Bir'e İnanmak, Birliğe Sarılmak: TEVHİD
[b][color=green]Bir'e İnanmak, Birliğe Sarılmak: TEVHİD
NURULLAH TOPRAK
Dört kitabın mânası ve bütün ilimlerin özü “Lâ ilâhe illallah”dır. Yani: Allah'tan başka ilah yoktur. O (C.C.), herşeyi ile tektir, birdir. Bütün mülk O'nundur, yaratan ve yaşatan O'dur. Her şey O'nun varlığına ve birliğine delildir, ibâdet ancak O'na lâyıktır.
Bütün kâinât “Lâ ilâhe illallah” hakikatını ispat için yaratılmıştır. Bütün insanlar ve cinler bunu anlamak için var edilmiştir. “Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zâriyât/56) âyeti, kulluktan önce imanı ve tevhidi istemektedir. Çünkü kulluğun temeli Allahu Teâlâ'yı tanımaktır. Bütün Peygamberler tevhidi târif ve tâlim için gönderil-miştir.Bütün ilimlerin hedefi mârifetullahtır. İnsana verilen kalbin vazifesi Yüce Yaratıcıyı tanımak ve sevmektir. Göz, kulak, dil, akıl, vicdan ve diğer melekeler de bunun için insana verilmiştir.
Dünyadaki kulluk bu tevhidle başlar ve onunla biter. İşin başında da sonunda da tevhid gerekir.Yani; dine girerken de, dünyadan giderken de insandan istenen tek şey “lâ ilâhe illallah” tevhididir. Her mükellefin bu tevhidi ve onun ilmini yeterince öğrenmesi farzdır. Gerçek tevhid ve kulluk akılla değil, vahiyle öğrenilir. Tevhidin hakikatına ihlas ve edeble ulaşılır.Bunun için bize ilâhî vahyi getiren Peygamberlere iman edip tâbi olmamız gerekmektedir. İnsanlığa son peygamber gelmiştir ve artık yahudi-hıristiyan, müşrik, putperest, dinli-dinsiz bütün insanlar onu tanıyıp kendisine tâbi olmakla mükelleftirler. Şu halde, gerçek bir iman için iki temel rükün vardır:
Lâ ilâhe illallah. Bu söz ve iman ile Allahu Teâlâ'nın varlığı, birliği ve ibâdete lâyık tek ilah olduğu tasdik edilmiş olur.
Muhammedü'r-Rasûlullah. Bu söz ve iman ile de Hz. Muhammed'in (A.S.) Allah'ın son peygamberi olduğu kabul edilmiş ve Allah'a kulluk için O'nun tebliğ ettiği dine girilmiş olur.
Bu iman öyle bir nurdur ki, kalbe atıldığı zaman içindeki bütün küfrü ve şirki tertemiz eder. O öyle bir ilâhî şuurdur ki, ondan kalbinde zerre kadar bulunduran kimse imanla gider ve sonuçta Cennet'e girer.Bu iman, kalbin hassas bir hissi ve Yüce Rabbine karşı gizli bir sevgisidir. Onun azı da çoktur ve değerinin dünyada dengi yoktur. Çünkü Rasûlullah (A.S.) Efendimiz, imanın değerini şöyle beyan buyurmuştur:
“Aziz ve Celil olan Allah, âhirette azabı en hafif olan kâfire:
‘Dünya ve içindeki bütün şeyler senin olsaydı, bu azaptan kurtulmak için onu fidye verir miydin?' diye sorar, o da:
‘Evet verirdim!' der. O zaman Allahu Teâlâ:
‘Sen daha Âdem'in sulbünde iken senden bundan daha kolay bir şey istedim; bana hiç bir şeyi ortak koşma seni ateşe sokmayayım dedim, sen bundan kaçındın, şirke girdin' karşılığını verir.” (Buharî, Müslim)
