Said-i Nurs-i

BEDİÜZZAMAN SAİD NURSÎ

Rumî 1293 (M.1873) tarihinde Bitlis vilâyetine bağlı Hîzan kazasının İsparit nahiyesinin Nurs köyünde doğmuştur. Babasının adı Mirza, anasının adı Nuriye'dir. Dokuz yaşına kadar peder ve validesinin yanında kaldı.
Keskin zekâsı, hârikulâde hâfızası ve üstün kabiliyetleriyle çok küçük yaşlardan itibaren dikkatleri üzerinde toplayan Said Nursî, normal şartlarda yıllar süren klasik medrese eğitimini üç ay gibi kısa bir zamanda tamamlamıştır. Gençlik yıllarını alabildiğine hareketli bir tahsil hayatı ile değerlendirmiş; ilimdeki üstünlüğünü, devrinin ulemâsıyla çeşitli zeminlerde yaptığı münâzaralarda fiilen ispatlamıştır. Bu meziyetleriyle ilim çevresine kendisini kabul ettirerek, "Bediüzzaman", yani "çağın eşsiz güzelliği" lâkabı ile anılmaya başlamıştır.

Üstadın hayatı, küllî hizmeti noktasından topluca iki büyük safha arzetmektedir:

Birincisi: Doğuşundan itibaren tahsil hayatı, Van'daki ikameti İstanbul'a gelişi, siyasî hayatı, seyahatleri, harb-i umumîye iştiraki, Rusya'daki esareti, İstanbul'da Dar-ül Hikmet-il İslâmiye azalığında bulunuşu, Kuva-yı Milliyede İstanbul'daki hizmeti, Ankara'ya gelerek ilk Meclis-i Mebusandaki faaliyetleri ve kısa bir müddet sonra Van'a çekilip inzivayı ihtiyar etmesi gibi; herbiri ayrı bir hayat sahnesi olan Üstadın hayatının bu birinci safhası; iman ve Kur'an hizmeti itibarıyla ikinci safha hayatının mukaddemesi hükmündedir. İkinci büyük hizmetine hazırlıktır. Ömrünün ellinci senesine kadardır. İkincisi: Van'da inzivada iken Garb'a nefyedilip Isparta'nın Barla Nahiyesinde ikamete memur edildiği zamandan başlar ki; Risale-i Nur'un zuhuru ve intişarıdır. Azamî ihlas, azamî fedakârlık azamî sadakat, metanet ve dikkat ve iktisad içinde Risale-i Nur'la giriştiği hizmet-i imaniye ve manevi cihad-ı diniyedir.

Hayatının bu ikinci safhası: Harb-i Umumî neticesinde İmparatorluğumuzun inkıraz bulmasıyla insanlık âleminde medeniyet-i beşeriyeyi mahveden ve semavî dinlerle mücadeleyi esas ittihaz edinen komünizm rejiminin insaniyetin yarısını istila ederek dünyayı dehşete saldığı ve memleketimizi tehdide yeltendiği ve manevi tahribatının tehlikesine maruz kaldığımız bir devreye rastlar. Bu devre, bin senedir Kur'ana bayraktarlık yapmış, İslâmiyet'e asırlarca hizmet etmiş kahraman bir millet için dikkatle incelenmesi lâzım gelen bir devredir.

Molla Said, Şarkın büyük ulemâ ve meşayihinden olan Seyyid Nur Mehmed, Şeyh Abdurrahman-ı Tagî, Şeyh Fehim ve Şeyh Mehmed Küfrevî gibi zevat-ı âliyenin her birisinden ilm-i irfan hususunda ayrı ayrı derslere nail olduğundan, onları fevkalâde severdi. Ulemadan Şeyh Emin Efendi, Molla Fethullah ve Şeyh Fethullah Efendilere de ziyade muhabbeti vardı.

Van'da maruf ulemâ bulunmadığından, Hasan Paşa'nın daveti üzerine Molla Said, Van'a gitti. Van'da onbeş sene kalarak, aşâirin irşadı için aralarında seyahatla tedris ve tederrüs vazifesiyle hayat geçirdi. Van'da bulunduğu müddet, vali ve memurîn ile ihtilat ederek bu asırda yalnız eski tarzdaki İlm-i Kelâm'ın İslâm dini hakkındaki şek ve şüphelerin reddine kâfi olmadığına kanaat hasıl etmiş ve fünunun tahsiline lüzum görmüştür...

Bu kanaatı hasıl ettiği o zamanda, ulûm-u müsbete denilen bütün fenleri tetebbua başlayarak pek kısa bir zamanda Tarih, Coğrafya, Riyaziyat, Jeoloji, Fizik, Kimya, Astronomi, Felsefe gibi ilimlerin esaslarını elde etmiştir.

Molla Said Van'da bulunduğu zamanlarda bazı hususlarda o havalinin ulemasına muhalif bulunuyordu...

Kat'iyyen hiç kimseden hediye olarak para almamak ve maaş bile kabul etmemek... daima mücerred kalmak ve dünyada bir şeyle alâka peyda etmemek... Bunun içindir ki: "Bütün malımı bir elimle kaldırıp götürebilmeliyim" demiştir. Bu halin sebebi sorulunca: "Bir zaman gelecek herkes benim halime gıbta edecektir. Saniyen; mal ve servet bana lezzet vermiyor, dünyaya ancak bir misafirhane nazarıyla bakıyorum." derdi.

Bediüzzaman, Van'daki ikameti esnasında Âlem-i İslâm'ın vaziyetini bir derece öğrenmiş bulunuyordu. Bir gün Tahir Paşa bir gazetede şu müdhiş haberi ona göstermişti. Haber şu idi: İngiliz Meclis-i Meb'usanında Müstemlekât Nâzırı elinde Kur'an-ı Kerim'i göstererek söylediği bir nutukta:

Bu Kur'an, İslâmların elinde bulundukça biz onlara hâkim olamayız. Ne yapıp yapmalıyız, bu Kur'an'ı onların elinden kaldırmalıyız; yahut Müslümanları Kur'an'dan soğutmalıyız, diye hitabede bulunmuş.

İşte bu müdhiş haber, onda tarifin fevkinde bir tesir uyandırmıştı. İstidadı şimşek gibi alevli, duyguları ve bütün letaifi uyanık ve ilim irfan, ihlâs, cesaret ve şecaat gibi hârika inayet ve seciyelere mazhar olan Bediüzzaman'ın bu havadis üzerine: "Kur'an'ın sönmez ve söndürülmez manevî bir güneş hükmünde olduğunu, ben dünyaya isbat edeceğim ve göstereceğim!" diye kuvvetli bir niyet ruhunda uyanır ve bu sâikle çalışır.

Bediüzzaman, Şarkî Anadolu'da "Medresetüzzehra" namında bir dâr-ül fünun açmak, ya Van'da veyahut da Diyarbakır'da dâr-ül fünun derecesinde bir medrese te'sisine çalışmak için İstanbul'a geldi.

İstanbul'daki ikametgâhının kapısında şöyle bir levha asılı idi:

"Burada her müşkil halledilir, her suale cevab verilir. Fakat sual sorulmaz."

İstanbul'da grup grup gelen ulemanın suallerini cevaplandırıyordu. Genç yaşında böyle bilâistisna bütün suallere cevap vermesi ve gayet mukni ve beliğ ifade ve hârika hal ve tavırlarıyla, ehl-i ilmi hayranlıkla takdire sevkediyordu. Ve "Bediüzzaman" ünvanına bihakkın lâyık görüyorlar ve bu fevkalâde zatı, bir "nâdire-i hilkat" olarak tavsif ediyorlardı.

Hattâ bu zamanlarda Mısır Câmi-ül Ezher Üniversitesi reislerinden meşhur Şeyh Bahid Efendi İstânbul'a bir seyahat için geldiğinde; Kürdistan'ın sarp, yalçın kayaları arasından gelerek İstanbul'da bulunan Bediüzzaman Said Nursî'yi ilzam edemeyen İstanbııl ulemâsı, Şeyh Bahid'den bu genç hocanın ilzam edilmesini isterler. Şeyh Bahid de bu teklifi kabul ederek bir münazara zemini arar. Ve bir namaz vakti Ayasofya Camii'nden çıkıp çayhaneye oturulduğunda bunu fırsat telakki eden Şeyh Bahid Efendi, yanında ülema hazır bulunduğu halde Bediüzzaman'a hitaben:

"Avrupa ve Osmanlılar hâkkındâ ne diyorsunuz, fikriniz nedir?" der.

Şeyh Bahid Efendi'nin bu sualden maksadı; Bediüzzaman'ın şek olmayan bir bahr-i umman gibi ilmini ve ateşpâre-i zekâsını tecrübe etmek değil, belki zaman-ı istikbale ait şiddet-i ihatasını ve idare-i âlemdeki siyasetini anlamak idi. Buna karşı Bediüzzaman'ın verdiği cevap şu oldu:

"Avrupa, bir İslâm devletine hâmiledir, günün birinde onu doğuracak; Osmanlılar da Avrupa ile hâmiledir, o da onu doğuracak."

Bu cevaba karşı Şeyh Bahid Hazretleri:

-Bu gençle münazara edilmez, ben de aynı kanaatteyim. Fakat bu kadar veciz ve beligane bir tarzda ifade etmek, ancak Bediüzzaman'a hastır, demiştir."

Nihayet menhus Otuzbir Mart hâdisesi meydana gelir. Şeriat isteyen ve o hâdisede ismi karışan onbeş kadar hoca idam edilir. Bediüzzaman, onlar mahkeme binasının bahçesinde asılı durdukları ve kendisi de pencereden onları gördüğü bir halde muhakeme olunur.

