((Kalb Hastalığının Temel Sebebi))

[b]Kalb Hastalığının Temel Sebebi
Dinî nass'lardan (âyet ve hadislerden) ve basiret ashâ­bının sözlerinden anlaşılan odur ki, kalb hastalığının temel sebebi şehvetlere uymaktır. Hastalığın sebebi bu olunca, onun ilacı da bu sebebi ortadan kaldırmak, yani şehvetlere muhalefet etmek ve onları terk etmektir. Bunun böyle ol­duğunu gösteren bazı nasslar ve sözler şöyledir:
"Rabbinden korkup nefsini hevadan çekenlerin yeri cennettir." (Nâziât, 40, 41) Heva, nefsin şehvet ve istekleridir.
"Bunlar o kimselerdir ki, Allah kalplerini takvaya yönlendirmiştir." (Hucurât, 3) Kalplerin takvaya yönlendirilmesi, onların şehvetlerin muhabbetinden ve bağlılığından kur­tarılmasıdır.
"Mümin, kendisini saptırmaya çalışan şeytan ve şeh­vetlere sürüklemek isteyen nefisle ömür boyu mücâdele halindedir." (Ebu Bekir İbni Lâl. Not: Bu hadisin mânası sahih, senedi zayıftır.)
Dâvûd (as)’ın sözü: "Dünya şehvetlerinden sakının. Çünkü bu şehvetler sizinle Allah Teâlâ arasındaki perdelerdir."
İsâ (as)’ın sözü: "Dünyanın geçici şehvetlerini ahiretin ebedî şehvetleri için terk edene ne mutlu!"
"Küçük cihaddan büyük cihada döndünüz." (Geçti) Küçük cihad, düşmanla savaşmak, büyük cihad ise nefisle savaş­tır. Bu cihadın büyük olması hem daha zor olmasından, hem de sonuçlarının daha önemli olmasındandır. Çünkü bu cihadı kazanmanın mükâfatı ebedî cennet, onu kaybet­menin cezası da ebedî cehennemdir.
"Mücâhid, Allah Teâlâ'ya itâat etmek için kendi nefsiyle savaşandır." (Tirmizî, İbnu Mâce)
Sufyân es-Sevrî'nin sözü: "Nefsim kadar güçlü bir ha­sımla mücâdele etmedim."
Eb’ul-Abbas el-Musilî'nin sözü: "Ey nefis! Sultanlar gi­bi dünya zevkine sahip değilken, ne diye onu bırakıp ahi­ret zevki için çalışmıyorsun? Bu gidişle bunu da kaybeder­sin. İki yönlü hüsranına yanmaz mısın?"
Hasan'ın sözü: "En serkeş hayvan, nefis kadar şiddet­le gemlenmeye muhtaç değildir."
Yahya İbni Muâz'ın sözü: "Riyazet’in kılıçlarıyla nefsi­ni yenmeye çalış. Bu kılıçlar dört tanedir. Birisi kût-i lâyemût miktarı az yemek, birisi göz kapamak miktarı az uyu­mak, birisi ihtiyaç miktarı konuşmak, birisi de eziyetlere katlanmaktır. Kut miktarı yemekle şehvetler ölür, göz ka­pamak miktarı uyumakla irade güçlenip bilenir, ihtiyaç miktarı konuşmakla dil âfetlerinden selâmet bulunur, ezi­yetlere katlanmakla da maksada (Allah Teâlâ’nın rızasına ve cennete) ulaşmak gerçekleşir.", "İnsanın düşmanları üç­tür. Bunlar dünya, şeytan ve nefistir. Dünyanın şerrinden sakınmak zühd ile, şeytanın şerrinden sakınmak onun de­diklerine muhalefet etmekle, nefsin şerrinden sakınmak da şehvetleri terk etmek iledir."
Bir hakimin sözü: "Nefsin kendisine gâlip geldiği in­san, şehvetlerin esiri, hevâ ve heveslerin mahkûmu hâline gelir. Nefis, onun iradesine vurduğu yularla kendisini iste­diği her yere çeker."
Cafer İbni Humeyd'in sözü: "Ahiret nimeti ancak dün­ya nimetini terk etmekle kazanılır."
Ebu Yahya el-Verrak’ın sözü: "Nefsini şehvetlerle razı eden kimse, kalbine pişmanlık ağacını diker."
Vuheyb İbni Verd'in sözü: "Dünya şehvetlerini seven, kendisini zilletlere hazırlasın. Çünkü her bir şehvetin bede­li bir zillettir."
