DİN ADINA KONUŞMAK

[color=blue]DİN ADINA KONUŞMAK
KEMAL YILDIZ

Tıp, uzmanından dinleniyor. İnşaat, mühendisinden veya mimarından. Ekonomiyi anlatan, bir ekonomist değilse eğer, yadırganıyor. Ya din?...

İlahi buyrukların muhatabı herkes olduğu için, dinî konular hepimizi ilgilendiriyor şüphesiz. Ama, dinin temsili sözkonusu olduğunda, herkesin kendi düşüncesini “dinî gerçekler” veya “dinin gerçeği” olarak anlatması ne kadar doğru olabilir? Konuşmacılar ve yazarlar nasıl bir yeterliliğe sahip olmalıdır? Ve bu yeterliliğin ölçüsü nedir?

Dinin sahibi Allah, kapsadığı alan ise dünya ve ahirettir. Allah, sahibi olduğu dini insanlara ulaştırmak için yarattıkları içerisinde en çok sevdiği ve seçtiği peygamberlerini aracı kılmıştır. Bütün peygamberler bu uğurda her şeylerini, hatta canlarını feda etmişler, Allah'ın muradını insanlara ulaştırmayı hayatlarının tek gayesi kılmışlardır. Buna rağmen peygamberlerin vazifesi, yalnızca Allah'ın buyruklarını tebliğ etmek olmuş, tebliğcisi oldukları din adına kendiliklerinden, kendi heva ve heveslerinden hiç bir şey söylememişlerdir. Bu tebliği sadece bilgi aktarımı olarak değil, Allah'ın vahyettiklerini bizzat yaşayarak insanlara ulaştırmışlardır.

Peygamberlerin yolunda giden ve hem zahiri hem manevi yönleriyle onların varisi olan gerçek alimler de tebliğ vazifesini yerine getirmenin gayreti içinde olmuşlardır. Yalnızca Kur'an ve Sünneti seslendirmişler, bu iki kaynakta açıkça bulamadıkları bazı detay konuları ise büyük bir hassasiyet ve titizlik içinde yine Kur'an ve Sünnetin genel anlayışına uygun olarak çözümleyerek insanlara sunmuşlardır.

Peygamberler ve onların varisi gerçek alimlerin tavrından çıkan sonuç şudur: İlahî buyruklar bütünü olan dini, herhangi bir ideoloji gibi genel kültürle yorumlamak tarifi imkansız büyüklükte bir hatadır. Hele dini, bir başka söylemin önüne vitrin malzemesi olarak koymanın ne büyük bir vebal olduğu da açık. Zerre kadar imanî hassasiyeti bulunan bir kişinin şu ayetle irkilmemesi mümkün değil: “Eğer bu Kur'anı bir dağa indirmiş olsaydık, elbet onu Allah kor- kusundan baş eğmiş bir halde (ezilip bükülerek), paramparça olduğunu görürdün.” (Haşr/21)

Ne yazık ki günümüzde din adına konuşan ve yazan pek çok kişi, bir hobiden ya da herhangi bir sosyal vakıadan söz eder gibi rahat davranabiliyor. Kaldı ki, bu konularda bile herhangi bir yanlış anlatım, konu uzmanlarının itiraz duvarına çarpıyor.

Din adına konuşmanın da başından itibaren bir ölçüsü var. Bu ölçü, bir şekilde İslâm'ı dile getiren herkesin mutlaka uyması gereken bir ölçü. Dini anlatanı da, onu dinleyeni de kurtuluşa erdirecek ölçü...

Din adına kimler konuşabilir?

* Birinci derecede, Allah'ın görevlendirdiği peygamberler din adına konuşmaya yetkili olmuşlardır. Yukarıda kısaca değinildiği gibi Onlar, kendilerine vahyedileni tebliğ etmekle görevli Allah memurlarıdır. Allah'ın dinine kendiliklerinden hiçbir şey eklememiş ve çıkarmamışlardır.

* İkinci olarak peygamber varisi âlimler, peygamberlerden sonra din adına konuşmaya ehliyetlidirler. Buradaki âlimlerden maksat, bilgi sahibi olan herkes değildir. Efendimizin (A.S.) varisi olmaya lâyık olan ilim ve amel sahipleri kastedilmiştir. İyi bir tohumun çıplak bir taş üzerinde yeşerip büyümesi mümkün olmadığı gibi, kuru bilginin kalbinde sağlam bir imanı ve takvası, üzerinde de Sünnet'e uygun bir ameli bulunmayan kimsede faydalı olamayacağı aşikârdır.

* Üçüncü olarak, seviyesini bilen ve yetkili ağızlardan veya eserlerden eksiksiz öğrendiğini olduğu gibi aktaran müslümanlar. Tabii ki bu müslümanlar, din adına konuşmanın önemini ve sorumluluğunu idrak etmiş, kalplerinde takvâ hassasiyetini kazanmış olan müslümanlardır.

Din adına konuşmaya yetkili olan Peygamber (A.S.) Efendimizin, O'nun varisi olan alimlerin ve diğer salih müminlerin bu konudaki genel tutumlarını inceleyip, din adına konuşma hususunda dikkat edilmesi gereken ölçüler ana konumuzdur. Fakat asıl konuya girmeden önce bir hususa dikkat çekmek istiyoruz:

Din adına konuşmanın temelini tebliğ oluşturur. Tebliğ ise Allah'ın bildirdiklerini inanarak ve yaşayarak insanlara ulaştırmaktır. Allah'ın bildirdiklerinden maksat, Kur'an ve Sünnettir. Hz. Peygamber (A.S.) Efendimizin vazifesi de bu idi. O'nun varisi olan alimlerin vazifesi de budur. Tam burada şöyle bir soru akla gelebilir: “Kur'an ve Sünnet'te hükmü bulunamayan konular ortaya çıkmakta ve bunlara da cevap verilmesi istenmektedir. Bu tür konulara cevap verildiğinde Kur'an ve Sünnet'te olmayan bir şeyler söylenmiş olmuyor mu? Dolayısıyla ‘Allah'ın bildirdiklerini inanarak ve yaşayarak ümmete ulaştırmak' anlamında olan tebliğ vazifesi bir yönüyle aşılmıyor mu?”