Mahkeme reisi Hurşid Paşa sorar: "Sen de şeriat istemişsin?.."

Bediüzzaman cevap verir: "Şeriatın bir hakikatına, bin ruhum olsa feda etmeye hazırım. Zira şeriat, sebeb-i saadet ve adalet-i mahz ve fazilettir. Fakat, ihtilalcilerin isteyişi gibi değil!"

Bediüzzaman'ın divan-ı harbdeki bu kahramanca müdafaası, o zaman iki defa tabedilip neşredilmiştir. O dehşetli mahkemeden idamını beklerken beraet etmiş ve mahkemeye teşekkür etmiyerek, yolda Bayezid'den tâ Sultanahmet'e kadar arkasında kalabalık bir halk kitlesi mevcut olduğu halde: "Zâlimler için yaşasın Cehennem! Zâlimler için yaşasın Cehennem!" nidalarıyla ilerlemiştir.

Bediüzzaman'ın bu mahkemedeki uzun müdafaasından iki parça:

Eğer medeniyet, böyle haysiyet kırıcı tecavüzlere ve nifak verici iftiralara ve insafsızcasına intikam fikirlerine ve şeytancasına mugalatalara ve diyanette laubalicesine hareketlere müsaid bir zemin ise, herkes şahid olsun ki; o "saadet-saray-ı medeniyet" tesmiye olunan böyle mahall-i ağraza bedel; Vilâyat-ı Şarkiyenin hürriyet-i mutlakanın meydanı olan yüksek dağlarındaki bedeviyet ve vahşet çadırlarını tercih ediyorum. Zira bu mimsiz medeniyette görmediğim hürriyet-i fikir ve serbestî-i kelâm ve hüsn-ü niyet ve selâmet-i kalb, Şarkî Anadolu'nun dağlarında tam mânasıyla hükümfermâdır...

Bu hükümet, zaman-ı istibdadda akla husumet ediyordu; şimdi de hayata adavet ediyor... Eğer hükümet böyle olursa, yaşasın cünun!.. Yaşasın mevt!.. Zâlimler için de yaşasın Cehennem!.. Ben zaten bir zemin istiyordum ki, efkârımı onda beyan edeyim. Şimdi bu Divan-ı Harb-i Örfî iyi bir zemin oldu.

Bundan sonra İstanbul'da fazla kalmaz, Van'a gitmek üzere İstanbul'dan ayrılır.

"Van'a muvasalat ettikten sonra, aşâiri (aşiretleri) dolaşarak içtimaî, medenî, ilmî derslerle onları irşada çalışmıştır. Bu hususta, sual-cevab halinde, "Münâzarat" isimli bir kitab neşretmiştir."

Sonra Van'dan Şam'a gider. Şam ulemâsının ilhahı ve ısrarı üzerine, Câmi-ül Emevî'de on bine yakın ve içerisinde yüz ehl-i ilim bulunan azîm bir cemaata karşı bir hutbe irad eder. Bu hutbe fevkalâde takdir ve tahsin ile kabule mazhar olur. Bilahare buradaki hutbesi, "Hutbe-i Şâmiye" namıyla tabedilmiştir.

Şam'da fazla kalmadı. Şarkî Anadolu'da Medreset-üz Zehra namıyla vücuda getirmek istediği dârülfünunun küşadı için çalışmak üzere İstanbul'a geldi. Sultan Reşad'ın Rumeli'ye seyahatı münasebetiyle, Vilâyât-ı Şarkiye namına refakat etti.

O vakit Kosova'da, büyük bir İslâm dârülfünununun tesisine teşebbüs edilmişti. Orada hem İttihadçılara, hem Sultan Reşad'a der ki:

"Şark, böyle bir dârülfünuna daha ziyade muhtaç ve Âlem-i İslâm'ın merkezi hükmündedir." Bunun üzerine şarkta bir dârülfünun açılacağını va'dederler. Bilahare Balkan Harbi çıkmasıyla o medrese yeri, yâni Kosova istila edilir. Bunun üzerine müracaatla Kosova'daki dârülfünun için tahsis edilen ondokuz bin altın liranın şark dârülfünunu için verilmesini taleb eder, bu talebi kabul edilir.

Bediüzzaman tekrar Van'a hareket eder. Van Gölü kenarındaki Artemit'te (Edremit) o dârülfünunun temeli atılır. Fakat ne çare ki Harb-i Umumî'nin zuhuruyla, teşebbüs geri kalır. Zaten o kış Molla Said talebelerine: "Hazır olunuz, büyük bir musibet ve felaket bize yaklaşıyor" diye haber vermişti.

Birinci Harb-i Umumîde gönüllü alay kumandanı olarak büyük fedakârlıklar Gösteren "Bediüzzaman, Kafkas cephesinde Enver Paşa ve fırka kumandanının hayranlıkla takdir ettikleri hizmet-i cihadiyeyi yaptıktan sonra, Rus kuvvetlerinin ilerlemesinden dolayı Van'a çekildi. Van'ın tahliyesi ve Rusların hücumu sırasında, bir kısım talebeleriyle Van kal'asında şehid oluncaya kadar müdafaaya kat'î karar verdikleri halde, geri çekilen Van Valisi Cevdet Bey'in ısrarıyla, Vastan kasabasına çekildi. Vali, kaymakam, ahali ve asker Bitlis tarafına çekilirken, bir alay Kazak süvarisi Vastan üzerine hücum etmişti. Molla Said, Van'dan kaçan ahalinin mal ve çoluk-çocuklarının düşman eline geçmemesi için otuz-kırk kadar kaçamamış asker ve bir kısım talebeleriyle o Kazaklara karşı koymuş ve hepsinin kurtulmasını sağlamıştır. Hattâ hücum eden Kazaklara dehşet vermek için, geceleyin onların üstündeki yüksek bir tepeye hücum tarzında çıkıyor; güya büyük bir imdat kuvveti gelmiş zannettirerek, Kazakları oyalayıp ilerletmiyordu.

Böylelikle Vastan'ın Rus istilasından kurtulmasına sebeb olmuştur.

O muharebe zamanlarında sipere döndüğü vakit, kıymettar talebesi Molla Habib ile "İşârât-ül İ'caz" namındaki tefsirini te'lif ediyordu. Bazan avcı hattında, bazan at üzerinde, bazan da sipere girdikleri zaman kendisi söylüyor, Molla Habib de yazıyordu. İşârât-ül-İ'caz'ın büyük bir kısmı bu vaziyette te'lif edilmiştir.

Bediüzzaman, o harbde gönüllülere cesaret vermek için sipere girmeyerek avcı hattında dolaşırdı.

Avcı hattında dolaşırken, vücuduna dört gülle isabet etmiş, fakat geri çekilmemiş ve gönüllülerin cesareti kırılmaması için sipere dahi girmemiştir. Hattâ bunu işiten Vali Memduh Bey ve Kumandan Kel Ali, "Aman geri çekilsin!" diye haber gönderdikleri zaman, demiş:

-Bu kâfirlerin güllesi beni öldürmeyecek...

Hakikaten üç gülle, ölecek yerine isabet ettiği halde; biri hançerini, diğeri tütün tabakasını delip geçmiş ve kendisine bir zarar vermemiştir. Sabahleyin düşmanın bir taburu ile müsademe ederler, arkadaşlarının çoğu şehid olur. Hattâ yeğeni ve fedakâr bir talebesi olan Ubeyd dahi kendi bedeline şehid düştükten sonra düşmanın üç sıra askerini yararak geçip, hayatta kalan üç talebesiyle pek acib bir surette su üzerinde bulunan bir sütreye girer. Hem yaralı, hem ayağı kırık bir halde, otuzüç saat su ve çamur içinde kalır.

Lâtif bir inayet-i İlahiyedir ki; otuzüç saat onlar Rus askerlerini gördükleri ve Ruslar da onları aradıkları halde bulamadılar. Bu esnada Bediüzzaman, talebeleri olan gönüllü fedâilere hitaben:

-Arkadaşlar! Durmayınız... Sizlere hakkımı helâl ettim, beni bırakınız, siz kendinizi kurtarmaya çalışınız, demesi üzerine, fedakâr ve kahraman talebeler:

-Sizi bu halde bırakıp gidemeyiz; şehid olursak, yine hizmetinizde olsun, deyip kalırlar. Sonra Ruslar esir edip; Van, Celfa, Tiflis, Kiloğrif, Kosturma'ya sevkederler.

Bediüzzaman'ı üserâ kampına götürürler. Burada şu şekilde şayan-ı takdir bir hâdise cereyan eder. Şöyle ki:

Bir gün Rus Başkumandanı esirleri teftişe gelir. Teftiş esnasında, Bediüzzaman kumandana selâm vermez ve yerinden kalkmaz. Kumandan kızar, belki tanımamıştır diyerek tekrar önünden geçtiği zaman yine yerinden kalkmayınca, kumandan tercüman vasıtasıyla der: "Beni herhalde tanımadılar?"

Bediüzzaman: "Tanıyorum, Nikola Nikolaviç'tir."

Kumandan: "Şu halde Rus ordusuna, dolayısıyla Rus Çarına hakaret ediyorlar."

Bediüzzaman: "Hakaret etmedim. Ben bir Müslüman âlimiyim. İmanlı bir kimse, Cenab-ı Hakk'ı tanımayan bir adamdan üstündür. Binaenaleyh, ben sana kıyam etmem." der.

Bunun üzerine Bediüzzaman divan-ı harbe verilir. Birkaç zâbit arkadaşı, hemen özür dileyerek vahim neticenin önlenmesine çalışmasını istirham ederler.

Fakat Bediüzzaman: "Bunların idam kararı, benim ebedî âleme seyahat etmem için bir pasaport hükmündedir."deyip kemal-i izzet ve şecaatle hiç ehemmiyet vermez.