Evet imanın zerresi, dünyanın bütününden daha kıymetli ve daha hayırlıdır. Çünkü, önümüzdeki ebedî alemde azaptan kurtuluş için bütün dünya fidye verilse kabul edilmez iken; kalbinde zerre kadar imanı olan kimse için Allah Teâlâ, meleklerine: “Onu Cehennem'den çıkarın!” (Buharî, Müslim) emrini verecektir. Şimdi bu imanın ve Allah sevgisinin ne büyük saâdetlere sebep olduğunu Rasûlullah (A.S.) Efendimizden dinleyelim:
“Bana Cibril geldi ve şu müjdeyi verdi: ‘Senin Ümmetinden kim, Allah'a hiç bir şeyi ortak koşmadan ölürse Cennet'e girer.' Ben: ‘Zina etse, hırsızlık yapsa da mı?' diye sordum, Cibril: ‘Evet, zinâ etse, hırsızlık yapsa da (Rabbine şirk koşmadan ölürse, af veya azaptan sonra Cennet'e girer)' cevabını verdi.” (Buharî, Müslim)
Namaz, oruç, zekat ve hac gibi temel farz ibâdetleri yapan bir müslümanın, ayrıca dinin helal kıldıklarını helal, haram kıldıklarını haram kabul etmesi farzdır. Cennet'e götüren iman budur. Bir müslüman, Allah'a imanı tam ve şirkten uzak olduğu halde nefsinin hevâsına uyup bazı farzları terk etse veya haramlara girse, bu yüzden küfre girmiş olmaz. Bu durumda kendisine tevbe farzdır.Tevbe etmeden ölse bile yine mü'mindir, tevhid üzere ölmüştür. Cenâb-ı Hakk dilerse kendisine hiç azap etmeden affederek onu rahmetiyle cennetine koyar. Veya geçici bir azapla cezâlandırır ve sonunda ebedî nimet yurdu Cennet'e koyar. Asıl olan Allah'ın birliğine iman ve irfandır.Bu kadarcık irfan olmadan Cennet'e girmek mümkün değildir.
Kendisini yaratan ve yaşatan Yüce Rabbine imanı olup da hiç itaati olmayan bir insanda O'na karşı hiç değilse biraz mahcubiyet ve hayâ bulunmalıdır.Bu kadarcık hayâ da bir iman alâmetidir ve Hz. Rasûlullah (A.S.) Efendimizin beyanıyla, bunun bile kazancı büyüktür. Efendimiz şöyle buyurmuştur:
“Sizden evvelki ümmetler içinde bir adam vardı. Tevhid hâriç işe yarar hiçbir hayırlı ameli yoktu. Bir gün âilesini toplayıp:
‘Öldüğüm zaman beni yakınız. Kemiklerimi havanda döverek toz ediniz.Sonra rüzgârlı bir günde bu tozun yarısını karaya, yarısını denize atınız (Rabbine itaatı olmayan bu vücûdu ortadan kaybediniz!)' diye vasiyet etti. Adam ölünce vasiyet yerine getirildi. Aziz ve celil olan Allah rüzgâra: ‘Dağıttığın tozları topla' buyurdu. Rüzgâr tozları topladı, Huzur-u İlâhiye getirdi. Hak Teâlâ adama: ‘Neden böyle hareket ettin?' diye sordu. Adam:
‘Senden hayâ ettiğim için yâ Rab, diye cevap verdi. O zaman Allah Teâlâ:
‘Ben de seni mağfiret ettim.' buyurdu.” (Buharî, Müslim)
Fıtratında iyilik ahlâkı bulunan ve dünyada bir çok hayır yapan insanlar, yoktan var edildiklerini düşünüp bir kere olsun Yüce Yaratıcıya kalbini açarak: “Rabbim beni affet!” deselerdi, bu kadar bir şuur bile ahirette kendilerine fayda verecekti. Ancak, kul olduğunu unutan ve Rabbini inkâra kalkan bir insan, dünyada en büyük zulmü işlediği için, burada hayır türünden ne yapsa âhirette faydasını göremeyecektir. Çünkü bir amelin hayır ve sevap olması için ilk şart, vücûdu ve mevcudu yaratan Allah'a imandır.