Hükmü, Kur'an ve Sünnet'te açık bir şekilde bulunamayan konular olabilecektir. Bu konuların hükmünü Kur'an ve Sünnet'in genel anlayışına uygun olarak ortaya çıkartabilmek için yetkili olanların çalışma yapma sorumlulukları vardır. Bu çalışmalara ictihad denir. Din adına sorulan sorulara veya ortaya çıkmış olan meselelere cevap vermeye de fetvâ ismi verilir.

İctihad ve fetvâ Kur'ân ve Sünnet dışı şeyler değildir. Aksine Kur'ân ve Sünnet'te hükmü açıkça bulunamayan bir meselenin hükmünü, bu kaynakları çok iyi bilen kimselerin yine Kur'ân ve Sünnet'e göre ortaya çıkarmaları demektir. Bu tür olayların Kur'ân ve Sünnet atmosferinde nasıl bir hükme bağlanabileceğinin gayreti ve faaliyetidir. Yoksa bir kimsenin kendiliğinden hükümler koyması demek değildir.

Durum böyle olunca ictihâd ve fetvâ sonucu verilen hükümler, Kur'ân ve Sünnet dairesinde kabul edilir. Dolayısıyla ictihad yapan ve fetvâ veren alimler de -ehil oldukları takdirde- tebliğ vazifesini yerine getirmiş olurlar.

Yetkisi Olmadan Konuşanlar

‘Dinimizde şu iş caizdir.', ‘Sen o işi yap, vebali benim üzerime olsun' gibi sözlerle bir çok insan, din adına konuşmakta veya Allah adına hüküm vermektedir. “Allah adına” diyoruz; çünkü din Allah'ındır ve hüküm koyan Allah'tır. Peygamberler bile Allah'ın koyduğu hükümleri insanlara bildiren, tebliğ eden elçilerdir. Din adına konuşmak veya din adına hüküm vermek, o konu ile ilgili Allah'ın hükmünü bildirmek demektir. Bu sebeple din adına hüküm vermek, çok hassas ve önemli bir konu olması yanında ağır bir sorumluluğu gerektirir. Bu konu kaynak eserlerimizde genellikle ictihat ve fetvâ başlıkları altında incelenir.

Ancak yetkili olanların söz hakkının bulunduğu bu konuda gün geçtikçe yetkisizlerin ve câhillerin konuşmaları çoğalmakta, hatta yetkili olan kıymetli alimlerin açıklamalarına bakılmamaktadır.

Yetkileri olmadığı halde Allah adına hüküm veren insanlar, genellikle dört farklı anlayışı temsil ederler.

Birinci grup, dinini yaşamak isteyen samimi müslümanlar arasından çıkar. Bu insanlar, dinin emir ve yasaklarına uyma gayreti içindedirler. Samimi olmalarına rağmen aşırıya kaçarlar. Bilgisizlik, ölçüsüz muhabbet, yanlış bilgilendirilmek, kendini tatmin etmek ve ehil olmayan kimselere uymak gibi sebeplerle ölçüyü aşarlar. Mesela “mekruh” olan bir şey için “haram” hükmünü, “sünnet” olan bir amel için “farz” hükmünü verebilirler. Bazen de iyi bilmedikleri halde âyet ile hadisi biribirine karıştırır, onlara yanlış anlamlar verirler. Güzel bir sözün “ayet” veya “hadis” olduğunu söyledikleri bile olur.

İkinci grup, dini yaşama gayreti olmayan kimseler arasından çıkar. Bunlar gaflet ve gevşekliklerinden veya gevşekliklerine mazeret bulma gayretinden, yahut da inanan insanlar üzerinde hakimiyet kurmak gibi art niyetlerinden dolayı din adına konuşur ve hükümler verirler.

Üçüncü grup, münafık ve kâfirlerin arasından çıkar. İnananları biribirine düşürmek ve dini bozmak gibi art niyetlerle dinî ilimler sahasında araştırmalar yaparlar. Yapmış oldukları bu araştırmalar sonucunda -inanmadıkları din hakkında- ilk bakışta akla uygun gelebilecek fakat hakikatte yanlış olan bazı hükümler verirler. Vermiş oldukları bu yanlış hükümleri de imkanları yettiğince bütün vasıtaları kullanarak her tarafa yaymaya çalışırlar.

Dördüncü grup, dinî ilimler sahasında bir miktar öğrenim görmüş kimseler arasından çıkar. İyi bilmedikleri halde bildiklerini sanırlar, bildikleri konularda da, bilmedikleri konularda da hüküm verirler. Allah adına hüküm vermenin ne denli ağır ve sorumluluk gerektiren bir iş olduğunu düşünmezler. Dinin vahiy kaynaklı olduğunu bildikleri halde akıllarını ve anlayışlarını vahyin yerine koyarlar. Sınırlı ve gerçekten yetersiz olan bilgilerine ve akıllarına çok güvenirler. Genellikle gururlu ve kibirlidirler. Alçak gönüllü değildirler ve ibadet yapma gayretinden uzaktırlar. Gönül yönünden çok zayıftırlar.

Müslüman olmayan bazı araştırmacıların, din adına konuşma hususunda gerekli hassasiyeti göstermemelerinin belki bir izahı yapılabilir. Fakat ‘inanıyorum' diyen, ‘müslümanım' diyen insanların bu hassasiyeti göstermemesinin acaba ne gibi sebepleri olabilir?