Nihayet idamına karar verilir. Hüküm infaz edileceği vakit, namaz kılmak için müsaade ister; vazife-i diniyesini ifadan sonra, atılacak kurşunlara göğsünü gereceğini beyan eder. Tam bu esnada, namazını eda ederken, Rus kumandanı gelerek, Bediüzzaman'dan özür dileyip:

-O hareketinizin, mukaddesatınıza olan bağlılıktan ileri geldiğine kanaat getirdim, rica ederim, beni affediniz, diyerek verilen idam hükmünü geri aldırır.

Bediüzzaman, iki buçuk sene kadar Sibirya taraflarında esarette kalır.

"Nihayet esaretten firar ile kurtulup; Petersburg ve Varşova'ya gelmeye muvaffak olur. Bilahare Viyana tarikiyle 1334 senesinde İstanbul'a teşrif eder.

İstanbul'da Dârülhikmet'te bulunduğu zaman, Sünuhat Risalesinde yazdığı gayet acib bir vâkıa-i ruhaniye:

Rüyada Bir Hitabe:

1335 senesi Eylülünde, dehrin hâdisatının verdiği yeis ile şiddetle muzdarib idim. Şu kesif zulmet içinde bir nur arıyordum. Manen rüya olan yakazada bulamadım. Hakikaten yakaza olan rüya-yı sadıkada bir ziya gördüm. Tafsilatı terk ile, bana söylettirilmiş noktaları kaydedeceğim. Şöyle ki: Bir Cuma gecesinde nevm ile âlem-i misale girdim. Biri geldi dedi: "Mukadderat-ı İslâm için teşekkül eden bir meclis-i muhteşem seni istiyor."

Gittim gördüm ki: Münevver, emsalini dünyada görmediğim, selef-i salihînden ve a'sarın mebuslarından her asrın mebusları içinde bulunur bir meclis gördüm. Hicab edip kapıda durdum.

Onlardan bir zat dedi ki: "Ey felaket helaket asrının adamı! Senin de bir reyin var, fıkrini beyan et."

Ayakta durup dedim: "Sorun, cevab vereyim."

Biri dedi: "Bu mağlubiyetin neticesi ne olacak? Galibiyette ne olurdu?"

Dedim: Musibet, şerr-i mahz olmadığı için, bazan saadette felaket olduğu gibi, felaketten dahi saadet çıkar. Eskiden beri i'la-yı kelimetullah ve beka-yı istiklaliyet-i İslâm için farz-ı kifaye-i cihadı deruhde ile, kendini yek-vücud olan âlem-i İslâma fedaya vazifedar ve hilafete bayrakdar görmüş olan bu devlet-i İslâmiyenin felaketi, âlem-i İslâmın saadet-i müstakbelesiyle telafi edilecektir. Zira şu musibet, maye-i hayatımız ve âb-ı hayatımız olan uhuvvet-i İslâmiyenin inkişaf ve ihtizazını hârikulâde tacil etti. Biz incinir iken, âlem-i İslâm ağlıyor. Avrupa ziyade incitse, bağıracaktır. Şayet ölsek, yirmi öleceğiz, üçyüz dirileceğiz. Hârikalar asrındayız. İki-üç sene mevtten sonra meydanda dirilenler var. Biz mağlubiyetle bir saadet-i âcile-i muvakkata kaybettik; fakat bir saadet-i âcile-i müstemirre bizi bekliyor. Pek cüz'î ve mütehavvil ve mahdud olan hali, geniş istikbal ile mübadele eden kazanır.

Birden meclis tarafından denildi: İzah et!

Dedim: Devletler, milletler muharebesi, tabakat-ı beşer muharebesine terk-i mevki ediyor. Zira beşer esir olmak istemediği gibi, ecîr olmak da istemez. Galib olsa idik, hasmımız düşmanımız elindeki cereyan-ı müstebidaneye belki daha şedidane kapılacak idik. Halbuki o cereyan hem zalimane, hem tabiat-ı Âlem-i İslâma münafı, hem ehl-i imanın ekseriyet-i mutlakasının menfaatine mübayin, hem ömrü kısa, parçalanmaya namzeddir. Eğer ona yapışsa idik, âlem-i İslâmı fıtratına tabiatına muhalif bir yola sürecek idik.

Şu medeniyet-i habise ki, biz ondan yalnız zarar gördük. Ve nazar-ı şeriatta merdud ve seyyiatı hasenatına galebe ettiğinden; maslahat-ı beşer fetvasıyla mensuh ve intibah-ı beşerle mahkûm-u inkıraz, sefih, mütemerrid, gaddar, manen vahşi bir medeniyetin himayesini Asya'da deruhde edecek idik.

Meclisten biri dedi: Neden Şeriat şu medeniyeti reddediyor? (*)

[(*) : Bizim muradımız, medeniyetin mehasini ve beşere menfaati bulunan iyilikleridir. Yoksa medeniyetin günahları seyyiatları değil ki; ahmaklar o seyyiatları o sefahetleri mehasin zannedip taklid edip malımızı harab ettiler. Medeniyetin günahları, iyiliklerine galebe edip seyyiatı hasenatına râcih gelmekle, beşer iki harb-i umumî ile iki dehşetli tokat yeyip o günahkâr medeniyeti zir ü zeber edip öyle bir kustu ki yeryüzünü kanla bulaştırdı. İnşaallah istikbaldeki İslamiyet'in kuvvetiyle medeniyetin mehasini galebe edecek, zemin yüzünü pisliklerden temizliyecek, sulh-u umumiyi de temin edecek.]

Dedim: Çünki beş menfi esas üzerine teessüs etmiştir. Nokta-i istinadı kuvvettir. O ise şe'ni, tecavüzdür. Hedef i kasdı, menfaattır. O ise şe'ni, tezahümdür. Hayatta düsturu cidaldir. 0 ise şe'ni, tenazu'dur. Kitleler mabeynindeki rabıtası, âheri yutmakla beslenen unsuriyet ve menfi milliyettir. O ise şe'ni, böyle müdhiş tesadümdür. Cazibedar hizmeti, heva ve hevesi teşci' ve arzularını tatmin ve metalibini teshildir. O heva ise şe'ni, insaniyeti derece-i melekiyeden dereke-i kelbiyete indirmektir, insanın mesh-i manevîsine sebeb olmaktır. Bu medenilerden çoğu, eğer içi dışına çevrilse kurt, ayı, yılan, hınzır, maymun postu görülecek gibi hayale gelir. İşte onun için bu medeniyet-i hazıra, beşerin yüzde seksenini meşakkate şekavete atmış; onunu mümevveh (hayalî) saadete çıkarmış, diğer onu da beynebeyne (ikisi ortası) bırakmış. Saadet odur ki: Külle ya eksere saadet ola. Bu ise ekall-i kalilindir ki, nev-i beşere rahmet olan Kur'an ancak umumun, lâakal ekseriyetin saadetini tazammun eden bir medeniyeti kabul eder. Hem serbest hevanın tahakkümüyle, havaic-i gayr-ı zarııriye havaic-i zaruriye hükmüne geçmişlerdir. Bedeviyette bir adam dört şeye muhtaç iken; medeniyet yüz şeye muhtaç ve fakir etmiştir. Sa'y masrafa kâfı gelmediğinden hileye harama sevketmekle ahlâkın esasını şu noktadan ifsad etmiştir. Cemaate nev'e verdiği servet haşmete bedel, ferdi şahsı fakir, ahlâksız etmiştir. Kurun-u Ulânın mecmu-u vahşetini bu medeniyet bir defada kustu!

Âlem-i İslâm'ın şu medeniyete karşı istinkâfı ve soğuk davranması ve kabulde ızdırabı cay-i dikkattir. Zira istiğna ve istiklaliyet hassasıyla mümtaz olan şeriattaki İlahî hidayet, Roma felsefesinin dehasıyla aşılanmaz, imtizac etmez, bel' olunmaz, tabi olmaz... Bir asıldan tev'em (ikiz) olarak neş'et eden eski Roma ve Yunan iki dehaları; su ve yağ gibi mürur-u a'sar (asırlar), medeniyet ve Hristiyanlığın temzicine çalıştığı halde, yine istiklallerini muhafaza, adeta tenasuhla o iki ruh şimdi de başka şekillerde yaşıyorlar. Onlar tev'em ve esbab-ı temzic varken imtizac olunmazsa, şeriatın ruhu olan nur-u hidayet, o muzlim pis medeniyetin esası olan Roma dehasıyla hiçbir vakit mezc olunmaz, bel' olunmaz...

Dediler: Şeriat-ı Garra'daki medeniyet nasıldır?

Dedim: Şeriat-ı Ahmediye'nin (A.S.M) tazammun ettiği ve emrettiği medeniyet ise ki, medeniyet-i hazıranın inkişaından inkişaf edecektir. Onun menfi esasları yerine müsbet esaslar vaz'eder. İşte nokta-i istinad, kuvvete bedel haktır ki, şe'ni adalet ve tevazündür. Hedef de menfaat yerine fazilettir ki, şe'ni muhabbet ve tecazübdür. Cihet-ül vahdet de unsuriyet ve milliyet yerine, rabıta-i dinî, vatanî, sınıfidir ki, şe'ni samimi uhuvvet ve müsalemet ve haricin tecavüzüne karşı yalnız tedafü'dür. Hayatta düstur-u cidal yerine düstur-u teavündür ki, şe'ni ittihad ve tesanüddür. Heva yerine hüdadır ki, şe'ni insaniyeten terakki ve ruhen tekâmüldür. Hevayı tahdid eder, nefsin hevesat-ı süfliyesinin teshiline bedel, ruhun hissiyat-ı ulviyesini tatmin eder.