Hz. Âişe (R.A.) vâlidemiz anlatıyor: “Hz. Peygamber'e (A.S.) câhiliyye devrinde yaşayan ve iyilikleriyle meşhur olan Abdullah b. Cüdân'dan bahsettim. Onun misâfirlerine ikramda bulunduğunu, akrabalarının hukukunu görüp gözettiğini, köle âzat ettiğini, miskinleri doyurduğunu, komşularına iyilikten geri durmadığını zikrettim.Bu yaptıklarının âhirette kendisine bir faydası olup olmadığını sordum, Hz. Peygamber (A.S.): ‘Hayır, bir faydası olma-yacaktır. Çünkü o, bir gün olsun Rabbim beni affet! demedi' buyurdu.” (Müslim)
Rasûlullah (A.S.) Efendimiz buyurmuştur ki: “Allah Teâlâ, kıyâmet günü meleklerine şöyle buyurur: Dünyada bir gün olsun beni zikreden veya (insanların bulunmadığı) bir makamda benden korkan kimseyi ateşten çıkarın.” (Tirmizî)
Bütün mesele âhirette ebedî kurtuluşa vesile olacak bu iman dâiresine girmek ve Allahu Teâlâ'yı tanımanın lezzetini tatmaktır.
Ârifler gerçek tevhidin, ancak sahih bir iman, ilme uygun amel ve kalbin zâtî zikre ulaşmasıyla elde edileceğini belirtmişlerdir.
İmam Rabbâni (K.S.), bu mühim konuya şöyle değinir: “Kalbin Allah'tan gayri her şeyi unutacak derecede zikir içinde kaybolması, ancak Ehl-i Sünnet akidesi üzere hak mezheplerin hükümleriyle amel etmek suretiyle elde edilir. Bu, peşine düşülecek en büyük hedeftir. Cenâb-ı Hakk ile sukûn bulup selîm hale gelen kalb sahipleri, eşyaya nazar ettiklerinde onları değil, yaratanı hatırlarlar ve varlıklar ile perdelenmezler.Ne kadar düşünseler, bizzat eşyaya âit bir vücud ve ünvan akıllarına getiremezler.Her şeyde ilâhî tecellileri müşahede ederler.Buna ‘fenâ-i kalbî' denir.Tasavvufta ilk basamak budur ve diğer velâyet kemâlatları bunun üzerine gelişir.”
Yine İmam Rabbâni (K.S.) demiştir ki: “Kişi sevdiği ile berâberdir hadisi gereğince Allah'ı seven ârifler de hep O'nunla beraberdirler. Onlar, halkın içinde bulunsalar da Hakk'tan kopmazlar. Zâhiren halkın arasındadırlar fakat, bâtın ve kalbleriyle Cenâb-ı Hak ile beraberdirler.Kul ile Rabbi arasında asıl perde, kulun nefsidir.Bu âlem bizzat murad olacak bir şey değildir ki perde olsun. Kul, kendi nefsinin derdine düşerse Rabbinden gafil kalır.Bu durumda kalbe Yüce Zâtın muhabbeti girmez. Cenâb-ı Hakk'ın muhabbeti öyle bir devlettir ki, ancak mutlak ‘fenâ hâli'nin gerçekleşmesinden sonra elde edilir.Buna ulaşmak Zâtî Tecelliye bağlıdır.Bu tecelliye mazhar olan ârif, her işini ihlas üzere sırf Rabinin rızâsı için yapar.Nefsini, cenneti ve cehennemi düşünmez. Bu mertebe, ‘mukarrabûn' ismi verilen zatların mertebesidir.”
Mevlânâ Hâlid Bağdâdî (K.S.) zâti zikrin ne demek olduğunu şöyle belirtmiştir: “Zikir, kalbten başlayarak ruh, sır, hafi, ahfâ ve nefs-i nâtıka ü-zerinde yapılarak bütün vücûdu sardığında ‘zikr-i sultâni' ismini alır. Zikr-i sultâni, zikrin insanın bütün vücûdunu sarması, hatta bütün eşyada hissedilmesidir.”
