ALLAH'TAN GAYRISINA EYVALLAHIM YOK BENİM...

[b][color=blue]ALLAH'TAN GAYRISINA EYVALLAHIM YOK BENİM...

Dışarda sokaklar, hapishanelerde maltalar... Soğuğun şamarı, sıcağın demiri maltalarda atılır. Kimi uzun, labirent tuzağı, kimi çın çın öten yalnızlık kazığı. Koğuş kapıları açılır maltalara. Kapılardaki ufak ufak mazgallar, gün ışığı serper maltalara. Işık kördür, topaldır, yokluktur, hicrandır, hasrettir. Hasreti yoğurur insanlar maltaların küf soğuğunda...

Ranzadan kalktım, elimdeki kitabı yatağımın üstüne öylesine fırlattım, Yaprağının biri yırtıldı. Acımadım. Bir gözümü mazgala dayadim, eni dar maltanın bir avuç alanına takıldım. Ayak sesleri işitiyordum. Ara ara öksürükler kulağıma çalındı. Dışarıda birileri vardı. Gecenin bu saatinde, kim dolaşırdı maltalarda?
Görevliler olmalı. Bu ayak sesleri, bu öksürük onlara ait değil. Bizden birileri... Öksürük iniltili ve cılız çünkü. İncelmiş bileklerimiz gibi. Dermansız ayaklarımız gibi. Son günlerde giden gidene... Kim niçin gider, bilen yok. Neden gider, nereye gider, sual eden yok ne yazık ki... Ötelerden gelen bağırtılar kulağımıza dolar, yüreğimiz bir burkulur, bir ezilir ki, safi merhamet ve sadakat kesiliriz, sevgimize, sevgilimize, dostumuza.
„Dost“, demişti ıssız yolda denk geldiğim bir derviş. „Dostun iyisi kötüsü şen zamanda belli olmaz. Düşeceksin iniltihanelere, işkencehanelere, orada... Oracıkta kimin ne olduğu gün ışığı gibi ay gibi parlar. Gün öldürmez ayı. Ay, bütün güzelliği ve endamıyla asılıdır gökyüzüne. Yürüdüğün insanları seç demiyorum, ama dikkatli ol. Yar başında seni aşağıya itecek yoldaşa meyletme. Nasıl bilirim, kimin ne olduğunu, dersen, sana tek sözüm olur o vakit: Söyleyene değil, yaşayana bak!”
Bir daha da göremedim o dervişi. Kayboldu. Yaşamak, demişti hayatın adına. İyiyi de kötüyü de insanlar yaşamış. Dostun iyisi de, düşmanın kötüsü de insandan çıkarmış. Sultan da insandan, katil de, şu da bu da...
-Herkes yatağına! Herkes yatağına! Kapıda kimse durmasın!
Bıçak gibi ses. Sahibini iyi tanıyorum. Sürükleyerek getirdikleri dostu görmemizi istemiyorlar. Yarınlarda hava tertemiz olunca, dumanlar dağılınca, sular durulunca, başlarına bir şeyler gelebilir, korkulan bu yüzden.
- Kapıdan çekilmeyen olursa, sonunu düşünsün!
Sonum? Nedir benim sonum? Ölüm mü, doğum mu, kargalara yem olan leş mi? Ne olacak sonum? Ne yapabilirler bana? Dürerler dürüm gibi bedenimi. Daha başka? Coplann altına yatırırlar, yer misin, yemez misin... Sonra? Suya batırırlar, ıslatırlar iyi bir. Daha olmadı, elektrik faslına...Yaparlar mı? Bu zamanda, bu yerde?!.. Burasi emniyet değil ki... Burası...Evimiz, yolumuz, yuvamız. Kendi evimizde, bizleri kalplerimizden mi vuracak hainler... Kim bu hainler?
-Son kez söylüyorum, kimseyi görmeyeyim mazgallarda! Sonunu kendisi düşünsün!
Bir adım dahi gerilemedim. Bekledim öylece. Ayakları kırık gibi, iki koluna iki kişi girmiş, karga tulumba götürüyorlar. O! Gözleri hafif açık, bıyıkları tere bulanmış halde. Burnundan akan kanı, sağ koluyla temizlemek istemiş, kan bütün suratına sıvanmış. Onun, kalbur gibi yüreği vardı. Öyle höyt demeyle korkacak, saklanacak biri değildi. Ne etmişler benim dostuma, kim vurmuş, kim kan içirmiş? Neden ama?
-Rahat durmazsanız, hepinizin sonu böyle olacak. Emirlere riayet etmeyenin vay haline! Benden söylemesi. Aklınızı başınıza alın!
Akıl...Başımızdaki akıl değil de nedir? Fırlattılar hücresine. Geri dönerken, beni farkettiler. Zınk diye kapımın önünde duruverdiler. Aptalca gülümsediler yüzüme. Şaha kalkan nefretimi suratlarına tükürdüm. Gözbebeklerimde gizlenen öfkeyi avuçladım, şamar olarak enselerine indirdim...
-Ulan biz demedik mi, kapıda durmayın, şey etmeyin, sonra sonunuz haraptır diye... Demedik mi lan? Niye çiğnersin kanunları?
-Hangi kanun? diye sordum, umarsamaz bir tavırla,