Demek biz mağlubiyetle ikinci cereyana takıldık ki, mazlumların ve cumhurun cereyanıdır. Başkalarından yüzde seksen fakir ve mazlumsa; İslâmdan doksan, belki doksanbeştir. Âlem-i İslâm şu ikinci cereyana karşı lâkayd veya muarız kalmakla, hem istinadsız hem bütün emeğini heder hem onun istilasıyla istihaleye maruz kalmaktan ise, âkılane davranıp onu İslâmî bir tarza çevirip kendine hâdim kılmaktır. Zira düşmanın düşmanı, düşman kaldıkça dosttur. Nasılki düşmanın dostu, dost kaldıkça düşmandır. Şu iki cereyan birbirine zıd, hedefleri zıd, menfaatleri zıd olduğundan; birincisi dese "Öl!", diğeri diyecek "Diril!". Birinin menfaatı, zarar - ihtilaf - tedenni - za'fuyumamızı istilzam ettiği gibi; ötekinin menfaatı dahi, kuvvetimizi ittihadımızı bizzarure iktiza eder.

Şark husumeti, İslâm inkişafinı boğuyordu; zail oldu ve olmalı. Garb husumeti, İslâm'ın ittihadına, uhuvvetin inkişafına en müessir sebebdir, baki kalmalı.

Birden o meclisden tasdik emareleri tezahür etti. Dediler: "Evet ümidvar olunuz, şu istikbal inkılabı içinde en yüksek gür sada, İslâmın sadası olacaktır!..."

Tekrar biri sordu: Musibet cinayetin neticesi, mükâfatın mukaddemesidir. Hangi fiilinizle kadere fetva verdiniz ki, şu musibetle hükmetti. Musibet-i amme, ekseriyetin hatasına terettüb eder. Hazırda mükâfatınız nedir?

Dedim: Mukaddemesi, üç mühim erkân-ı İslâmiyedeki ihmalimizdir: Salat, savm, zekat. Zira yirmidört saattan yalnız bir saatı, beş namaz için Hâlik Teâla bizden istedi. Tenbellik ettik. Beş sene yirmidört saat talim, meşakkat, tahrik ile bir nevi namaz kıldırdı.

Hem senede yalnız bir ay oruç için nefsimizden istedi. Nefsimize acıdık. Keffareten beş sene oruç tutturdu. On'dan ya kırktan yalnız biri, ihsan ettiği maldan zekat istedi. Buhl ettik, zulmettik. O da bizden müterakim zekatı aldı.

Mükâfat-ı hazıramız ise; fâsık, günahkâr bir milletten hums olan dört milyonu velayet derecesine çıkardı; gazilik, şehadetlik verdi. Müşterek hatadan neş'et eden müşterek musibet, mazi günahını sildi.

Yine biri dedi: Bir âmir, hata ile felakete atmış ise?

Dedim: Musibetzede mükâfat ister. Ya âmir-i hatadarın hasenatı verilecektir (o ise hiç hükmünde) veya hazine-i gayb verecektir. Hazine-i gaybda böyle işlerdeki mükâfatı ise, derece-i şehadet ve gaziliktir.

Baktım meclis istihsan etti. Heyecanımdan uyandım. Terli, el-pençe yatakta oturmuş kendimi buldum. 0 gece böyle geçti.

İstanbul'da İngilizler desiseleriyle Şeyhülislâmı ve diğer bazı ulemayı lehlerine çevirmeğe çalışmalarına mukabil, Bediüzzaman "Hutuvat-ı Sitte" adlı eseri ve İstanbul'daki faaliyeti ile; İngiliz'in âlem-i İslâm ve Türkler aleyhindeki müstemlekecilik siyasetini ve entrikalarını, tarihî düşmanlığını etrafa neşrederek Anadolu'daki Millî Kurtuluş Hareketini desteklemiş, bu hususta en büyük âmillerden birisi olmuştu.

Bediüzzaman 1920'de neşrettiği mezkûr Hutuvat-ı Sitte eserinde İngiliz'in aleyhimizdeki aldatıcı propagandasının içyüzünü efkâr-ı ammeye şöyle beyan ediyor:

"Herbir zamanın insî bir şeytanı vardır. Şimdi beşerde insan suretinde şeytanın vekili olan ruh-u gaddar, fitnekârane siyasetiyle cihanın her tarafına kundak sokan "El-Hannas" altı hutuvatıyla âlem-i İslâm'ı ifsad için insanlarda ve insan cemaatlarındaki habis menbaları ve tabiatlarındaki muzır madenleri fiilî propaganda ile işlettiriyor, zaif damarları buluyor.

Kiminin hırs-ı intikamını, kiminin hırs-ı cahını, kiminin tamaını, kiminin humkunu, kiminin dinsizliğini, hatta en garibi kiminin de taassubunu işletip siyasetine vasıta ediyor.

Birinci Hatvesi:

Der veya dedirir: Siz kendiniz de dersiniz ki: Musibete müstehak oldunuz, kader zalim değil adalet eder. Öyle ise size karşı muameleme razı olunuz.

Şu vesveseye karşı demeliyiz: Kader-i İlahî isyanımız için musibet verir. Ona rızadade olmak, o günahtan tevbe demektir. Sen ey mel'un! Günahımız için değil, İslâmiyetimiz için zulmettin ve ediyorsun. Ona rıza ve ihtiyarla inkıyad etmek -neuzübillah. -İslâmiyet'ten nedamet ve yüz çevirmek demektir.

Evet aynı şeyi, hem musibettir Allah verir, adalet eder. Çünki günahımıza, şerrimize zecren ondan vazgeçirmek için verir. O şeyi aynı zamanda beşer verir, zulmeder. Çünki başka sebebe binaen ceza verir. Nasılki düşman-ı İslâm aynı şeyi bize icra ediyor. Çünki müslümanız.

İkinci Hatvesi:

Der ve dedirir: Başka kâfirlere dost olduğunuz gibi bana da dost ve tarafdar olunuz.Neden çekiniyorsunuz..

Şu vesveseye karşı deriz: Muavenet eli kabul etmek ayrıdır, adavet eli öpmek de ayrıdır. Bir kâfirin her bir sıfatı kâfir olmak ve küfründen neş'et etmek lâzım olmadığından İslâm'ın eski ve mütecaviz bir düşmanı def için bir kâfir muavenet eli uzatsa kabul etmek, İslâmiyet'e hizmettir.

Sen ise ey mel'un kâfir! Senin küfründen neş'et eden teskin kabul etmez husumet elini öpmek değil, temas etmek de İslâmiyet'e adavet etmek demektir.

Üçüncü Hatvesi:

Der veya dedirir: Şimdiye kadar sizi idare edenler fenalık ettiler, karıştırdılar. Öyle ise bana razı olunuz.

Bu vesveseye karşı deriz: Ey el-hannas! Onların fenalıklarının asıl sebebi de sensin. Âlemi onlara darlaştırdın, damar-ı hayatı kestin. Evlad-ı nameşruunu onlara karıştırdın. Dinsizliğe sevkederek dini rüşvet isterdin. Onlara bedel seni kabul etmek, müteneccis su ile necis olmuş bir libası hınzırın bevliyle yıkamak demektir. Sen yalnız hayvancasına bir hayat-ı sefilaneyi bize bırakıyorsun. İnsanca, İslâmca hayatı öldürüyorsun. Biz ise hem insancasına, hem İslâmcasına yaşamak istiyoruz. Senin ragmına yaşıyacağız!..

Dördüncü Hatvesi:

Der veya dedirtir: Sizi idare eden ve bana muhasım vaziyetini alanlar-ki Anadolu'daki sergerdeleridir- maksadları başkadır. Niyetleri din ve İslâmiyet değildir. .

Şu vesveseye karşı deriz: Vesilelerde niyetin tesiri azdır. Maksadın hakikatını tağyir etmez. Çünki maksud, vesilenin vücuduna terettüb eder. İçindeki niyete bakmaz. Meselâ: Ben bir defıne veya su bulmak için bir kuyu kazıyorum. Biri geldi, kendini saklamak veya orada müzahrafatını defnetmek için bana yardım ederek kazdı. Suyun çıkmasına ve define bulunmasına niyeti tesir etmez. Su, fiiline kazmasına bakar, niyetine bakmaz. Bunun gibi onlar bizi Kâbe'ye götürüyorlar, Kur'anı yüksek tutmak istiyorlar. Bütün felaketlerimizin menbaı olan Avrupa muhabbetine bedel, husumetini esas tutuyorlar. Niyetleri ne olursa olsun, bu maksadların hakikatını tağyir edemez.

Beşinci Hatvesi: Der: İrade-i hilafet, siyasetimin lehinde çıktı.

Şu vesveseye karşı deriz: Bir şahsın arzu-yu zatîsi ve emr-i hususîsi başkadır, ümmet namına emin olarak deruhde ettiği emanet-i hilafetten hasıl olan şahsiyet-i maneviyenin iradesi bambaşkadır. Bu irade bir akıldan çıkıp, bir kuvvete istinad ederek, âlem-i İslâm'ın maslahatını takib eder. Aklı ise, şûra-yı ümmettir; senin vesvesen değil. Kuvveti, müsellah ordusu, hür milletidir; senin süngülerin değildir. Maslahatta muhitten merkeze nazar edip, İslâm için faide-i uzmayı tercih etmektir. Yoksa aksine olarak merkezden muhite bakmakla âlem-i İslâm'ı bu devlete, bu devleti de Anadolu'ya, Anadolu'yu da İstanbul'a, İstanbul'u da hanedan-ı saltanata taarruz vaktinde feda eder gibi hod-endişane fikir ve irade, değil Vahdeddin gibi mütedeyyin bir zat, hatta en fâcir bir adam da yalnız ism-i hilafeti taşıdığı için ihtiyarıyla etmez. Demek mükrehtir. O halde ona itaat, adem-i itaattır.