Üstad Bediüzzaman (K.S)'de tevhide giden yolu şöyle özetlemiştir:
“Madem dünya hayatı, cismâni yaşayış ve hayvânî hayat yıldırım gibi geçer ve bir çay gibi akıp gider; öyleyse sen hayvâniyetten çık, cismâniyeti bırak, kalb ve ruhun derece-i hayatına gir. Göreceksin ki orada şimdiye kadar geniş zannettiğin dünyadan daha geniş bir daire-i hayat ve âlem-i nûr mevcuttur. İşte o âlemin anahtarı, Mârifetullah ve Vahdaniyet sırlarını ifade eden ‘Lâ ilâhe illallah' kudsî kelimesiyle kalbi söylettirmek ve rûhu işlettirmektir.”
Demek ki, bütün amellerin esası olan “ihlas” ve hepsinin hedefi olan “tevhid”, kalbin bu derece ilâhî muhabbet ve zikir ile dolmasından sonra hâsıl olmaktadır.Bu muhabbetin meyvesi güzel kulluktur ve sonucu da edebtir.Edebi olmayan bir kimsenin dini sağlam olmadığı gibi, tevhid anlayışı da sahih değildir.
[/color][/b]
[url]www.semerkanddergisi.com[/url]
NURULLAH TOPRAK
Dört kitabın mânası ve bütün ilimlerin özü “Lâ ilâhe illallah”dır. Yani: Allah'tan başka ilah yoktur. O (C.C.), herşeyi ile tektir, birdir. Bütün mülk O'nundur, yaratan ve yaşatan O'dur. Her şey O'nun varlığına ve birliğine delildir, ibâdet ancak O'na lâyıktır.
Bütün kâinât “Lâ ilâhe illallah” hakikatını ispat için yaratılmıştır. Bütün insanlar ve cinler bunu anlamak için var edilmiştir. “Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zâriyât/56) âyeti, kulluktan önce imanı ve tevhidi istemektedir. Çünkü kulluğun temeli Allahu Teâlâ'yı tanımaktır. Bütün Peygamberler tevhidi târif ve tâlim için gönderil-miştir.Bütün ilimlerin hedefi mârifetullahtır. İnsana verilen kalbin vazifesi Yüce Yaratıcıyı tanımak ve sevmektir. Göz, kulak, dil, akıl, vicdan ve diğer melekeler de bunun için insana verilmiştir.
Dünyadaki kulluk bu tevhidle başlar ve onunla biter. İşin başında da sonunda da tevhid gerekir.Yani; dine girerken de, dünyadan giderken de insandan istenen tek şey “lâ ilâhe illallah” tevhididir. Her mükellefin bu tevhidi ve onun ilmini yeterince öğrenmesi farzdır. Gerçek tevhid ve kulluk akılla değil, vahiyle öğrenilir. Tevhidin hakikatına ihlas ve edeble ulaşılır.Bunun için bize ilâhî vahyi getiren Peygamberlere iman edip tâbi olmamız gerekmektedir. İnsanlığa son peygamber gelmiştir ve artık yahudi-hıristiyan, müşrik, putperest, dinli-dinsiz bütün insanlar onu tanıyıp kendisine tâbi olmakla mükelleftirler. Şu halde, gerçek bir iman için iki temel rükün vardır:
Lâ ilâhe illallah. Bu söz ve iman ile Allahu Teâlâ'nın varlığı, birliği ve ibâdete lâyık tek ilah olduğu tasdik edilmiş olur.
Muhammedü'r-Rasûlullah. Bu söz ve iman ile de Hz. Muhammed'in (A.S.) Allah'ın son peygamberi olduğu kabul edilmiş ve Allah'a kulluk için O'nun tebliğ ettiği dine girilmiş olur.