Niçin konuşurlar?

* İnandığı halde imanın hakikatini anlamamak. Başka bir ifadeyle yüzeysel bir şekilde inanırlar. Her insan inanmaya ve dine hava-su kadar ihtiyaç duyar. Evet, her insan doğru-yanlış, tam-eksik mutlaka birşeylere inanır. Müslüman olan bir kimse de Allah'a, peygamberlerine, meleklerine, kitaplarına, kaza ve kadere, âhirete iman eder. Çevresinde bu imanıyla tanınır. Eğer bu insan, inandığı şeyler hakkında Allah'ın ve peygamberinin öğretmiş olduklarını bilmiyorsa, bir de bilmediklerini ehil kimselerden öğrenme yoluna gitmiyorsa imanında yanlışa düşer. Bu yanlış, içinde yer eder ve sorulduğunda o yanlış anlayış ile cevap verir. Bunun bir ileri merhalesinde yanlışına deliller bulmaya çalışır. Böylece din adına konuşur ve din adına büyük bir cinayet işlemiş olur.

* Aklı, dinin kaynağı kabul etmek. Bu durum toplumumuzda neredeyse genel bir anlayış haline getirilmeye çalışılan bir hastalıktır. Akla, taşıyamayacağı bir yük vurulmaktadır. Asli vazifesi bir tarafa bırakılmaktadır. “İslâm dini, akıl dinidir.” şeklinde bir ifade kullanılıyor ve bu ifadeden “dinin kaynağı, akıldır” gibi çok yanlış bir sonuç çıkartılıyor. Halbuki dinin kaynağı akıl değil, Allah'ın vahyidir.

İnsanın sorumlu tutulması için akıllı olması şart koşulmuştur. Bu şartı da aklı veren Allah koymuştur. Akıllı olmayan kimse sorumlu tutulmamıştır. Akıl sahibi olan kimselerin sorumlu tutulduğu dinin kaynağı ise vahiydir. Dolayısıyla vahyi anlamada, akıl hizmetkâr kılınmıştır.

Aklı dinin kaynağı olarak görenler, kendilerinde de akıl olduğu için vahyin getirdiklerine bakmadan akıllarına geleni din diye ortaya koymaktadırlar. Herkesin aklî seviyesi de farklı olduğundan, akıllarının farklılığı kadar farklı dinî anlayışlar ortaya çıkmaktadır.

Aklı görevinde, yani vahyin hizmetkârlığında kullanmak gerekir. Bir de bu kullanımda Efendimizin (A.S.) Sahabe-i Kirâm'ın ve onların yolunu izleyenlerin usül ve üsluplarını meleke haline getirmek icab eder.

* Dinin teorik kısmını meslek edinip, fiilî ve kalbî yönüne önem vermemek. Bilgi, kullanılmadığı takdirde beyinde bir yüktür. Faydalı olması gerekirken, zararlı hale gelebilir. Bunun için Efendimiz (A.S.) “Allahım! Faydasız ilimden sana sığınırım...” buyurmuştur. Din ile ilgili bilgiyi kullanmak demek, onu yaşamak ve hayatımıza tatbik etmek demektir. Ve bu yaşayış, kalbte hissedilen ve manevî lezzeti alına-bilen bir yaşayış olmalıdır. Çünkü Efendimiz (A.S.) yukarıdaki duasını “Ürpermeyen kalpten de sana sığınırım...” diye sürdürmüştür.

Dinî ilimlerden bir kısmını, kuru bilgi olarak kafasında toplayıp, yaşantısında ondan istifade edemeyen, istifade edemediği için kalbi ürpermeyen insan, her zaman hatalı ve yanlış şeyler söylemeye müsaittir. Hele hele bu tür sözleri söylediğinde prim yapacaksa, birilerinin gündemine girecekse, ilgi odağı haline gelecekse, bu durum yüzde yüze yakın ve daha tehlikeli bir şekilde gerçekleşir.

Bir insan düşününüz ki, mesleği ve uğraşısı dinî ilimlerdir. Onları öğrenmekte veya öğretmektedir. Bu yüzden maaş almakta, bu yüzden merhaba edilmekte ve çevresinde kabul görmektedir. Bu yüzden akademik ünvanlara sahip olmakta, konferanslara, panellere katılmakta ve yazılar yazmaktadır. Hasılı dinî ilimler bir nevi onun hayatı olmuştur. Bu ne güzel bir meşguliyettir.

Böyle bir insana ne büyük bir nimet ikram edilmiştir; eğer bilgisinin gerektirdiği şekilde yaşıyorsa, eğer her şeyiyle borçlu olduğu o mahzun, gözü yaşlı, günlerini af dileyerek, gecelerini secdelere kapanarak geçirmiş olan peygamberine ittiba ediyorsa...

Fakat bu insan için ne büyük bir musibettir; eğer ilminin gereği gibi yaşamıyor ve yaşantısını o Resûl'e (A.S.) ittiba etmeksizin geçiriyorsa... Dini, biliyorum diyerek hafife alıyorsa, hadisi biliyorum diyerek Efendimizin (A.S.) hassasiyetinden hissedar olamı -yorsa... Kur'ân ve Sünnet ilimleriyle meşgul olurken, -devamlı ölüme yaklaştığı halde- yaşantısında Kur'ân ve Sünnet bulunmuyorsa, yahut en azından bulunmamasının derdiyle yanıp haddini bilenlerden olamıyorsa...