Altıncı Hatvesi: Der ki: Bana karşı mukavemetiniz beyhudedir. Müttefikiniz beraberken yapamadığınız şeyi, şimdi nasıl yapacaksınız?

Şu vesveseye karşı deriz: En ziyade hile ve fitne kuvvetiyle ayakta duran azametli kuvvetin bizi ye'se düşürmüyor. Evvela hile ve fitne perde altında kaldıkça tesir eder. Zahire çıkmakla iflas eder, kuvveti söner. Perde öyle yırtılmış ki, senin yalanın, hilen, fitnen hezeyana, maskaralığa inkılab edip akîm kalıyor. Bu defa ki Anadolu'ya karşı ......... gibi.

Saniyen: O kof kuvvetin yüzde doksanı, sana karşı itilaf kabul etmez muhasım bir cereyan atalete mahkum ediyor. Fazla kalan kuvvetinle, dert ve dermanda müşterek olan âlem-i İslâm'ı susturacak, depretmiyecek derecede eskisi gibi bir istibdad altında tutmak; ihtimal versen, şeytan iken eşeğin eşeği olursun. Hey ekpek-ül küpeka..! Köpekten tekeppük etmiş köpek!...

Salisen: Madem ki öldürüyorsun, ölmek iki suretledir: Birinci suret: Senin ayağına düşmek, teslim olmak suretinde ruhumuzu, vicdanımızı ellerimizle öldürmek; cesedi de güya ruhumuza kısasen sana telef ettirmektir. İkinci suret: Senin yüzüne tükürmek, gözüne tokat vurmakla. Ruh ve kalbimiz sağ kalır, cesed de şehid olur. Akide-i faziletimiz tahkir edilmez, İslâmiyet'in izzetiyle istihza edilmez. Elhasıl: İslâmiyet muhabbeti, senin husumetini istilzam eder. Cebrail, şeytan ile barışamaz.

Siyasetimizde en acınacak, en ebleh bir akıl varsa, o da öylelerin aklıdır ki; (İ.G.Z.) milletinin ihtiras ve menfaatını, İslâmiyet'in menfaat ve izzetiyle kabil-i tevfik görüyor. Burada en sefil ve en ahmak kalb öylelerin kalbidir ki; hayatı onun himayeti altında kabul eder. Hayatımızı onun himayeti altında kabil görüyor. Çünki öyle bir şarta hayatımızı ta'lik ediyor ki, muhal ender muhaldir.

Der: Yaşayınız, fakat bir tek adam bana hıyanet etse yakarım, yıkarım!.. Şayet bir adam hakka sadakat namına onun kâfirane zulmüne karşı hıyanet etse Ayasofya'ya iltica etse, milyarlara değer o mukaddes binayı harab eder. Veyahut bir köyde ona bir hain bulunsa, çoluk çocuğuyla mahvetmek veya bir cemaatta ona muzır biri varsa cemaatı ifna etmek, her vakit kendinde salahiyet görüyor. Lânet o medeniyete ki, ona o salahiyeti vermiş.

Acaba bütün millet bir kalbde, hem münafık hançer zulmünden mütelezziz olacak ahmak bir kalbde ittifakından daha muhal ne var? Şeytan gibi hasis işleri, fena ahlâkları teşci' ve himaye eder, iyi hisleri söndürür. Hem insanî, İslâmî hayatı men'etmekle beraber muvakkat hayvanî bir hayatı, iki genc-i mücehhez, pençeli, ekseriyeti kazanmak için imhayı esas program yapmış iki kelbi iki ciğerimize musallat ederek bizi silahdan tecrid ediyor. İşte onun himayeti, işte hayatımız...

O hasım, gösterdiği kin ve husumet harbden neş'et etme değildir. Harbden olsaydı tabii mağlubiyetimizle sairlerin husumeti gibi sükûnet bulurdu. Hem hasmın uzakta çirkin yüzündeki riyakârane çizgileri güzel zannedilirdi. Yakında görenler inşaallah daha aldanmaz..!

Korkaklıkta darb-ı mesel hükmünde olan tavuk, çocukları yanında iken şefkat-i cinsiye sebebiyle camusa saldırır. İşte dehşetli bir cesaret.

Hem darb-ı mesel olmuş "keçinin kurttan havfı" ızdırar vaktinde mukavemete inkılab eder. Boynuzuyla kurdun karnını deldiği vakidir. İşte hârika bir şecaat. Fıtrî meyelan, mukavemetsûzdur. Bir avuç su kalın bir demir gülle içinde atılsa, kışta soğuğa maruz bırakılsa meyl-i inbisat demiri parçalar. Evet şefkatli tavuk cesareti, hamiyetli keçi ızdırarî şecaatı gibi... Fıtrî bir heyecan demir güllede su gibi, zulmün bürudetli husumet-i kâfiranesine maruz kaldıkça herşeyi parçalar. Rus mojikleri buna şahiddir.

Bununla beraber imanın mahiyetindeki hârikulâde şehamet, izzet-i İslâmiyet'in tabiatındaki âlem-pesend şecaat, uhuvvet-i İslâmiyenin intibahıyla her vakit mucizeleri gösterebilir." (A.B. 114-119) diyerek İngiliz emperyalizmine karşı idamı da göze alarak mukabele etmiştir. Hem yine İngilizlere karşı başka bir beyanatında şöyle diyor:

"Bir zaman İngiliz Devleti, İstanbul Boğazı'nın toplarını tahrib ve İstanbul'u istila ettiği hengamda, o devletin en büyük daire-i diniyesi olan Anglikan Kilisesinin başpapazı tarafından, Meşihat-ı İslâmiye'den dinî altı sual soruldu. Ben de o zaman, Dar-ül Hikmet-il İslâmiye'nin azası idim. Bana dediler: "Bir cevab ver. Onlar, altı suallerine altıyüz kelime ile cevab istiyorlar." Ben dedim: "Altıyüz kelime ile değil, altı kelime ile değil, hatta bir kelime ile değil, belki bir tükürük ile cevab veriyorum. Çünki o devlet, işte görüyorsunuz ayağını boğazımıza bastığı dakikada, onun papazı mağrurane üstümüzde sual sormasına karşı, yüzüne tükürmek lâzım geliyor... Tükürün o ehl-i zulmün o merhametsiz yüzüne!.. demiştim." (T.H.138)

Evet 1921 senesinde İngiltere'nin en büyük dinî dairesi olan Anglikan Kilisesi başpapazının Meşihat-ı İslâmiye'den sorduğu mezkûr suale, o zaman Dar-ül Hikmet-il İslâmiye azası olan Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin verdiği nim-manzum cevabı şöyledir:

"Bir zaman bî-aman İslâm'ın düşmanı, siyasî bir dessas, yüksekte kendini göstermek isteyen vesvas bir papaz, desise niyetiyle, hem inkâr suretinde, hem de boğazımızı pençesiyle sıktığı bir zaman-ı elîmde, pek şematetkârane bir istifhamiyle dört şey sordu bizden. Altıyüz kelime istedi. Şematetine karşı, yüzüne "tuh!" demek; desisesine karşı, küsmekle sükût etmek; inkârına karşı da, tokmak gibi bir cevab-ı müskit vermek lâzımdı. Onu muhatab etmem. Bir hak-perest adama böyle cevabımız var. O dedi birincide:

"Muhammed (Aleyhissalatü Vesselâm) dini nedir?"

Dedim: İşte Kur'andır. Erkân-ı sitte-i iman, erkân-ı hamse-i İslâm, esas maksad-ı Kur'an.

Der ikincisinde: "Fikir ve hayata ne vermiş?"

Dedim: Fikre tevhid, hayata istikamet. Buna dair şahidim:

Der üçüncüsünde: "Mezahim-i hazıra nasıl tedavi eder?"

Derim: Hurmet-i riba, hem vücub-u zekatla. Buna dair şahidim:

(2:276) da.

(2:275)

Der dördüncüsünde: "İhtilal-i beşere ne nazarla bakıyor?" Derim:

"Sa'y, asıl esastır. Servet-i insaniye zalimlerde toplanmaz, saklanmaz ellerinde. Buna dair şahidim:.(53:39)

(9:34)

(S. 74G)

"İstanbul'daki bu çok ehemmiyetli ve muvaffakiyetli hizmetinden, Türk Milletine pek ziyade menfaatler husule geldiğini müşahede eden Ankara Hükümeti; Bediüzzaman'ın kıymet ve ehemmiyetini takdir ederek Ankara'ya davet ederler. M. Kemal Paşa şifre ile davet etmiş ise de, cevaben:

-Ben tehlikeli yerde mücahede etmek istiyorum. Siper arkasında mücahede etmek hoşuma gitmiyor. Anadolu'dan ziyade, burayı daha tehlikeli görüyorum, demiştir.

Üç defa şifre ile davet ediliyor. Eski Van Valisi, dostu mebus Tahsin Bey vasıtasıyla davet edildiği için, nihayet karar verir ve Ankara'ya gelir. Ankara'da alkışlarla karşılanır. Fakat ümid ettiği muhiti bulamaz. Kendisi Hacı Bayram civarında ikamet eder. Meclis-i Meb'usanda dine karşı gördüğü lâkaydlık ve garblılaşmak bahanesi altında, Türk Milleti'nin kudsi mefahir-i tarihiyesi olan Şeair-i İslâmiyeden bir soğukluk gördüğü için, meb'usların ibadete bilhassa namaza müdavim olmalarının lüzum ve ehemmiyetine dair bir beyanname neşreder ve meb'uslara dağıtır.