Bu iman öyle bir nurdur ki, kalbe atıldığı zaman içindeki bütün küfrü ve şirki tertemiz eder. O öyle bir ilâhî şuurdur ki, ondan kalbinde zerre kadar bulunduran kimse imanla gider ve sonuçta Cennet'e girer.Bu iman, kalbin hassas bir hissi ve Yüce Rabbine karşı gizli bir sevgisidir. Onun azı da çoktur ve değerinin dünyada dengi yoktur. Çünkü Rasûlullah (A.S.) Efendimiz, imanın değerini şöyle beyan buyurmuştur:
“Aziz ve Celil olan Allah, âhirette azabı en hafif olan kâfire:
‘Dünya ve içindeki bütün şeyler senin olsaydı, bu azaptan kurtulmak için onu fidye verir miydin?' diye sorar, o da:
‘Evet verirdim!' der. O zaman Allahu Teâlâ:
‘Sen daha Âdem'in sulbünde iken senden bundan daha kolay bir şey istedim; bana hiç bir şeyi ortak koşma seni ateşe sokmayayım dedim, sen bundan kaçındın, şirke girdin' karşılığını verir.” (Buharî, Müslim)
Evet imanın zerresi, dünyanın bütününden daha kıymetli ve daha hayırlıdır. Çünkü, önümüzdeki ebedî alemde azaptan kurtuluş için bütün dünya fidye verilse kabul edilmez iken; kalbinde zerre kadar imanı olan kimse için Allah Teâlâ, meleklerine: “Onu Cehennem'den çıkarın!” (Buharî, Müslim) emrini verecektir. Şimdi bu imanın ve Allah sevgisinin ne büyük saâdetlere sebep olduğunu Rasûlullah (A.S.) Efendimizden dinleyelim:
“Bana Cibril geldi ve şu müjdeyi verdi: ‘Senin Ümmetinden kim, Allah'a hiç bir şeyi ortak koşmadan ölürse Cennet'e girer.' Ben: ‘Zina etse, hırsızlık yapsa da mı?' diye sordum, Cibril: ‘Evet, zinâ etse, hırsızlık yapsa da (Rabbine şirk koşmadan ölürse, af veya azaptan sonra Cennet'e girer)' cevabını verdi.” (Buharî, Müslim)
Namaz, oruç, zekat ve hac gibi temel farz ibâdetleri yapan bir müslümanın, ayrıca dinin helal kıldıklarını helal, haram kıldıklarını haram kabul etmesi farzdır. Cennet'e götüren iman budur. Bir müslüman, Allah'a imanı tam ve şirkten uzak olduğu halde nefsinin hevâsına uyup bazı farzları terk etse veya haramlara girse, bu yüzden küfre girmiş olmaz. Bu durumda kendisine tevbe farzdır.Tevbe etmeden ölse bile yine mü'mindir, tevhid üzere ölmüştür. Cenâb-ı Hakk dilerse kendisine hiç azap etmeden affederek onu rahmetiyle cennetine koyar. Veya geçici bir azapla cezâlandırır ve sonunda ebedî nimet yurdu Cennet'e koyar. Asıl olan Allah'ın birliğine iman ve irfandır.Bu kadarcık irfan olmadan Cennet'e girmek mümkün değildir.
Kendisini yaratan ve yaşatan Yüce Rabbine imanı olup da hiç itaati olmayan bir insanda O'na karşı hiç değilse biraz mahcubiyet ve hayâ bulunmalıdır.Bu kadarcık hayâ da bir iman alâmetidir ve Hz. Rasûlullah (A.S.) Efendimizin beyanıyla, bunun bile kazancı büyüktür. Efendimiz şöyle buyurmuştur:
“Sizden evvelki ümmetler içinde bir adam vardı. Tevhid hâriç işe yarar hiçbir hayırlı ameli yoktu. Bir gün âilesini toplayıp:
‘Öldüğüm zaman beni yakınız. Kemiklerimi havanda döverek toz ediniz.Sonra rüzgârlı bir günde bu tozun yarısını karaya, yarısını denize atınız (Rabbine itaatı olmayan bu vücûdu ortadan kaybediniz!)' diye vasiyet etti. Adam ölünce vasiyet yerine getirildi. Aziz ve celil olan Allah rüzgâra: ‘Dağıttığın tozları topla' buyurdu. Rüzgâr tozları topladı, Huzur-u İlâhiye getirdi. Hak Teâlâ adama: ‘Neden böyle hareket ettin?' diye sordu. Adam:
‘Senden hayâ ettiğim için yâ Rab, diye cevap verdi. O zaman Allah Teâlâ:
‘Ben de seni mağfiret ettim.' buyurdu.” (Buharî, Müslim)
Fıtratında iyilik ahlâkı bulunan ve dünyada bir çok hayır yapan insanlar, yoktan var edildiklerini düşünüp bir kere olsun Yüce Yaratıcıya kalbini açarak: “Rabbim beni affet!” deselerdi, bu kadar bir şuur bile ahirette kendilerine fayda verecekti. Ancak, kul olduğunu unutan ve Rabbini inkâra kalkan bir insan, dünyada en büyük zulmü işlediği için, burada hayır türünden ne yapsa âhirette faydasını göremeyecektir. Çünkü bir amelin hayır ve sevap olması için ilk şart, vücûdu ve mevcudu yaratan Allah'a imandır.