Yûsuf (as)'ı günaha davet eden kadın, yıllar­ca sonra onun Mısır sultanı olduğunu öğrenince şunu söy­lemiştir: "Hırs ve şehvet bizi sultan iken köleleştirdi. Sabır ve takva ise Yûsuf’u köle iken sultanlaştırdı." Yûsuf (as) kadının bu sözünü duyunca, Kur’ân'ın anlattığı ifade ile, "Kim takva gözetir ve sabrederse, hiç şüphesiz Al­lah iyilik yapanların (iyi davrananların) amelini zayi et­mez." (Yûsuf, 90) demiştir.
Cuneyd'in sözü: "Bir gece kalktım ve namaz kılmak is­tedim; fakat her zamanki tadı bulamadım. Bunun üzerine uyumak istedim; fakat uykum da gelmedi. Oturmak iste­dim; bundan da canım sıkıldı. Başka çare kalmayınca, kalkıp karanlık içinde sokağa çıktım. Biraz gidince yol kenarında abasına sarılmış bir hâlde oturan bir adam gördüm. Ona yaklaşıp selâm verdim. Adam bana ismimle hitap ederek :
-Demek ki, geldin. Ben Rabbime seni bana gönderme­si için duâ ettim, dedi. Ben:
-Duân kabul edildi iste. Ne istiyorsun? dedim. Adam:
-İnsanın derdi ne zaman ona devâ olur? dedi. Ben:
-Nefsinin şehvetlerine muhalefet ettiği zaman, dedim. Adam, kendi kendisiyle konuşarak:
-Ey nefis! Ben bu sözü kaç kere sana söyledim. Fakat sen, onu ille de Cuneyd'ten duymak istedin. Duy işte! de­di. Ondan sonra da yerinde kayboldu."
Bir adam Ömer İbni Abdulaziz'e:
-Ne zaman konuşmam daha iyidir? diye sordu. Ömer (ra):
-Nefsin susmanı istediği zaman, dedi. Adam:
-Ne zaman susmam daha iyidir? diye sordu. Ömer (ra):
-Nefsin konuşmanı istediği zaman, diye cevap verdi. Bu o demektir ki, iyi ve doğru olan, nefsin şehvet duyup is­tediği şeyin aksini yapmaktır. Burada şunu unutmamak lâ­zımdır ki, nefis başka, akıl başkadır. Akla muhalefet etmek ise doğru değildir. Esasen nefse muhalefet etmek, akla mu­vafakati sağlamak içindir. Çünkü nefsin istedikleri genel­de, din gibi, aklın da istemediği şeylerdir.
Ali (ra) şöyle demiştir: "Cennete iştiyak duyanlar, dünya şehvetlerinden sakınmakta zorluk çek­mezler."
Mâlik İbni Dinar (ra) pazarı dolaşır, nefsinin arzu ettiği bir şeyi görünce de, "Ey nefis! Sabret! Allah'a ye­min ederim ki, bunu sana almayışım sana değer vermem­den dolayıdır." derdi.
Bu örnek sözleri çoğaltmak mümkündür. Ancak kısaca söylemek gerekirse, bütün âlimler ve hikmet sahibi kimse­ler ittifak etmişlerdir ki, ahiret saadetine giden yol, nefsi heveslerden ve şehvetlerden olabildiğince uzak tutmaktan geçer. Bu sebeple buna inanmak vaciptir. Ahiret saadetini kazanmak için de dünyadan zarurî olan şeylerle ve zorun­lu miktarlarla yetinmek lâzımdır. Bunlarla yetinebilmek ise ancak, Allah Teâlâ'nın marifeti, muhabbeti ve zikriyle mümkündür.
Marifet, muhabbet ve zikir açısından da insanlar dört kısımdır:
Birinci kısım, kalpleri Allah Teâlâ'nın marifeti, muhab­beti ve zikriyle dolu olanlardır. Bu kimseler sıddıklardır. Bunlar, dünyadan zaruret miktarının ötesine iltifat etmez ve ilgi duymazlar. Bunlar bu mertebeye, uzun süren bir sa­bır ve riyazet (alıştırmak, nefsi terbiye etmek) sonunda ula­şırlar.
İkinci kısım, kalpleri dünya ile dolu olanlardır. Bunların kalplerinde Allah Teâlâ'nın marifet, muhabbet ve zikrine yer kalmamıştır. Bu kimseler O'nu ara sıra dille anar ve hayâl meyal düşünürler. Bunlar helâk olanlardır. Bu kimseler, mü­min olduklarını söyleseler de, çoklarının imanı bozuktur. Bu sebeple, bunlar genellikle imansız olarak ölürler.
