Ekmek kırıntısı...

Her zamanki gibi erkenden uyandı Hatice teyze. Mahallede herkes ona böyle seslenirdi. Ufak olsun büyük olsun o herkesin Hatice teyzesiydi. Çok sevilirdi. O kadar. Yalnızca sevilirdi. Kaderinin ağır yükü altında kalmaya mahkûmmuş gibi, onun hakkında konuşurlar ama öteye geçmezlerdi. Yalnızca vah, vah, tüh, tüh nidaları yükselirdi, mahalle kahvesinden ya da sokak köşelerinden. Yaşı kırkın üzerindeydi ama kırlaşmış saçları ve yüzündeki derin çizgiler gözlerinin altındaki yorgunluk torbalarıyla birleştiğinde ona ihtiyar görüntüsü verirdi.

Kocasını evliliğinin birinci yılında bir trafik kazasında kaybettiğinde altı aylık hamileydi. Şubat ayının yağmurlu bir gecesinde, kocasıyla beraber yaptıkları gecekonduda oğlu Kemali doğurduğunda daha yirmi dört yaşındaydı. Hiçbir yakını yoktu yanında, doğumun o dayanılmaz sancılarına katlanırken. Yalnızca yaşını başını almış bir ebe. Bir de komşusu Mualla Hanım. Sanki bütün acılar üst üste çörekleniyordu. Kemal mongol doğmuştu. Zekâ geriliği vardı oğlunda. Hatice’nin bunu anlaması uzun bir zaman aldı. Oğlu diğer çocuklar gibi değildi. Gözleri bir tuhaf bakıyor, bir noktaya odaklanamıyordu. Eline aldığı bir oyuncağı diğer çocuklar gibi tutamıyor. Bir yere dayayıp oturttuğunuzda yerinde duramayıp yan tarafa doğru düşüyordu. Bir yandan apartman merdivenlerini siliyor, evlere temizliğe gidiyor, kazandığı parayla da oğlunu tedavi ettirmeye uğraşıyordu. Ama buna dayanması çok zordu Hatice’nin. Zira bu tedavinin çok uzun bir süreye yayılması gerekiyordu.
Yıllar birbirini kovalar gibi akıp geçtiğinde Kemal yirmi yaşına gelmiş kocaman bir delikanlı olmuştu. Daha doğrusu kocaman bir çocuk. Vücudunun belli kısımlarına hükmedemiyordu. Konuşması anlaşılamayacak kadar bozuktu. Basit şeyleri yapabiliyordu. Önüne konan yemeğini dökerek de olsa kendisi yiyebiliyordu. Ama duyguları canlıydı, onlar hasta değildi, içinde bulunduğu durum yüreğini acıtıyordu. Çoğu geceler yatağında ağlardı.
Tek mutluluğu televizyondu Kemalin, günün tamamını onun başında geçirirdi. Çizgi filmleri çok severdi, onları seyrederken ayrı bir mutlu olur, ellerini çırpardı. Ama bu günlerde Çok mutsuzdu Kemal. Tek arkadaşı olan televizyon bozulmuştu. Hatice’nin ise yaptırmaya gücü yoktu. Oğlunun bu durumuna çok üzülüyordu Hatice. Bazı zamanlar, Kemalin camdan dışarıyı özlemle seyretmesine bakar, yanan yüreğini gözyaşlarıyla serinletmeye çalışırdı. Televizyon bozulduğundan beri daha da bir içine kapanmıştı Kemal. Neredeyse hiç konuşmuyor, sabit bir noktaya bakıp oturduğu yerde salınıyordu. Temizliğe gittiği apartmanlardan bir tanesinde yaşayan bir tamirci vardı. İyi bir adamdı. Onunla konuştu Hatice. “Siz televizyonu yapsanız bende borcum bitene kadar sizden temizlik parası almasam olur mu?” diye sordu. Adam “Amma yaptın be yenge oda benden olsun” dedi. “Ama bir parça takmak gerekirse o zaman borcuna sayarım, tamam mı?”
Televizyon yapılırken Kemal yerinde duramıyordu, sevinç içinde gülüyor, sesler çıkarıyor, ağzından akan salyalar üzerine dökülüyordu. Televizyonun arka kapağı söküldüğünde, içinin ekmek kırıntısıyla dolu olduğunu gördüler. Hatice kadar tamirci adam da bu duruma şaşırmıştı. “Bu senin oğlanın işine benziyor, Hatice teyze” dedi adam. “Galiba haklısın” diye cevap verdi Hatice. Temizliği yapıldıktan sonra sihirli kutu tekrar çalışmaya başladı. Kemal boğuk sesler çıkararak, karşısına kurulduğu andan itibaren, dünya değiştirmişti sanki. Hatice ne kadar düşündüyse de neden Kemalin televizyonun içine ekmek kırıntısı attığını çözemedi. Ta ki o güne kadar.
Temizliği bitirip koşturarak gelmişti. Yumurta pişirecekti oğluna öğlen yemeği için. Her zaman ki gibi, Kemal kendinden geçmiş bir şekilde televizyonun başındaydı. Onun geldiğini fark etmedi bile. Onu evde her yalnız bırakmasında içini bir korku kaplıyordu. Ama oğlunu da bir odaya kapatmak ya da bağlamak istemiyordu. Evdeki bütün yanıcı ve batıcı malzemeleri ortadan kaldırıp oğlunu Allaha emanet ederek işlerine gidiyordu. O yüzden televizyon onun için kurtarıcı gibiydi. Biliyordu ki o çalıştığı müddetçe Kemal televizyonun başından asla kalkmazdı. Yemeğini önüne koyup, elleriyle doyurmaya başladı oğlunu. Lokmalarını ağzına veriyor, onun yavaş, yavaş çiğnemesini seyrediyordu. Oysa onun gözleri televizyondaydı, ne yediğinin bile farkında değildi. Sonra bir şey oldu. Kemal aniden heyecanlanmaya başladı. Televizyon Afrika da ki açlıktan ölen çocukları ve onların çıplak elleriyle lapa yedikleri sahneleri gösteriyordu. Kemal yalpalayarak kalktı yerinden, bir dilim ekmeği alarak. Ekmek parçalarını eliyle ufak parçalara ayırıp televizyonun arkasındaki ince soğutma ızgaralarının arasından televizyonun içine atmaya başladı. Ağzından zorlukla bir iki kelime döküldü.
[b]---Aaçç..Acıkkmışş..[/b]
Ekmek kırıntılarının sırrı çözülmüştü. Hatice yılların birikimini boşaltır gibi katıla, katıla ağlamaya başladı. Allaha hamd etti. “ Allahım bana vücudu yarım ama yüreği bütün bir evlat nasip ettiğin için sana hamd olsun”. Hatice’nin göz pınarlarındaki inciler yanaklarını ıslatırken, Kemal ekmek parçalarını atmaya devam ediyordu.

:'( :'( :'(

2 yorum

Ynt: Ekmek kırıntısı...

ilginize ben teşekkur ederim

14.02.2009 - zambak

Ynt: Ekmek kırıntısı...

tesekkürler paylasim icin

29.12.2008 - osmanli

Konular