Hz. Âişe (R.A.) vâlidemiz anlatıyor: “Hz. Peygamber'e (A.S.) câhiliyye devrinde yaşayan ve iyilikleriyle meşhur olan Abdullah b. Cüdân'dan bahsettim. Onun misâfirlerine ikramda bulunduğunu, akrabalarının hukukunu görüp gözettiğini, köle âzat ettiğini, miskinleri doyurduğunu, komşularına iyilikten geri durmadığını zikrettim.Bu yaptıklarının âhirette kendisine bir faydası olup olmadığını sordum, Hz. Peygamber (A.S.): ‘Hayır, bir faydası olma-yacaktır. Çünkü o, bir gün olsun Rabbim beni affet! demedi' buyurdu.” (Müslim)
Rasûlullah (A.S.) Efendimiz buyurmuştur ki: “Allah Teâlâ, kıyâmet günü meleklerine şöyle buyurur: Dünyada bir gün olsun beni zikreden veya (insanların bulunmadığı) bir makamda benden korkan kimseyi ateşten çıkarın.” (Tirmizî)
Bütün mesele âhirette ebedî kurtuluşa vesile olacak bu iman dâiresine girmek ve Allahu Teâlâ'yı tanımanın lezzetini tatmaktır.
Ârifler gerçek tevhidin, ancak sahih bir iman, ilme uygun amel ve kalbin zâtî zikre ulaşmasıyla elde edileceğini belirtmişlerdir.
İmam Rabbâni (K.S.), bu mühim konuya şöyle değinir: “Kalbin Allah'tan gayri her şeyi unutacak derecede zikir içinde kaybolması, ancak Ehl-i Sünnet akidesi üzere hak mezheplerin hükümleriyle amel etmek suretiyle elde edilir. Bu, peşine düşülecek en büyük hedeftir. Cenâb-ı Hakk ile sukûn bulup selîm hale gelen kalb sahipleri, eşyaya nazar ettiklerinde onları değil, yaratanı hatırlarlar ve varlıklar ile perdelenmezler.Ne kadar düşünseler, bizzat eşyaya âit bir vücud ve ünvan akıllarına getiremezler.Her şeyde ilâhî tecellileri müşahede ederler.Buna ‘fenâ-i kalbî' denir.Tasavvufta ilk basamak budur ve diğer velâyet kemâlatları bunun üzerine gelişir.”
Yine İmam Rabbâni (K.S.) demiştir ki: “Kişi sevdiği ile berâberdir hadisi gereğince Allah'ı seven ârifler de hep O'nunla beraberdirler. Onlar, halkın içinde bulunsalar da Hakk'tan kopmazlar. Zâhiren halkın arasındadırlar fakat, bâtın ve kalbleriyle Cenâb-ı Hak ile beraberdirler.Kul ile Rabbi arasında asıl perde, kulun nefsidir.Bu âlem bizzat murad olacak bir şey değildir ki perde olsun. Kul, kendi nefsinin derdine düşerse Rabbinden gafil kalır.Bu durumda kalbe Yüce Zâtın muhabbeti girmez. Cenâb-ı Hakk'ın muhabbeti öyle bir devlettir ki, ancak mutlak ‘fenâ hâli'nin gerçekleşmesinden sonra elde edilir.Buna ulaşmak Zâtî Tecelliye bağlıdır.Bu tecelliye mazhar olan ârif, her işini ihlas üzere sırf Rabinin rızâsı için yapar.Nefsini, cenneti ve cehennemi düşünmez. Bu mertebe, ‘mukarrabûn' ismi verilen zatların mertebesidir.”