Kâzım Karabekir Paşa da M. Kemal'e okur. 0 beyanname şudur:

"Ey mücahidîn-i İslâm ve ey ehl-i hall ve akd!..

Bu fakirin, bir mes'elede on sözünü, birkaç nasihatını dinlemenizi rica ediyorum.

1- Şu muzafferiyetteki hârikulâde nimet-i İlahiye bir şükür ister ki devam etsin, ziyade olsun. Yoksa nimet böyle şükür görmezse, gider. Madem ki Kur'anı, Allah'ın tevfıkiyle düşmanın hücumundan kurtardınız. Kur'anın en sarih ve en kat'i emri olan salât gibi feraizi imtisal etmeniz lâzımdır. Ta onun feyzi, böyle hârika suretinde üstünüzde tevali ve devam etsin.

2 - Âlem-i İslâm'ı mesrur ettiniz, muhabbet ve teveccühünü kazandınız. Lakin o teveccüh ve muhabbetin idamesi, şeair-i İslâmiyeyi iltizam ile olur. Zira müslümanlar, İslâmiyet hasebiyle sizi severler.

3 - Bu âlemde, evliyaullah hükmünde olan gazi ve şühedalara kumandanlık ettiniz!.. Kur'anın evamir-i kat'isine imtisal etmekle, öteki âlemde de o nurani güruha refik olmaya çalışmak, âlî himmetlilerin şe'nidir. Yoksa burada kumandan iken, orada bir neferden istimdad-ı nur etmeğe muztar kalacaksınız. Bu dünya-yı deniyye, şan ve şerefiyle öyle bir meta' değil ki, aklı başındaki insanları işba' etsin, tatmin etsin ve maksud-u bizzat olsun.

4 - Bu millet-i İslâm'ın cemaatleri, her ne kadar bir cemaat namazsız kalsa, hatta fâsık da olsa, yine başlarındakini mütedeyyin görmek ister. Hattâ umum şarkta, umum memurlara dair en evvel sordukları sual bu imiş: Acaba namaz kılıyorlar mı? derler, namaz kılarsa mutlak emniyet ederler; kılmazsa, ne kadar muktedir olsa nazarlarında müttehemdir.

Bir zaman Beytüşşebab aşairinde isyan vardı. Ben gittim sordum:

"Sebeb nedir?"

Dediler ki: "Kaymakamımız namaz kılmıyordu; öyle dinsizlere nasıl itaat edeceğiz?" Halbuki bu sözü söyliyenler de namazsız, hem de eşkiya idiler.

5 - Enbiyanın ekseri şarkta ve hükemanın ağlebi garbda gelmesi Kader-i Ezelî'nin bir remzidir ki, şarkı ayağa kaldıracak din ve kalbdir; akıl ve felsefe değildir.

Madem şarkı intibaha getirdiniz, fıtratına muvafık bir cereyan veriniz. Yoksa sa'yiniz ya hebâen-mensurâ gider veya sathî kalır.

6 - Hasmınız ve İslâmiyet düşmanı İngiliz, dindeki kayıdsızlığınızdan pek fazla istifade ettiler ve ediyorlar. Hattâ diyebilirim ki; Yunan kadar İslâm'a zarar veren, dinde ihmalinizden istifade eden insanlardır. Maslahat-ı İslâmiye ve selâmet-i millet namına bu ihmali, a'male tebdil etmeniz gerektir. Görülüyor ki; İttihadcıların o kadar azm ü sebatı ve fedakârlıklarıyla; hattâ İslâmın şu intibahına da sebeb oldukları halde, bir kısmı dinde lâübalilik tavrını gösterdikleri için, dâhildeki milletten nefret ve tezyif gördüler. Hariçteki İslâmlar, dindeki ihmallerini görmedikleri için, onlara takdir ve hürmet verdiler ve veriyorlar.

7 - Âlem-i küfür bütün vesaitiyle ve medeniyetiyle, felsefesiyle, fünunuyla, misyonerleriyle âlem-i İslâm'a hücum ve maddeten uzun zamandan beri galebe ettikleri halde âlem-i İslâm'a dinen galebe edemedi. Ve dahilî bütün firak-ı dâlle-i İslâmiye, birer kemmiye-i kalile-i muzırra suretinde mahkûm kaldığı ve İslâmiyet metanetini ve salabetini sünnet ve cemaatle muhafaza eylediği bir zamanda, lâübaliyane, Avrupa medeniyet-i habisesinden süzülen bir cereyan-ı bid'akârane sinesinde yer tutamaz. Demek âlem-i İslâm içinde mühim ve inkılabvari bir iş görmek; İslâmiyetin desatirine inkıyad ile olabilir, başka olamaz. Hem olmamış, olmuş ise çabuk ölüp sönmüş.

8 - Za'f-ı dine sebeb olan Avrupa medeniyet-i sefıhanesi yırtılmaya yüz tuttuğu bir zamanda ve medeniyet-i Kur'an'ın zaman-ı zuhuru geldiği bir anda, lâkaydane ve ihmalkârane müsbet bir iş görülmez. Menfıce tahribkârane iş ise, bu kadar rahnelere mâruz kalan İslâm, zaten muhtaç değildir.

9 - Sizin muzafferiyetinizi ve hizmetinizi takdir eden ve sizi seven, cumhur-u mü'minîndir ve bilhassa tabaka-i avamdır ki, sağlam müslümanlardır. Sizi ciddi sever ve tutar ve size minnettardır ve fedakârlığınızı takdir ederler ve intibaha gelmiş en cesim ve müdhiş bir kuvveti size takdim ederler. Siz dahi, evamir-i Kur'aniyeyi imtisal ile onlara ittisal ve istinad etmeniz, maslahat-ı İslâm namına zaruridir. Yoksa İslâmiyet'ten tecerrüd eden bedbaht, milliyetsiz, Avrupa meftunu, frenk mukallidlerini avam-ı müslimîne tercih etmek, maslahat-ı İslâm'a münafî olduğundan; âlem-i İslâm nazarını başka tarafa çevirecek ve başkasından istimdad edecektir.

10 - Bir yolda dokuz ihtimal-i helaket, tek bir ihtimal-i necat varsa; hayatından vazgeçmiş mecnun bir cesur lâzım ki o yola sülûk etsin. Şimdi, yirmidört saatten bir saati işgal eden namaz gibi zaruriyat-ı diniyenin imtisalinde yüzde doksan dokuz ihtimal-i necat var; yalnız gaflet, tenbellik haysiyetiyle, bir ihtimal zarar-ı dünyevî olabilir.

Halbuki feraizin terkinde, doksan dokuz ihtimal-i zarar var. Yalnız gaflete, dalâlete istinad eden tek bir ihtimal-i necat olabilir.

Acaba, dine ve dünyaya zarar olan ihmal ve feraizin terkine ne bahane bulunabilir? Hamiyet nasıl müsaade eder? Bahusus, bu mücahidîn kumandanlar ve büyük meclis taklid edilir. Kusurlarını, millet ya taklid veya tenkid edecek. İkisi de zarardır. Demek onlarda hukukullah, hukuk-u ibadı da tazammun ediyor. Sırr-ı tevatür ve icmaı tazammun eden hadsiz ihbaratı ve delaili dinlemiyen ve safsata-i nefs ve vesvese-i şeytandan gelen bir vehmi kabul eden adamlarla, hakiki ve ciddi iş görülmez. Şu inkılab-ı azîmin temel taşları sağlam gerek.

Şu meclisin şahsiyet-i mâneviyesi, sahib olduğu kuvvet cihetiyle, mâna-yı saltanatı deruhde etmiştir. Eğer şeair-i İslâmiyeyi bizzat imtisal etmek ve ettirmekle mâna-yı hilafeti dahi vekaleten deruhde etmezse; hayat için dört şeye muhtaç, fakat an'ane-i müstemirre ile günde lâakal beş defa dine muhtaç olan şu fıtratı bozulmayan ve lehviyat-ı medeniye ile ihtiyacat-ı ruhiyesini unutmayan milletin hâcât-ı diniyesini Meclis tatmin etmezse; bilmecburiye, mâna-yı hilafeti tamamen kabul ettiğiniz isme ve resme ve lafza verecek ve o mânayı idame etmek için, kuvveti dahi verecek. Halbuki Meclis elinde bulunmayan ve Meclis tarikiyle olmayan öyle bir kuvvet, inşikak-ı asâya sebebiyet verecektir. İnşikak-ı asâ ise,

(3:103) âyetine zıddır.

