Kendini günahlardan zevk alan, onlarla ruhunu dinamitleyen sefîl bir sürüngen gibi görüyordu bazen. Pişmanlıklar kuşağında muhasebesini yaptığında bir an için vazgeçse de uzun sürmüyor, ilk fırsatta tekrar günahlara dalmaktan kendisini alamıyordu. Yaldızlı bir âvizenin elektrik kesilmesiyle karanlıklara gömülmesi gibi, artık siması da, kalb ve vicdanındaki nurlardan parıltılar yansıtmıyordu. Gecenin ayazı bütün bedenini titretince daldığı düşüncelerden sıyrılıp odaya girdi. Vakit sabaha yönelmişti.

Yıllarca beraber yürüdüğü vefalı dostları hep yanında olmaya çalıştılar. sefkatli ve merhametli ellerini hiç çekmediler ondan. Bir yandan onun için dua ederken; diğer yandan da ısrarla sohbetlere davetlerini sürdürdüler. Ama o, en son katıldığı sohbet toplantısından bu yana, ne kadar zaman geçtiğini bile hatırlamıyordu. Onun süratle yanlış bir istikamete doğru yuvarlandığını sezen samimi arkadaşlarının ısrarlı taleplerini geri çevirmek için uyduracak mazereti kalmayınca, o akşam sohbete katılmayı kabul etti. Utana sıkıla gelse de, aslında vicdanının derinliklerinde her zaman içten içe arzulamıştı bu mânevî atmosferi. Halbuki günahlara bulaşmasından bu yana, suçluluk duygusu içinde hep kaçmıştı. Sanki yaptıklarını herkes biliyor da, onu hesaba çekecekler gibi hissediyordu. Gecenin ilerleyen vakitlerinde ruhu okunan nurdan hakikatlerin verdiği huzurla coştukça, bu mânevî ortamı ne kadar özlediğini hissetti. Sohbet mevzuu sanki onun gelişi düşünülerek hazırlanmış gibi, ruhunda derin dalgalanmalara sebep oluyordu. Günah kirleriyle katmerleşen kalbindeki kirlerin yumuşadığını, eridiğini ve içindeki güzelliklerin harekete geçtiğini hissetti.
“İç dışa, dış içe bir çevrilsek, Hazreti Eyyüb’den (as) daha ziyade yaralı ve hastalıklı görüneceğiz. Çünkü işlediğimiz her bir günah, kafamıza giren her bir şüphe, kalb ve ruhumuza yaralar açar. Hazreti Eyyüb Aleyhisselâm’ın yaraları, kısacık hayat-ı dünyeviyesini tehdit ediyordu. Bizim mânevî yaralarımız, pek uzun olan hayat-ı ebediyemizi tehdit ediyor... Evet günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra tâ nur-u îmânı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Her bir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah istiğfar ile çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir mânevî yılan olarak kalbi ısırıyor. Meşru dairedeki lezzetler keyfe kâfi iken ve gayr-ı meşru dairede, bir zevk içinde binler elem bulunuyorken; bu hakikati görmezlikten gelme kalbi ölüme sürükler.”

Mânevî bir cerrah, günahlarla tıkanan damarlarını ustalıkla açmaya başlamıştı. Bu saadet atmosferinden bir daha hiç ayrılmamaya karar verdi. Hele Kırık Testi’den dökülen şu mesajlar sanki doğrudan kendine hitap ediyordu: “İnsan bir aralık tökezlese, günahlarla lâtifelerini soldursa bile, belli bir terbiye ve rehabilite ile kendi özüne yönelirse kalbî hayatın asıl kaynağı olan lâtifeler yeniden canlanır. Gönülden gelen bir pişmanlık ve ciddi bir tevbe ile sararan ve kurumaya yüz tutan lâtifeler yeniden yeşerir, boy atar ve meyve verir.” Evine dönerken vicdanında büyük bir ferahlık hissediyordu. Ruhunu çevreleyen çelik kafesten kurtulmuş gibiydi âdeta. Bu gece, bu sohbet, tökezlediği yerden kalkması için son şansı olmalıydı. Rahmet ve mağfiret kapılarının ardına kadar açıldığı, gecenin enginliğinde, seccadesine attı kendisini. Tevbe kurnalarının altına sığındı. Günahları cezalandırmakta acele etmeyen Halîm bir Rabbi olduğu için ne kadar şükretse azdı. Günah üzere ölüp gitmek ve herkes için kaçınılmaz son olan ‘Büyük Buluşma’ gününe yüzü yerde çıkmak da vardı. Onun bu tevbesini gören eşi de, dualarının kabul olduğunu görüp rahmeti sonsuz Yaratıcı’sına gözyaşları içinde şükrediyordu.

“Kişinin kendini yenilemesi ve bir iç onarım, yani, saptırıcı düşünce ve davranışlarla bozulan kalbî muvâzeneyi, yeniden düzene koyma uğrunda, ferdin Hakk’tan Hakk’a kaçması, daha doğrusu O’nun gazabından lûtfuna, hesabından rahmet ve inâyetine sığınmasıdır.” diye de ifade edilen tevbe sayesinde vicdanî duyguları yeniden güç kazanmıştı. Ertesi sabah, epeydir ihmal ettiği sabah namazına da kalktı. Kendisini bir tüy kadar hafif ve kalben rahatlamış hissediyordu. İşyerindeki herkes o gün kendisindeki bu güzel değişikliği fark etmişti. Yeniden güleç yüzlü, insanlara sevgi ve muhabbetle muamele eden, yani fıtratının gereği bir hüviyete bürünmüştü.

Sızıntı Dergisi[/color]

Konular