Mevlânâ Hâlid Bağdâdî (K.S.) zâti zikrin ne demek olduğunu şöyle belirtmiştir: “Zikir, kalbten başlayarak ruh, sır, hafi, ahfâ ve nefs-i nâtıka ü-zerinde yapılarak bütün vücûdu sardığında ‘zikr-i sultâni' ismini alır. Zikr-i sultâni, zikrin insanın bütün vücûdunu sarması, hatta bütün eşyada hissedilmesidir.”
Üstad Bediüzzaman (K.S)'de tevhide giden yolu şöyle özetlemiştir:
“Madem dünya hayatı, cismâni yaşayış ve hayvânî hayat yıldırım gibi geçer ve bir çay gibi akıp gider; öyleyse sen hayvâniyetten çık, cismâniyeti bırak, kalb ve ruhun derece-i hayatına gir. Göreceksin ki orada şimdiye kadar geniş zannettiğin dünyadan daha geniş bir daire-i hayat ve âlem-i nûr mevcuttur. İşte o âlemin anahtarı, Mârifetullah ve Vahdaniyet sırlarını ifade eden ‘Lâ ilâhe illallah' kudsî kelimesiyle kalbi söylettirmek ve rûhu işlettirmektir.”
Demek ki, bütün amellerin esası olan “ihlas” ve hepsinin hedefi olan “tevhid”, kalbin bu derece ilâhî muhabbet ve zikir ile dolmasından sonra hâsıl olmaktadır.Bu muhabbetin meyvesi güzel kulluktur ve sonucu da edebtir.Edebi olmayan bir kimsenin dini sağlam olmadığı gibi, tevhid anlayışı da sahih değildir.
[/color][/b]
[url]www.semerkanddergisi.com[/url]
Konular
- Yaptıklarımızın Hesabını Vermeye Hazırlıklı Mısınız.
- Kur'an Nasıl Bir Devlet Yönetimini Öneriyor.
- Kendimize Rab lar Edindiğimizin Farkında Bile Değiliz.
- Sesli düşler
- Ömürden Kaybolan Bir Senemiz
- Yardıma ihtiyacım var
- Hakan Kenan Hoca
- Türkiye'nin Gururu Lingerium
- Zorunlu Trafik Sigortası
- Kur'an ın Bizlere İndirilme Amacını Doğru Anlamalıyız.
- Rivayetleri Aklamak Adına, Kur'an a Saygısızlık Yapmayalım.
- Allah ın Affetmesi, Şefaati Konusunu Nasıl Anlamalıyız.
- Hac Suresi 47, Zümer Suresi 42. Ayetlerin. Ölüm Ve Rüya İlişkisi.
- Allah ın Sınırlarını Aşarak, Kafirlerden Olmak İstemiyorsak.
- Kur'an neden arapça indirilmiştir. Zuhruf 2-3. Fussilet 44. Ayet.
- Elbette tek vatan bö-lü-ne-me----yiz
- Bizleri dinden saptıran en büyük yanlışımız.
- Çalışanlarınızın network trafiğini DeskGate ile inceleyin
- DeskGate en iyi sirket guvenlik programi
- Pekala ölmüyormuyuz
- Siber saldırı ve afetlere karşı veri yedekleme yazılımı DeskGate
- Işsizlik sel gibi
- Ad adres telefon
- Nuhilik (noahidizm)
- Isa beklenen yahudi mesih midir?
- Cümle kapısı..
- Karagöz İle Hacivat Konuşmaları 3
- Nasreddin Hoca Fıkraları
- Allah ın resulünün bizlere örnek oluşunu, hangi kaynaktan öğrenmeliyiz?
- Ayşecik İle Yasemin Sultan