* Doğruları öğrenebileceği, terbiyesinden istifade edebileceği kendi üzerinde bir merci kabul etmemek. Yetkisiz olduğu halde din adına konuşan kimseleri çok iddialı görürsünüz. Çünkü o konuda kendisini hakim konumunda görür, kendisinin üstünde bu konunun danışılabileceği bir mercinin olabileceğini düşünmez. Halbuki sahip olduğu bilgileri eserlerinden öğrendiği alimlerin, görüşlerini ifade ettikten sonra “biz doğruyu bulmaya çalıştık; doğrusunu Allah bilir” dediklerini ve göstermiş oldukları hassasiyeti dikkate almaz. Allah-u Teâlâ'nın “Biz dilediğimiz kimseyi derecelerle yükseltiriz ve (fakat) her bilgi sahibinin üstünde daha iyi bilen vardır.” (Yusuf/76) âyetine kulak vermez.

İslâm itaat dinidir: Allah'a itaat, Resûlüne itaat ve ul'l-emre itaat. (Nisâ/59) Ul'l-emr geniş bir kavramdır. Emir sahipleri, genellikle sözkonusu işin yetkilileri anlamındadır. Her müslüman itaat ahlâkı üzere olmakla mükelleftir. Bilgi sahibi olmak, yetki sahibi olmak, itaat ahlâkına aykırı davranma hakkını vermez. Bu itibarla bir müslüman ne kadar bilgi sahibi olursa olsun, her zaman kendi üzerinde daha iyi bir bilenin var olduğunu kabul edecek ve kendisini son merci görmeyecektir. Hakikate ulaşabilmek için gayret sarfettiğini düşünecek, en doğrusunu Allah'ın bildiğini, kendi yaptığının ise o bilgiye ulaşma gayreti olduğunu itiraf edecektir. Takvâ hassasiyeti içerisinde her türlü ikaza açık olacaktır.

İşte genel olarak bu dört sebepten dolayı yukarıda saydığımız dört grubun içine giren bir çok yetkisiz insan, son yıllarda basın-yayın araçlarını da kullanarak din adına konuşuyorlar. Allah adına hükümler veriyor, ölçülü davranmak isteyen samimi insanların kafalarını karıştırıyorlar. Üzerlerinde bulunan ölçüsüzlüğü ve gevşekliği kendilerini iyi niyetle dinleyen fakat yeterince araştıramayan kimselere bulaştırıyorlar. İçinde bulunduğumuz dini anlama ve yaşamayla ilgili kargaşanın önemli sebeplerinden biri de bu olsa gerektir.

Doğru Tavır

Hz. Peygamber a.s.: Hz. Muhammed Mustafa (A.S.), Allah'ın insanlığa gönderdiği son peygamberdir. Bütün halleriyle Allah'ın kontrolünde ve korumasındadır. Allah-u Teâlâ , O'na hiçbir günah işletmemiştir. O'na vahiy göndermiş ve O'nu huzuruna çıkarmıştır. “O (Peygamber) kendi arzu ve hevesinden konuşmaz. O'nun konuştuğu, ancak kandisine vahyedilendir .” (Necm/3-4) ayeti ile Efendimizin (A.S.) vahiy irtibatını ortaya koymuştur.

Sayılamayacak kadar üstün ikrâm ve ayrıcalıklarına rağmen Peygamber (A.S.) Efendimizin hayatına mahviyet, gözyaşı, ibadet, zikir, tevbe gibi yüce vasıflar hakimdir. O'nun hayatını inceleyen yüzlerce âlim, kaleme almış oldukları eserlerinde bu hakikati geniş geniş işlemişlerdir. Hadis külliyatı, siyer kitapları bu hakikatin sözcüsüdür.

Allah-u Teâlâ'nın terbiye ettiği Hz. Peygamber (A.S.), her hususta olduğu gibi din adına - Allah adına hüküm verme konusunda da en güzel örnektir. Efendimiz (A.S.)' ın Allah-u Teâlâ'nın görevlisi ol- duğunu göz önünde bulundurarak, bu konudaki tutumunu iki açıdan ele almak gerekir:

Birincisi, Hz. Peygamber'in (A.S.) görevi, tebliğdir ( Mâide /92, 99; Ra'd /40; Nahl /36, 82). Allah-u Teâlâ'nın vahyettiğini, olduğu gibi insanlara tebliğ etmek... Tebliğ derken sadece sözle ulaştırmak değil, vahyedilenleri en güzel şekilde yaşayarak insanlara ulaştırmak.

Peygamber (A.S.) Efendimizin görevi vahyedileni tebliğ olduğu için olaylar karşısındaki genel tutumu, Allah'tan gelecek olan vahyi beklemek şeklindeydi. Vahiy gelir ve ona göre hareket ederlerdi.

İkincisi, Hz. Peygamber (A.S.)'ın, peygamberlikle birlikte aynı zamanda devlet başkanlığı, hâkimlik, ordu komutanlığı gibi sosyal görevleri de vardı. Bütün bu görevlerini yaparken sayısız olaylarla karşılaşıyordu. Hemen hemen bütün olayların hükmünü, vahyin ışığında çözüme kavuşturuyordu. Yani Allah'ın vahyettiği hükmü tebliğ ediyordu.

Genel hâl böyle olmakla birlikte bazen hemen hüküm verilmesi gereken konular da ortaya çıkabiliyordu. Böyle durumlarda Peygamber (A.S.) Efendimizin genellikle takip ettiği usül şöyle olmuştur:

İlk olarak, “Onlarla istişare yap!” (Âl-i İmran /159) ayetinin emrine uygun olarak ashabının görüşlerine müracaat ederek onlarla istişare yapmak.

İkinci aşama olarak, istişarede ortaya çıkan görüşleri gözden geçirip düşünmek.

Üçüncü aşama, haşyet (yani verilecek kararın Allah'ın muradına uygun olup olmamasından dolayı derin bir titizlik) içerisinde kararı açıklamak.