Zaman, cemaat zamanıdır. Cemaatın ruhu olan şahs-ı manevî daha metindir ve tenfiz-i ahkâm-ı şer'iyyeye daha ziyade muktedirdir. Halife-i şahsî, ancak ona istinad ile vezaifini deruhde edebilir. Cemaatın ruhu olan şahs-ı manevî eğer müstakim olsa, ziyade parlak ve kâmil olur. Eğer fena olsa, pek çok fena olur. Ferdin iyiliği de, fenalığı da mahduddur. Cemaatın gayr-ı mahduddur. Harice karşı kazandığınız iyiliği, dahildeki fenalıkla bozmayınız. Bilirsiniz ki; ebedî düşmanlarınız ve zıdlarınız ve hasımlarınız, İslâm'ın şeairini tahrib ediyorlar. Öyle ise zaruri vazifeniz, şeairi ihya ve muhafaza etmektir. Yoksa şuursuz olarak, şuurlu düşmana yardımdır. Şeairde tehavün, za'f-ı milliyeti gösterir. Za'f ise, düşmanı tevkif etmez, teşci' eder. (3:173)"

Bu meb'usana hitab, namaz kılanlara altmış meb'us daha ilave eder. Namazgâh olan küçücük odayı, büyük bir odaya tebdil ettirir. Bu parça; meb'uslara ve umum kumandanlara ve ülemalara okutturulmakla, reisle şiddetli bir münakaşaya sebebiyet verir. Bir gün divan-ı riyasette, elli-âltmış meb'us içinde, karşılıklı fikir teatisinde, M. Kemal Paşa:

-Sizin gibi kahraman bir hoca bize lâzımdır; sizi, yüksek fikirlerinizden istifade etmek için buraya çağırdık. Geldiniz, en evvel namaza dair şeyleri yazdınız, aramıza ihtilaf verdiniz, der. Bu söz üzerine Bediüzzaman, birkaç makul cevabı verdikten sonra, şiddetle ve hiddetle iki parmağını ileri uzatarak:

-Paşa .. paşa! İslâmiyet'te, imandan sonra en yüksek hakikat namazdır. Namaz kılmayan haindir, hainin hükmü merduddur, der. Fakat paşa tarziye verir, ilişemez." (T.H.138-143)

Bediüzzaman Hazretleri bu hâdiseyi kendileri şöyle anlatıyor:

"Ankara'da divan-ı riyasetinde pek çok meb'uslar varken Mustafa Kemal şiddetli bir hiddet ile divan-ı riyasetine girip, bana karşı bağırarak: "Seni buraya çağırdık ki, bize yüksek fikir beyan edesin. Sen geldin, namaza dair şeyler yazıp içimize ihtilaf verdin." Ben de onun hiddetine karşı dedim: "Namaz kılmayan haindir, hainin hükmü merduddur." Dehşetli bir pot kırdım. Hâzır meb'us dostlarım telaş ettikleri ve herhalde beni ezeceklerini tahmin ettikleri sırada, bana karşı bir nevi tarziye verip o mecliste hiddetini geri alması, âdeta dehşetli bir kuvveti ve hakikatı hissedip geri çekilmesi, ikinci gün hususi riyaset odasında: "Hücumat-ı Sitte"nin "Birinci Desise" içinde bulunan "Meselâ: Ayasofya Camii ehl-i fazl ve kemalden ilâ âhir..." cümlesinden başlıyan, tâ "İkinci Desise" ye kadar, bir saat tamamen ona söyledim. Bütün hissiyatını ve prensibini rencide ettiğim halde bana ilişmemesi, hatta taltifime çok çalışması, kat'iyyen bu üç cebbar fevkalâde kumandanların (*) bu üç acib hâletleri, âdeta Eski Said'den korkmaları, şüphesiz ki Risale-i Nur'un, ileride kahraman şâkirdlerin şahs-ı mânevîsinin hârika bir kuvveti ve Risale-i Nur'un parlak bir kerametidir." (E.L. I. 246)

(*) : Üç cebbar kumandanlar, aynı mektub içinde: 31 Mart Hâdisesinde Hareket Ordusunun başkumandanı Mahmud Şevket Paşa, İstanbul'un İngiliz işgalinde İngiliz başkumandanı ve M. Kemal Paşa olarak gösteriliyor.

Bediüzzaman; İlâhî kudretin tecellisiyle ve ihsanıyla, böyle en elzem bir vakitte, dine revaç verebilecek bir teşekkülün zuhuru dolayısıyla ve kendisi de beraber çalışmak ümidiyle Ankara'ya gelmişti. Avn-i İlâhî ve mucize-i Peygamberî ile düşman taarruzlarını def'eden ve milletin idaresinin başına geçen yeni Hükümet-i Cumhuriyede, doğrudan doğruya Kur'an'a istinad eden ve Âlem-i İslâm'ın vahdetini nokta-i istinad yapacak ve İslâmiyet'in hakikatında mevcud kuvve-i ulviye ile maddi ve manevi medeniyeti meydana getirecek bir niyet ve gayeyi bulundurmak ve aşılamak üzere mecliste çalışıyordu.

Fakat pek kuvvetli mâniler karşısına çıktı. Âlem-i İslâm'ı alâkadar eden ve bin üçyüz yıllık ümmetin, dehşetli tehlikesinden istiaze ettiği (Allah'a sığındığı) bir zamanı ve fitneyi ateşlendireceklerin kimler olduğunu anlamış bulunuyordu. Bir gün riyaset odasında, M. Kemal Paşa ile iki saat kadar konuştular. İslâm ve Türk düşmanlarının arasında nam kazanmak emeliyle, Şeair-i İslâmiyeyi tahrib etmenin, bu millet ve vatan ve Âlem-i İslâm hakkında büyük zarar tevlid edeceğini; eğer bir inkılâb yapmak icab ediyorsa, doğrudan doğruya İslâmiyet'e müteveccihen Kur'an'ın kudsi kanun-u esasîsi noktasından yapmak lâzım geldiği mealinde ihtarlarda bulunur." (T.H.145)

"M. Kemal Paşa itiraz ile, içindeki niyet ve hâlet-i ruhiyesini ifade ile, Bediüzzaman'ı kendine çekmek ve nüfuzundan istifade etmek ister. Ve Bediüzzaman'a meb'usluk, hem Darülhikmet'teki eski vazifesini, hem Şark'ta Şeyh Sünusî'nin yerine vaiz-i umumî, hem bir köşk tahsisi gibi teklifler yapar.

Bediüzzaman, rivayetlerde gelen eşhas-ı âhirzamana ait haberlerin mühim bir kısmını ve hürriyetten evvel İstanbul'da te'vilini söylediği Hadislerin ihbar ettiği âhirzamanın dehşetli şahıslannın Âlem-i İslâm ve insaniyette zuhur ettiğini görür. Ve yine gelen rivayetlerden, onlara karşı çıkacak ve mukabele edecek olan Hizb-ül-Kur'an hakkında, "O zamana yetiştiğiniz zaman, siyaset cânibiyle onlara galebe edilmez; ancak manevi kılınç hükmünde i'caz-ı Kur'an'ın nurlarıyla mukabele edilebilir." tavsiyesine müraatla; Ankara'da teşrik-i mesai edemiyeceği için, kendisine tevdi edilmek istenen mebusluk, Dar-ül Hikmet-il İslâmiye gibi Diyanet'teki azalığı, hem Vilayat-ı Şarkiye vaiz-i umumiliği tekliflerini kabul etmez. Kendisini fıkrinden vazgeçirmek için çalışan ve Ankara'dan ayrılmamasını rica için istasyona kadar gelen bir kısım mebusların da arzularına uyamıyacağını bildirerek Ankara'dan ayrılır, Van'a gider. Ve orada hayat-ı içtimaiyeden uzaklaşarak Erek Dağı eteğinde, Zernebad Suyu başında bir mağaracıkta idame-i hayat etmeye başlar." (T.H.147)

Bundan sonraki hayatında, iman hizmeti yolunda karşılaştığı meşakkatlara, sabır ve sebatla mukabele eder.

Yukarıda bahsi geçen hâdise ile alâkalı olarak Kur'an, dinî şahsiyetlerin siyasetin içine girip âlet edilmemeleri dersini verir.

"Van'da, mezkûr mağarada yaşamakta iken, Şark'ta ihtilal ve isyan hareketleri oluyor. "Sizin nüfuzunuz kuvvetlidir" diyerek yardım isteyen bir zâtın mektubuna: "Türk Milleti asırlardan beri İslâmiyet'e hizmet etmiş ve çok veliler yetiştirmiştir. Bunların torunlarına kılınç çekilmez, siz de çekmeyiniz; teşebbüsünüzden vazgeçiniz. Millet, irşad ve tenvir edilmelidir!" diye cevab gönderiyor. Fakat yine hükümet, Bediüzzaman'ı Garbî Anadolu'ya nefyediyor.

Evvelâ, Burdur Vilayetine askerî muhafızlarla nefyediliyor. Nihayet Burdur'da Said Nursî boş durmuyor, dinî musahabelerde bulunuyor, diye gizli din düşmanları tarafından rapor tanzim ettiriliyor ve gurbet hayatı içinde kendi kendine ölür gider düşüncesiyle dağlar arasında tenha bir yer olan Isparta Vilayetine bağlı Barla Nahiyesine gönderilmeye karar veriliyor." (T.H.150-151) 1926 senesinde Barla'ya gelen Bediüzzaman, Risale-i Nur namındaki eserlerini te'life başlıyor. Eserler elyazma olarak çoğaltılıp okunuyor.

"Risale-i Nur'un gittikçe inkişaf ettiğini, iman ve İslâmiyet'in kuvvetlenmeye başladığını anlayan gizli din düşmanları, "Bediüzzaman gizli cemiyet kuruyor, rejim aleyhindedir, rejimin temel nizamlarını yıkıyor!" gibi uydurma ve hükümeti aldatıcı tertib ve ittihamlarla 1935 senesinde Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesinde, idam kasdıyla ve muhakkak surette mahkûm edilmesi direktifıyle hakkında dâva açtırılıyor. Bunun üzerine, Dahiliye Vekili ve Jandarma Umum Kumandanı, teçhiz edilmiş askerî bir kıt'a ile birlikte Isparta'ya geliyorlar. Isparta-Afyon yolu boyunca süvari askerleri yerleştiriliyor. Isparta Vilayeti ve civarı, askerî birliklerle kontrol altında bulunduruluyor. Bir sabah vakti; mâsum ve mazlum Bediüzzaman inzivagâhından çıkarılarak, talebeleriyle beraber, elleri kelepçeli olarak kamyonlarla Eskişehir'e sevkediliyor. Yolda, Bediüzzaman ve talebelerine yakın bir alâka duyan Müfreze Kumandanı Ruhi Bey, kelepçeleri çözdürüyor. Bu suretle, namazlar kazaya bırakılmadan yola devam ediliyor. Hakikatı ve Bediüzzaman'ın masumiyetini idrak eden Müfreze Kumandanı, Bediüzzaman ve talebelerinin bir dostu olmuştur...