Üçüncü kısım, kalplerinde din ve dünyaya birlikte yer veren ve fakat din tarafları ağır gelen kimselerdir. Bunların kurtulma ihtimali helâk olma ihtimalinden daha güçlüdür.
Dördüncü kısım, kalplerinde dünya tarafı ağır basan­lardır. Bunların helâk olma ihtimali kurtulma ihtimalinden daha fazladır.
Eğer denilse ki, şehvetlerin bir kısmı mubahtır. Ahiret kurtuluşu için, nefsi mubah olan bu şehvetlerden menet­mek niçin gereklidir?
Biz de deriz ki; nefis, mubah olan şehvetlerden menedilmediği takdirde haram olanlara da tamah duymaya başlar. Çünkü o, daima yeni ve fazla şeyler ister. Bu sebeple, mubahları tüketirse, bu sefer haramlara talip olur. Nefsi mubah olan şeylerden sakındırmak, onu bunlardan sonra­ki haramlardan korumak içindir. Örneğin kendini az ko­nuşmaya zorlamak, çok konuşmak sebebiyle gıybet etme­mek ve benzeri dil günahlarını işlememek içindir; gözleri­ni her tarafta dolaştırmamak, giderek haram şeylere de bakmaya heves duymamak içindir.
Bir de şu husus vardır: Nefis mubahlardan çokça yara­landığı zaman, dünyayı sevmeye başlar ve ona sımsıkı ya­pışır. Böyle bir nefis; ölümü, ahireti, cenneti, cehennemi düşünmek istemez ve koyu bir gafletin gölgesine sığınır. Allah Teâlâ, böyleleri için şöyle buyurmuştur: "Onlar dün­ya hayatına razı oldular ve onun gölgesine sığındılar. On­ların yeri, yaptıklarından dolayı ateştir." (Yûnus, 7), "Siz ahireti bıra­kıp dünya hayatına mı razı oldunuz? Halbuki bu hayat, ahiret yanında az bir şeydir. Bundan vazgeçmezseniz, Al­lah sizi elemli bir azapla cezalandıracaktır." (Tevbe, 38-39)
Allah Rasûlü’ne nisbet edilen bir sözde, "Dünya sevgi­si bütün hataların başıdır." denilmiş ve kalb mütehassısı olan Allah dostları bu sözün mâna olarak doğru olduğunu söylemişlerdir. Bunlar, mubahlarla fazla meşguliyetin kalpleri kamaştırdığını, içindeki ışık ve nuru söndürdüğü­nü, ibadet ve zikir isteğini öldürdüğünü ve bunlardaki zevki bozduklarını görmüşler ve bundan dolayı haram saymamakla birlikte mubahlardan şiddetle kaçmaya çalış­mışlardır.
Serî es-Sakafî (ra) şöyle demiştir: "Kırk sene­dir nefsim benden ekmeği pekmeze batırıp yememi istiyor; fakat ben onun bu isteğini reddediyorum."
İbrahim el-Havvâs (ra) şunu anlatmıştır: "Ben Lukâm dağında yürüyordum. Etrafımda nar ağaçları vardı. Nefsim nar istedi, ben de ona uyup bir tane kopar­dım. Yarınca ekşi olduğunu gördüm ve onu yemeden at­tım. Ondan sonra yürümeye devam ettim. İleride arılar ta­rafından kuşatılmış bir hasta adam gördüm. Kendisine yaklaşıp selâm verdim. Adam, ismimi söyleyerek selâmımı aldı. Ben ona:
-Beni nerden tanıyorsun? dedim. Adam:
-Allah Teâlâ'yı tanıyana bir şey meçhul kalmaz, dedi. Ben:
-Anlaşılan, Allah yanında bir yakınlığın vardır; öyley­se, niye duâ edip bu arıları senden uzaklaştırmasını istemi­yorsun? dedim. Adam:
-Senin de O'nun yanında bir yakınlığın vardır; sen ni­ye nar şehvetini senden uzaklaştırmasını istemiyorsun? Kaldı ki, arıların ısırması bu dünyada acı verir; nar şehveti ise ahirette elem verir, dedi."
Haramlar, ahiret gününde azaba sebep oldukları gibi, gereksiz mubahlar da hesabın uzamasına sebep olurlar. Ahirette uzun hesap vermek de elem veren bir azaptır. Al­lah Rasûlü (as), "Kimden uzun ve ay­rıntılı bir şekilde hesap sorulursa, ona azap çektirilmiş olur." buyurmuştur.
Çoğu zaman bazı mubahları elde etmek ancak haram şeyleri irtikâp etmekle mümkün olur.

--
ÖVÜNEREK YAŞAYANLAR,, DÖVÜNEREK ÖLÜRLER.[/b]