-Bizim kanunumuz, hangi kanun olacak... Bir de karşıma geçmiş soru soruyor. Şimdi görürsün gününü!
-Ben kanunlarınızı dinlemiyorum. Allah’tan gayrısına da eyvallahım yok.
-Sen ne demek istiyorsun ulan?
-Açık değil mi söylediklerim... Sizi tanımıyorum. Dövebilirsiniz beni sakat da bırakabilirsiniz. Fakat...
-Fakat...Bize meydan mı okuyorsun ulan!
-Evet, size de, sizi kullananlara da meydan okuyorum.
-Açın şu kapıyı. Aç, aç! Şuna dünyanın kaç bucak olduğunu göstereyim. Bizim idaremize, bizim kanunlarımıza dikilmek neymiş görsün bir.
-Açılmıyor, dedi yanındaki.
-Ver bana anahtarları ... Ulan seni mahvederim be. Benim elimden uçan kuş kurtulmamış ki, sen... Ben adamı eşşek sudan gelene kadar şey ederim. Ver bana anahtarları bakalım, nasıl açılmazmış bu kapı.
Uğraştılar, didindiler, açtılar kapıyı. Karşı karşıyaydık. Yarım kadar boyu vardı benimle doğrudan konuşanın. Daha önceleri de karşı karşıya gelmiştik. Vuruşmuştuk da. Elini kaldırdı, tokat vuracaktı ki geri kaçtım. O üstüme üstüme yürüdü, ben geriledim. Nihayetinde sırtım duvara dayandı, o tekme tokat girişmeyi umuyordu, ama umduğunu bulamayacaktı. Bana ne kadar vurursa, ben de ona aynısıyla iade edecektim. Kararlıydım. Ölümse ölüm, yok olmaksa yok olmak. Boyun eğmek, pısırıklık göstermek yok. Bir can, bir ömür. Gerisi nedir? Zalimlere dikilmek: hürriyet, kötülere pabuç bırakmamak; yaşamaktır, gerisi angarya.
-Demek karşı koyuyorsun, öyle mi? Çağır bizimkileri. O zaman ne yapacak bakalım!
Bu sırada hücrelerden sesler yükseldi, bağırtılar maltayı doldurdu. Ne düzen bırakıyorlardı, ne hakim güç, ver yansın ediyorlardı. İlk defa böyle bir başkaldırışa tanıktı maltalar. Sesler dostlarımındı. Dervişin, tarif ettiği dostlar. Daha bir canlandığımı, kuvvetlendiğimi hissettim. Gelecek olanları beklemeden, hıncımı bundan almalıydım. Onlar bana vurmadan, ben onlara vurmalıydım. Bura savaş alanı... Ben savaşçıydım. Onlar da başka bir cephenin savaşçıları. Allah! narasıyla ikisine birden girdim... Biri ayağıma yapıştı, biri döşüme vurdu... Ben vurdum, onlar vurdu, derken, ordu geldi üstüme. Bedenim sancının hamağına yattı, beynim havada uçuştu.
Gözlerimi açtığımda gördüğüm, hücrenin bembeyaz tavanıydı. Öncesini hatırlamıyorum. Yataksız, yorgansız, tuvaletsiz bir yer… Hala sesler kulağımı şenlendiriyordu. Dostlarımdı bağıranlar. Yırtmıştık kefeni. Artık boyun eğmek, tamam, emredersiniz, demek yoktu. Bitmişti o esaret dolu günler. Yeniden doğmayı veya yeniden yaşamayı sevmiştik. Dervişin, dost dediği dostlarım durmadan haykırıyorlardı...
Betonun üstüne bağdaş kurdum. İstikbale ait rüyalarla oyaladım kendimi. Yarın Ramazan başlıyordu. Oruç tutacağım. Yemek, su olmasın, ne farkeder, açlığa şimdiden dayanmalıyım, alışmalıyım. Küçük cihadla, büyük cihadın arasını iyi bellemeliyim. Varsın, saniyeler gün, günler asır olsun. Ben her şeyi O'nun rızası uğruna sineye çekmeli, bu sebeble eziyetleri sevmeliyim...
İkinci gün... Dostlarımın sesleri bir an olsun kesilmedi. Hep „Allahuekber, Allahuekber...“ Bir dolmuşum, dolmuşum ki, anlatılası gibi değil. Ağlamışım oracıkta. Betonun ıslaklığını sonradan fark ettim.Ne güzel bir gündü. Ne güzel günlere başlangıçtı bu sabah. Oruç tutacaktım, büyük bir iştahla. Kul olacaktım sadece O’na. Bütün beşeri bağları bir bir kesecektim.Sabahlar, akşamlar derken aylar girdi araya. Bayramı çırılçıplak bir hücrede geçirdim. Ama mutluydum: bütün sıkıntılar, ezalar, sevaptı, inançlarım gereği..
Bir gün akıllarına geldim, kapım açıldı, insanca buyur ettiler dışarı çıktım, yeniden hücreme tıkıldım. Yatağım beni bekliyordu. Yatmadan önce abdest aldım, namazımı kıldım, Kur'an okudum, şükrettim Allah’a... Sonra yatağa uzandım. Yumuşacıktı yatak. Dostlarım hala haykırıyorlardı, yarınların daha güzel olacağını muştularcasına... Ben sızmışım...

Remzi Çayır

[url]www.yusufiye.net[/url][/color][/b]