Bu kararın verilmesinden sonra, onu değiştirecek mahiyette bir vahiy gelmediği takdirde, o kararın Allah'ın muradı olduğu anlaşılır ve ümmet için uyulması gereken bir delil olurdu. Eğer o kararı değiştiren bir vahiy gelirse, Efendimiz (A.S) derhal ona uyar ve mahviyyet içerisinde Allah'a yönelirdi.

Sahabe-i Kiram: Allah-u Teâlâ'nın “De ki: Allah'ı seviyorsanız bana ittiba ediniz ki Allah'da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.” (Âl-i İmran/31) emrini en güzel şekilde yerine getirmiş olan Sahabe-i Kirâm, din adına konuşma-Allah adına hüküm verme konusunda da takip etmeleri gereken yolu Resûlullah (A.S.) Efendimizden öğrenmişlerdir. Onlar, Resûlullah (A.S.) Efendimizden gördüklerini ve duyduklarını aynen yerine getiren ittiba ehli insanlardı.

Sahabe-i Kirâm, fetva ve hüküm vermekten son derece kaçınırlardı. Bir konuda tereddüt ettiklerinde, o konu hakkında Kur'an'dan veya Resulullah (A.S.) dan bir açıklamanın bulunup bulunmadığını araştırırlardı. Buldukları takdirde hemen ona uyarlar, bulamadıklarında ise Resulullah (A.S.) Efendimize sorarlar ve aldıkları cevap neyi gerektiriyorsa onu yaparlardı.

Sahabe-i Kirâm, Resûlullah (A.S.) Efendimiz'in sohbetinde bulunmuş, O'nunla birlikte bir çok savaşlara katılmış, canlarını O'nun yoluna kurban etmiş, âyetler geldiği esnada Efendimiz ile aynı havayı teneffüs etmiş, ayrıca âyet ve hadislerin hepsi çok iyi bildikleri kendi ana dillerinde gelmiş olduğu halde hüküm vermeye cesaret edemiyorlar, onun sorumluluğu karşısında tir tir titriyorlardı. Çünkü Bedir Gününde esirlerle ilgili vermiş olduğu karardan sonra inen ayetler karşısında, Resûlullah (A.S.) ın nasıl hıçkıra hıçkıra ağladığını gözleriyle görmüşlerdi. Onlar Resûl'ün çıraklarıydı, O'nun terbiyesini almışlardı.

Sahabe-i Kirâm'ın genel tutumu yukarıda ifade ettiğimiz şekilde olmakla birlikte, bazen hüküm vermek zorunluluğu ile karşı karşıya kalabiliyorlardı. Bu durum, Resûlullah (A.S.) ın hayatta bulunduğu dönemde bazı hallerde meydana geldiği gibi, irtihalinden sonra da meydana gelmiştir. Böyle bir durumda dahi onlar, Kitab ve Sünnet'ten yeterince bilgisi bulunan ve aynı zamanda bu bilgisini hadiselere uygulayabilecek kabiliyete sahip olan sahabilere müracaat ediyorlardı. Bunların da sayısı pek fazla değildi.

Resûlullah (A.S.) ın hayatta bulunduğu dönemde, savaş meydanında veya seferde bulunmak gibi çeşitli sebeplerden dolayı O'na başvurulamayan ve hemen hüküm verilmesi gereken konularda Sahabe-i Kirâm ictihat etmiş ve hüküm vermişlerdir. Daha sonra Resûlullah (A.S.) ın yanına döndüklerinde olayı anlatmışlar, Efendimiz de onların vermiş oldukları hükümlerin doğru olup olmadığını bildirmiştir. Onlar da Efendimiz'in dediğine hemen uymuşlardır. Resûlullah (A.S.) ın tasvibine mazhar olan bu tür Sahabe ictihatları sünnet olarak kabul edilmiştir.

Resûlullah (A.S.) ın irtihalinden sonra Sahabe-i Kirâm, hükmünü vermek zorunda kaldıkları olaylarla karşılaştıklarında da aynı hassasiyeti göstermişlerdir. Abdurrahman b. Ebi Leylâ'nın anlattıkları, onların hassasiyetini ortaya koymaktadır. O diyor ki: “Bu mescitte (Medine mescidinde) Resul-i Ekrem'in ashabından 120 tanesine yetiştim. Hepsi de kendilerine bir mesele sorulduğunda veya bir fetvâ istendiğinde bunu başkalarına havale eder, cevap vermek istemezlerdi. Hatta birine bir şey sorulduğunda, onu diğerine havale ede ede tekrar kendine gelirdi, kimse cevap vermek istemezdi.” (Gazali, İhyâ)

Sahabe-i Kirâm, Tabiîn ve onları takip eden dönemde fetvâ vermiş olan zâtların isimlerini bir eserde toplayan İbn-i Hazm, yüzbinin üzerinde olduğu ifade edilen Sahabe-i Kirâm içerisinde fetva verenlerin (ictihat edenlerin) sayısını 146 olarak tesbit etmiştir. Bu Sahabelerin 120 tanesinden -kiminden bir, kiminden üç, kimisinden beş tane olacak şekilde- çok az fetvâ (ictihat) rivayet edilmiştir. Raşid Halifeler, Hz. Aişe gibi Efendimizin bazı hanımları ve Sahabe-i Kirâm'dan kadîlik ve yöneticilik yapmış olanlar da bu 146 rakamına dahildir.

Bütün bunların yanında, hakkında âyet ve Sünnet'ten delil bulunmayan bir konu hakkında hüküm verirken Râşid Halifelerin takip ettiği usül, onların hassasiyetini belgeleyen başka bir delildir. Hemen Sahabe-i Kirâm'ı biraraya toplayıp, onlarla istişare ederek hüküm verirlerdi.

