Asıl Sorun: Zihniyet problemi

[color=blue]Asıl Sorun: Zihniyet problemi


Bugün sizlerle, başörtüsü tartışmasının en temelindeki problemi değerlendirmek istiyorum.
O bir zihniyet problemidir.
Yazılı kurallardan öte bir zihniyet problemi...
Bence yasağı koyanlar da, yasağa maruz kalanlar da, o zihniyet dünyasında dönüp duruyor.
Nasıl bir şey bu?
Hem yasakçıların hem yasaktan mağdur olanların içinde dönüp durduğu ortak zihniyet dünyası nedir?
Çelişki gibi görünen bu yargıyı tahlil edersek hadise daha net anlaşılır.
Yasakçıların zihniyet dünyası şöyle şekilleniyor:
-Bu memleket bizden sorulur. Bu memleketin düzenini, nizamını biz belirleriz.
-Evet, 1946'dan sonra çok partili hayata geçildi, millete rey hakkı verildi ama, o rey hakkı bile bir yere kadar geçerlidir.
-Bizim her zaman, memleketin, milletin gidişini tanzim etme hakkımız mevcuttur.
-Millet zaman zaman sandığa gidip yanlışlıklar yapıyor. Ama önce sandık her şey değil. Sandıkla geleni Ankara'da diğer kurumlarımızın iradesiyle terbiye ederiz. O da mümkün olmazsa, yedekte başka terbiye edici güçlerimiz vardır.
-Bu memlekette herkes, varoluş gerekçesini, yani meşruiyyetini bize ispatlamak zorundadır. Niye okul açıyor, niye eğitim görüyor, niye inanıyor, niye inanmıyor, niye başını örtüyor, niye parti kuruyor, niye gülüyor, niye ağlıyor?
-Niyetlerini bile sorgulama, yargılama hakkımız var. Onun için herkes, niyetleri konusunda bile bize güven vermesi lazımdır.
-Biz bu memleketin asli sahibiyiz arkadaş, var mı ötesi?
İşte bir kesimin zihniyet dünyası bu.
Peki ya öteki kesim? "Mağdurlar" dediklerimiz? Onların zihin dünyasında, bu zihniyetle ortaklaşan ne var?
Şu var:
Şu, yukarda resmedilen baskıyı içselleştirme...
Sanki zımnen herkes "Sen haklısın" diyerek söze giriyor. "Benim varlığımı bile sorgulama hakkın var. Bunu kabul ediyorum" diyerek yola çıkıyor.
Ardından da masumiyet ispatına, "Ben senin için tehlike değilim" söylemine, "meşruiyyetimi tanı" yaklaşımına, "Niyetimden kuşkulanmana gerek yok" duygularına, "Yanlış yaptığımda dövme hakkını teslim ediyorum" sızlanmalarına...yöneliniyor.
"-Başınızı bağlama biçiminizi yanlış buluyorum, bir de iğne batırmışsınız. Üstelik rengi de yanlış. Bu neyin simgesi? Hangi tarikatın?" dediğinde,
"-Emriniz olur, sizin istediğiniz gibi bağlayalım" deniyor mu?
Bir tv tartışmasında başörtülü bayan, öte cenahtaki bayanın amirane sorgulaması karşısında giyim tarzının masumiyetini ispat için diller döküyor mu?
Bunun adı bir yandan baskı, öteki taraftan ise içselleştirme düzenidir...
Türkiye'de egemen düzen budur.
Baskıcılar ve içselleştirmeciler diye iki kategori oluşmuştur.
Tüm bu yargılamalar, meşruiyyet sınamaları, terbiye girişimleri karşısında, hani şu, Meclis'in bağrında yazılan "Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir!" cümlesini haykırma iradesi yüreklerde depreşir mi?
Yoksa milletten yüzde 47 oy almış Başbakan dahil hep birlikte "Milletin mutabakatı var ama bir de kurumların mutabakatı alınmalı" mı deriz?
Bu ülkede bazıları, kendi oylarının, bir milyon değerinde olduğu inancındadır ve toplumun öteki kesimleri, bu çarpık hesaba inandırılmışlardır.
Tam bu yüzden Türkiye demokrasisi, sağlıklı bir demokrasi olamıyor.
Bir cola reklamı vardı.
Kovada bulunan cola şişelerinden birini alan zenci çocuk, uzaktan gelen ve elindeki cola şişesine göz diken dev zenci basketciyi görünce kararlı bir duruş sergiliyor ve şöyle diyordu: :
-Aklından bile geçirme!
Bence bu, demokrasilerde oy vererek toplum yönetimine katılan insanın duruşu olmalı.
Haklarına müdahale karşısında,
-Aklından bile geçirme, diyebilme dirayeti...
Demokrasi gerçek anlamıyla böyle gerçekleşebilir.
Bu noktada ancak düşe kalka ilerleyebildiğimiz söylenebilir.
Şu kadar darbe yemişiz, müdahale ile karşılaşmışız, bu fiili müdahaleler dışında, baskının bürokratik sistem haline gelmesi söz konusu olmuş...
Ama her şey negatif de değil.
Düşmüşüz, ama kalkmışız da...
Belki son zamanlarda, baskı cenahında gözlenen öfke,
-Artık yeter! seslerinin yükselmeye başlaması yüzündendir.
Zaman değişti.
Bir yerlerden sesler yükseliyor.
-Herkes haddini bilsin sesleri yükseliyor.
-Kimse kimseye boyun eğmek zorunda değil, sesleri yükseliyor.
-Ağzı çorba kokuyor, ayağında çarık var, fasa fiso diye nitelenen insanların çocukları devreye giriyor: Babalarından daha yüksek sesle meydana çıkıyor ve:
-Neden, hangi hakla, senin meşruiyyet kaynağın ne diye sorarak geliyor.

Hepimiz bu ülkenin onurlu, eşit vatandaşlarıyız. Kimse kimseye tahakküm hakkına sahip değil. İnsanlarımız bu bilinci içselleştirebilirse, Türkiye'de hakiki değişim o zaman gerçekleşecektir. Bunun için ümitvar olmak gerekiyor.


Ahmet Taşgetiren
[url]www.dunyabulteni.net[/url][/color]

Konular