İşte Allah adına hüküm vermede Sahabe-i Kirâm'ın hassasiyeti...

Sahabe-i Kiram'dan sonraki kuşaklar

Sahabe-i Kirâm'ın hassasiyetini görerek yetişen müslümanlar yani Tabiîn, hayatın her sahasında olduğu gibi, din adına konuşma-Allah adına hüküm verme konusunda da onların edeblerini muhafaza etmişlerdir. Nasıl ki Sahabe-i Kirâm, önlerine hüküm vermeleri gereken bir husus geldiğinde onu yetkili olan ilim sahiplerine havale etmişlerse, tabiîn dönemi müslümanları da aynı yolu takip etmişlerdir. Günümüze kadar onların yoluna tabi olanlar da aynı tutumu sergilemişlerdir.

Tabiîn dönemi ve takip eden dönemlerde, bütün varlıklarını ilme ve onunla amel etmeye adayan Peygamber varisi âlimler yetişmiştir. Hem ilim yönünden hem de amel ve takvâ yönünden ictihada ehliyet kazanmışlardır. Kendilerine arz edilen meseleleri, Allah'ın rızasına uygun bir şekilde cevaplandırmaya gayret göstermişlerdir. İbn-i Hazm “Ashâbu'l-Futyâ” isimli eserinde, tabiîn döneminden üçüncü asrın sonlarına kadar bütün İslâm aleminde yetişmiş olan müstakil müctehitlerin sayısını 304 olarak tesbit etmiştir. Bu âlimlerin etrafında binlerce ilim talebesi yetişmiş ve çeşitli bölgelere yayılmışlardır. İctihat edebilecek seviyeye ulaşamamış âlimler, müctehitlerin vermiş oldukları hükümleri insanlara aktarmışlardır. Bu âlimlerin hayatlarına bakıldığında, ilim tahsili için bütün imkânlarını seferber ettikleri, bütün olumsuz şartlara rağmen geri adım atmadıkları, ilmi dünya için değil Allah için yaptıkları ve bütün çalışmalarında Allah ile irtibatlarını her şeyin üstünde tuttukları görülür. Gönül dünyalarını ibadet, zikir, tevbe, tevekkül, sabır ve gözyaşı ile besledikleri her hallerinden anlaşılır.

Bütün İslâm âlimleri, din adına konuşmanın - Allah adına hüküm vermenin çok büyük bir sorumluluğu gerektirdiğinde ittifak etmişlerdir. Müslümanların bu konuda çok dikkatli olmaları imanlarının icabıdır. Hükmünü kesin olarak bilmedikleri meseleleri de yetkili olan alimlerine sormalıdırlar.

İslam âlimleri, dini ilimlerdeki tahsil seviyelerine göre müslümanları çeşitli derecelendirmelere tabi tutmuşlardır. Onların yapmış olduğu taksimlerden de faydalanarak, dinî ilimlerdeki tahsil seviyelerine göre müslümanları iki büyük başlık altında toplayabiliriz. Birincisi, avam veya ümmî ismi verilen, dini ilimlerde yeterli tahsili bulunmayan müslümanlar; ikincisi de yeterli tahsili bulunan müslümanlar. Her iki grup, kendi arasında da derecelere ayrılır.

Müctehid âlimler

Hayatını ilme ve amele adamış kıymetli müctehid âlimlerimizin değerini ancak gerçek ilim sahipleri ile dininde hassasiyeti yüksek müminler takdir edebilir. Bu gün onların miraslarına dayanarak doktora yapanların, makaleler yazanların ve konuşup maişet temin edenlerin, o miras sahiplerinin biraz da edep ve tevazuundan istifade etmeleri gerekmiyor mu?

Din adına konuşma yetkisine sahip olan âlimlerin zirvesinde müctehidler bulunur. Bir ilim adamının müctehid olabilmesi için bazı şartları taşıması gerekir. İmam Gazalî (Rh.A.) müctehitte bulunması gereken şartların iki olduğunu belirtmiştir. Birincisi ilim, ikincisi de dinin istediği şekilde adaletli ve dindâr olmaktır. İkinci şart, müctehidin verdiği hükmün, müslümanlar tarafından kabul edilmesinin şartıdır. (Gazalî, el-Mustasfâ) İctihat yapabilecek seviyede bütün ilimleri bilen bir ilim adamı dindar değilse, yapmış olduğu ictihat müslümanlar tarafından kabul edilmez. Çünkü Allah-u Teâlâ , hidâyet yolunda olan (Yâsin/21) ve bütün varlığıyla Allah'a yönelenlere (inâbe edenlere) uyulmasını (Lokman/15), heveslerinin peşinde mağlup olmuş ve kalbi Allah'ın zikrinden gafil kalmış kimselere itaat edilmemesini ( Kehf /28) emretmiştir.

Müctehitte aranan diğer şart ise ilimdir. İslâm âlimleri, bir âlimin ictihat yapabilmesi için aşağıdaki ilimleri iyi bir şekilde tahsil etmesi gerektiği hususunda aynı kanaate sahiptirler:

Kur'an-ı Kerîm'i bilmek. Bir müctehidin Kur'ân ayetlerinin hepsini genel olarak, ahkâm ayetlerini ise en ince ayrıntılarına kadar bilmesi şarttır. Ayetlerin nâsihini-mensuhunu, nüzûl sebeplerini, lugat ve ıstılah manâlarını, hass, âmm, mücmel, müfesser gibi lâfızları tanıma yollarını bilmesi gerekir.

Sünneti bilmek. Müctehid, hadislerin sahih olanıyla zayıf olanını birbirinden ayırt edebilecek bilgiye sahip olmalıdır. Bunun yanında râvîlerin durumlarını, senet yönünden rivâyet derecesini bilmelidir. Hadislerin vürûd sebeplerini, aralarında nâsih-mensuh ilişkisini, tercih sebeplerini bilmelidir.

Arapça'yı bilmek. Sarf, nahiv, belâgât, me'anî, beyân gibi ilgili ilim dallarıyla birlikte bilmek.

İcmâ'nın meydana geldiği konuları bilmek.

Kıyas'ı bilmek. İctihadın temeli kıyas olduğu için müctehidin kıyasın rükünlerini, şartlarını, hükümlerini en ince teferruatına kadar bilmesi şarttır.

Fıkıh Usûlünü bilmek.

Fıkıh'ın furuunu bilmek.

Kısaca, bir müctehitte bulunması gereken şartlar bunlar. Burada şunu önemle belirtmek zorundayız ki, yukarıdaki şartları haiz müctehitleri yetiştirme gayreti içerisinde bulunmak, bütün ümmetin boynunun borcudur. Dini yetkisiz, adalet vasıflarından uzak, laubali ve dinin ruhunu hissedemeyen bilgiçlerin ve malumat-furûşların elinden kurtarmak ümmetin üzerindeki en büyük vazifedir.

Müctehid olmayan âlimler

Usülcüler, müctehid olmayan âlimleri ilmî seviyelerine göre derecelendirmişlerdir. Kısaca bu derecelere giren âlimlerin bazı özellikleri şöyle özetlenebilir:

Müctehid olmayan alimler, ilmî seviyelerine göre mukallid, temyîz, tercih ve tahrîc ashabı şeklinde dört kademede değerlendirilmişlerdir.

Yalnız bir mezhebe ait hüküm, mesele ve rivayetlerin büyük bir kısmını ezberlemiş, bunları eserlerine almış olan âlimlere “mukallid” ismi verilmiştir.

Farklı görüşler arasında kuvvetli olan ile zayıf olanı biribirinden ayırabilecek seviyede bir ilme sahip olan âlimlere “temyiz ashabı” denilmiştir.

Mukallid ve temyîz ashabının bir üst derecesinde bulunan, farklı görüşler arasında tercihte bulunabilecek güçte olan âlimler “tercih ashabı”dır.

İctihad derecesinin bir alt derecesinde bulunan âlimler ise “tahric ashabı”dır. Onlar, hükmü bulunmayan meselelerde, mezhebin usulünü kullanarak yeni hükümler çıkarabilecek kabiliyettedirler. Ebu Bekir el-Cessâs, Ebu Abdullah el-Cürcânî gibi alimler bu tabakadan sayılmışlardır.

Ne Yapmalı?

Âlim olmayan fakat diniyle ilgili hassasiyeti olan müslümanların kendilerini ilgilendiren konuların hükümlerini öğrenmeleri gerekir. Buna, “içinde bulunmuş oldukları hallerin bilgisi” anlamında ilm-i hâl denilir. Her müslümanın, yapması farz olan bir işin ilmini de öğrenmesi farzdır. Aynı şekilde yapmaması gereken haram bir fiilin ilmini öğrenmesi farzdır. Çünkü haram olduğunu bilmezse sakınamaz. Yine vacibleri ve mekruhları öğrenmesi vacib, sünnetleri öğrenmesi de sünnettir.

Bu seviyedeki müslümanlar, bir konunun hükmünü ya yetkili bir âlime sormalı veya yetkili bir âlimin yazdığı güvenilir bir eserden okuyup öğrenmelidirler. O konunun hükmünü bilip, gereğini yerine getirmeleri yeterlidir. O hükmün delillerini ve delâlet yollarını öğrenmeleri, bu seviyedeki müslümanlara farz değildir. Müslümanların büyük bir kısmı bu grupta yer alır.

Bütün İslâm âlimleri, müslümanlardan -yukarıda ifade edilen manada- avam sınıfında bulunanlarının yetkili âlimlere sorarak dinlerini yaşamaları gerektiği hususunda ittifak etmişlerdir. Kaynak eserlerimizde bu konu şöyle ifade edilir: “Avamın fetvâ sorarak amel etmesi vacib olduğu gibi, ilim ve adalet sahibi olduğunu bildiği alimlere ittiba etmesi de vacibtir.” (Gazalî, el-Mustasfâ)

Bu grupta bulunan müslümanlar, kesinlikle bildikleri bir hükmü, meselâ namazın farz olduğunu, içkinin haram olduğunu vb. başkalarına anlatabilirler. İyi bilmedikleri veya az da olsa tereddüt ettikleri konularda konuşmamaları gerekir. Böyle bir durumda yetkili bir âlime müracaat etmeleri lâzımdır.

Dinî ilimlerde bir miktar tahsil görmüş, fakat hükmün delillerini bilebilecek seviyeye gelememiş olan kimseler de avam müslümanlarından sayılır. Bunlar, taklid ehlinden oldukları için öğrenmiş oldukları hükümle amel ederler. Çünkü taklid, delilini bilmeksizin bir görüşü kabul etmektir. (Gazalî, el-Mustasfâ)

Ve ölçüler...

Müslüman, eğer din adına konuşacaksa önce kendi seviyesini bilmelidir. Yukarıda çok özet olarak ifade etmeye çalıştığımız derecelerden hangisine girdiğine vicdanında karar vermeli ve ölçüsünü aşmamalıdır. Mütevazi ve alçakgönüllü olmalı, kendisini hak etmediği konumlarda görmemeli. Hangi konumda olursa olsun her zaman kendisinin üzerinde daha iyi bir bilenin olduğunu unutmamalıdır.

İyi bilmediği bir şeyi nakletmemeli ve bilirmiş gibi konuşmamalıdır. Kesin olarak bildiklerini ise nereden okuduğunu veya kimden duyduğunu belirterek nakletmelidir. Devamlı ilmini ve amelini geliştirmelidir. Ne ilminde ne de amelinde bu günü dününden geride olmamalıdır.

İrşada ehliyetli olan bir rehbere tabi olmalıdır. Allah yolunu iyi bilen, tam yaşayan, insanın zarar görebileceği manevî hastalıkları teşhis ve tedâvî edebilen, insanları irşada ehliyetli olan ve bu ehliyet kâmil müminler tarafından onaylanmış bulunan bir rehbere, bir mürşide uymalıdır.

Yetkisi olmayan kimselerle ve onların söyledikleriyle meşgul olmamalıdır. Bu tür insanların sözlerini dinleyerek veya okuyarak zamanını boşa harcamamalıdır. Bilgi seviyesi ne olursa olsun, isminin önünde hangi ünvan bulunursa bulunsun, kalbinde takvâ hassasiyeti ve fiillerinde bu hassasiyetin izleri bulunmayan insanlara itibar etmemelidir. Çünkü Allah “Kalbini, zikrimizden gafil bıraktığımız ve arzularına tabi olan kimseye itaat etme!” (Kehf /28) buyurmuştur. Fakat onların hatalarını ortaya koyarak onları ve diğer müslümanları ikaz edebilecek ilmî seviyeye sahip olanlar, doğruları ortaya koymak için yanlış olan fikirleri tetkik edebilirler.

Beynini kullanırken kalbini unutmayan ilim ehlini, her türlü imkânlarıyla destekleyip onlara devamlı duada bulunmalıdır.

İlim ehli olan müslümanlar, bir hususta fetvâ verirken, önce daha yetkili insanlara müracaat edip onlarla istişare etmelidirler. Allah adına hüküm vermenin ne derece ağır bir sorumluluk gerektirdiğini, Efendimiz (A.S.) ve Sahabe-i Kirâm'ın tatbikatını göz önünde bulundurarak hatırlarından hiç çıkarmamalıdırlar.

Özellikle günümüzde fetvâ vermek için çok yönlü bilgilere sahip insanlardan heyetler oluşturma ve müslümanların müşküllerine çare bulma yolunda çalışmalarda bulunmalı veya çalışanlara imkânlar nisbetinde yardımcı olmalıdır.

Önemli bir soru

Din adına konuşma hususunda öngörülen ölçüleri kabul edip gereğince hareket eden bir müslüman, bu ölçülere dikkat etmeyen konuşmacılara karşı nasıl davranmalıdır?

Bu sualin cevabı dinleyicinin durumuna göre farklılık arz eder.

Eğer dinleyici konuşmacının bahsettiği konularda sağlam bilgiye sahip ilim ehli bir kimse ise, konuşmacının ölçüsüz ifadelerinden zarar görmez. Bilâkis konuşmadaki ölçüsüzlükleri tesbit eder. Bu konuda bilgisi olmayan ve olumsuz bir şekilde etkilenmiş olan kimseleri ikaz edip söylenenlerin yanlış taraflarını delilleriyle ortaya koyar.

Eğer dinleyici konuşmacının bahsettiği konularda sağlam bilgiye sahip değilse ne yapmalıdır? İşte toplumun çoğunluğunu ilgilendiren kısım burasıdır.

Din adına konuşma hususunda öngörülen ölçülere uymadığı bilinen konuşmacıları aynı ortamda veya radyo ve televizyon gibi araçlardan dinleyen kişi:

Öncelikle böyle ölçüsüz kimselerin konuşmaları ile ilgilenmemeli ve gündemine almamalıdır. O konu ile ilgili bilgiyi ehlinden öğrenmeli veya ehlinin yazdığı eserlerden okumalıdır. Çünkü herkesin her şeyi öğrenmeye imkanı yoktur. Her konuşanı dinlemek de insanın vazifesi değildir. Güvenilmeyen kimsenin söyledikleri ise kafa karışıklığına sebep olur. Kafa karışıklığı da tedavi edilmesi en zor olan işlerdendir.

Bir de böyle bir dinleyici öğrenme ve okuma konusunda gevşeklik göstermemelidir.

Ölçülere dikkat etmeyen kimselerin konuşmalarını dinleme durumunda kalan kimselere ise şunları tavsiye ederiz:

* Konuşmacının, din adına konuşma hususunda ölçülere riayet etmediğini tesbit etmelidir. Böylece sağlam bir merci olmadığını düşünmelidir.

* Böyle bir konuşmacının söylediklerinin hatalı ve yanlış olma ihtimalinin büyük olduğunu düşünmelidir. Bundan dolayı konuşulanları faydalanabileceği hakikatler olarak kabul etmemeli, bilâkis araştırılması ve doğru olanının tesbit edilmesi gereken sözler olarak görmelidir.

* Konuşulanları, yetkili ağızlara veya eserlere sorarak kontrol ettirmelidir. Böylece doğru olanlarını kabul ve yanlış olanlarını da reddetmelidir.

* Bu tür konuşmacıları gündeminde tutmamalı, çevresinde onlardan ve yanlışlıklardan söz bile etmemelidir. Onların dedikodusu yerine, doğru ölçüyü arama işine kendini vermelidir. Doğruları gündemine almalı, çevresine doğruları aktarmalı, doğrularla beraber olmalı ve onlarla oturup-kalkmalıdır. Hasılı bu konuda da olumlu davranmalıdır. Özellikle tartışma namında televizyon ekranlarını dolduranların, önce İslâm'ın ilmî ve manevî ismini ağızlarına alma yetkisi olup-olmadığını sormalıdır. Yüzünü bu tür kasıtlı programlardan çok, Allah'ın ilmiyle hayatlarını yaşayan ve takvâlarıyla hayatımızı ışıtan âlimlerin eserlerine, sözlerine çevirmelidir.
[/color]