Yüzyirmi talebesiyle Eskişehir Hapishanesine getirilen Said Nursî, tam bir tecrid-i mutlak içerisine alınarak, kendisine ve talebelerine dehşetli işkenceler tatbikine başlanıyor. Bediüzzaman Said Nursî, kendisine yapılan bu işkence ve azablara rağmen, Otuzuncu Lem'a ve Birinci ve İkinci Şualar'ı te'lif ediyor. Hapisteki birçok kimseler Üstad Bediüzzaman hapse girdikten sonra ıslah-ı nefs ederek mütedeyyin bir hale geliyorlar."(T.H. 215)

"Burada, hârika bir hâdiseyi nakletmeden geçemiyeceğiz. Şöyle ki: Bediüzzaman hapiste iken, bir gün, o zamanın Eskişehir Müddei-umumisi Üstadı çarşıda görür. Hayret ve taaccüble ve vazifesine son vereceği ihtarıyla hapishane müdürüne: "Ne için Bediüzzaman'ı çarşıya çıkardınız? Şimdi çarşıda gördüm." Müdür de: Hâyır efendim! Bediüzzaman hapishanede, hattâ tecriddedir; bakınız." diye cevap verir. Bakarlar ki, Üstad yerindedir. Bu hârika vakıa adliyede şâyi olur. Hâkimler "Bu hale akıl erdiremiyorıız" diye birbirlerine naklederler.

Aynen bunun gibi bir vakıa da, Bediüzzaman Denizli hapsinde iken olmuştur. Üstadı, halk iki-üç defa muhtelif camilerde sabah namazında görür. Savcı işitir. Hapishane müdürüne pür-hiddet: Bediüzzaman'ı sabah namazında dışarıya, camiye çıkarmışsınız, der.

Tahkikat yapar ki, Üstad hapishaneden dışarı kat'iyyen çıkarılmamış.

Eskişehir hapishanesinde iken de; bir Cuma günü, hapishane müdürü, kâtip ile otururken bir ses duyuyor: "Müdür bey! Müdür bey!"

Müdür bakıyor. Bediüzzaman yüksek bir sesle: "Benim mutlaka bugün Ak Cami'de bulunmam lâzım."

Müdür: "Peki Efendi Hazretleri" diye cevap veriyor. Kendi kendine: "Herhalde, Hoca Efendi kendisinin hapiste olduğunu ve dışarıya çıkamıyacağını bilemiyor" diye söylenir ve odasına çekilir. Öğle vakti; Bediüzzaman'ın gönlünü alayım, Ak Cami'ye gidemiyeceğini izah edeyim düşüncesiyle Üstadın koğuşuna gider. Koğuş penceresinden bakar ki, Bediüzzaman içeride yok! Hemen jandarmaya sorar, "İçeride idi, hem kapı kilitli" cevabını alır. Derhal camiye koşar. Bediüzzaman'ın ileride, birinci safta, sağ tarafta namaz kıldığını görür. Namazın sonlarında Bediüzzaman'ı yerinde göremeyip, hemen hapishaneye döner. Hazret-i Üstad'ın "Allahu Ekber" diyerek secdeye kapandığını hayretler içerisinde görür. (Bu hâdiseyi bizzat o zamanki hapishane müdürü anlatmıştır.)" (T.H. 217)

27 Mart 1936'da Eskişehir hapsinden tahliye edilen Bediüzzaman, Kastamonu'da ikamete mecbur edildi.

"Risale-i Nur'un neşriyat ve fütuhat dairesi gittikçe genişliyor... İştiyakla Nurları okuyanlar, günden güne ziyadeleşiyor. Risale-i Nur'daki hârika kuvvet ve tesiratın neticesini müşahede eden gizli İslâmiyet düşmanları, yine bir entrika çevirip Risale-i Nur'a ve müellif Bediüzzaman'a suikasdla: "Bediüzzaman gizli cemiyet kuruyor, halkı hükümet aleyhine çeviriyor, inkılabları kökünden yıkıyor, Mustafa Kemal'e deccal, süfyan, din yıkıcısı diyor, bunu Hadislerle isbat ediyor." gibi bir sürü bahaneler ve planlarla ittiham edilerek Kastamonu'dan Denizli Ağırceza Mahkemesine, yüz yirmialtı talebesiyle beraber 1943 senesinde sevkediliyor. Sonra, Risale-i Nur Külliyatında siyasî bir mevzu olup olmadığını tedkik için bir kaç memurdan müteşekkil bir ehl-i vukuf teşkil edilerek, müsadere edilen Nur Risaleleri ve mektublar tedkike başlanınca, Bediüzzaman "Bu vukufsuz ehl-i vukuf, Risale-i Nur'u tedkik edemez. Ankara'da yüksek, ilmî bir ehl-i vukuf teşkil ettirilsin. Avrupa'dan feylesoflar getirilsin. Eğer onlar bir suç bulurlarsa, en ağır cezaya razıyım." der.

Bunun üzerine Risale-i Nur Külliyatı ve bütün mektublar Ankara'da profesörler ve yüksek âlimlerden mürekkeb bir ehl-i vukufa satır satır tedkik ettirilir. Ehl-i vukuf tarafından "Bediüzzaman'ın siyasî bir faaliyeti yoktur. Onun mesleğinde cemiyetçilik ve tarikatçılık mevcud değildir. Eserleri ilmî ve imanîdir, Kur'an'ın bir tefsiridir" diye rapor veriliyor. Mahkemeye verilişindeki ittihamlar, delilsiz ve isbatsız olduğu için, bir takım uydurma bahane ve tertiblerden ibaret olduğu anlaşılıyor. Neticede, Bediüzzaman büyük bir müdafaa yapıyor.Nihayet, mahkeme ittifakla 15/6/1944 tarih ve 199/136 sayılı beraet kararını veriyor. Yüzotuz parça Risale-i Nur Külliyatının hepsine serbestiyet verip, sahiblerine tamamen iade ediyor. Beraet kararını, Temyiz Birinci Ceza Dairesi, 30/12/1944 tarihli ilamla ittifakla tasdik edip, Risale-i Nur dâvâsının hakkaniyeti kaziyye-i muhkeme halini alıyor.

Bediüzzaman ve talebelerinden bir kısmı hapiste dokuz ay kaldıktan sonra beraet kararı üzerine tahliye ediliyor. Fakat Said Nursî Hazretlerini hapishanede zehirliyorlar, ölüm tehlikesi geçiriyor. Cenab-ı Hakk'ın inayetiyle kurtuluyor." (T.H. 399)" Denizli Ağırceza Mahkemesinin Haziran 1944 tarihli beraet kararı ile hapisten tahliye olunan Nur talebeleri memleketlerine gitmişler, Üstad ise Ankara'dan bir emir alıncaya kadar Denizli'de Şehir Otelinde kalmıştır...

Said Nursî Denizli'de iki ay kaldıktan sonra, Afyon vilayetinin Emirdağ kazasında ikamete memur edilir. Emirdağ'ına 1944 senesi Ağustos ayında nefyedilir. İlk önce onbeş gün kadar bir otelde kalır, sonra kira ile bir eve yerleşir." (T.H. 458)

Bediüzzaman'ın Emirdağ'da zehirlenmesi:

"Bir siyasî memurun iğfali ve "imhası için yukarıdan emir aldık" demesine aldanan bir bekçibaşı, Üstad'ın penceresine geceleyin merdivenle çıkarak yemeğine zehir atmış, ertesi gün Üstad zehirlenerek kıvranmaya başlamıştır. Zehirin tesiri çok azîm olduğu halde, kendisi "Cevşen-ül Kebir gibi evrad-ı kudsiyelerin feyziyle ölümden muhafaza olunuyorum. Fakat hastalık, ızdırab çok şiddetlidir." derdi. Bir hafta kadar aç susuz denecek bir halde perişan bir vaziyette inlemiş, sonra biiznillah şifa bulup, tekrar tashihat gibi Risale-i Nur vazifeleriyle iştigale başlamıştı.

Bu şiddetli hastalık zamanlarında asla namazlarını terketmedi. Yalnız ikinci ve üçüncü zehirlenmek zamanında, tahammülü gayrıkabil bir hastalıkta iki üç gün farzını yatağında ancak kılabildi.

Ölüm tehlikesi geçirdiği günlerde, bir gece sabaha kadar yanında nöbet bekleyip gözyaşları içinde Üstad'a dikkat eden iki talebesi diyor:

"Sabaha yakın, gözleri kapalı olduğu halde doğruldu, ellerini dergah-ı İlahiyeye açıp yavaş bir sesle birkaç kelime ile Risale-i Nur hizmetinin inkişafına ve talebelerinin selâmetine dua etti. Sonra bayılmış vaziyette yatağa düştü."

Hizmetini sıra ile iki üç genç-talebesi ifa ederdi. Bir müddet onlar da men'edilmişse de, çalışkan talebeleri hizmetinden asla vazgeçmiyerek yüksek bir fedakârlık gösterdiler." (T.H. 461)

Bediüzzaman 1944'te Denizli Mahkemesinde beraet ettiği halde, Afyon vilayetine bağlı Emirdağ kazasında ikamete memur ediliyor. Orada kendi âhireti ve Risale-i Nur'la meşgul olurken 1948 senesinde bir sürü bahanelerle, elli Risale-i Nur talebesiyle birlikte Afyon Ağırceza Mahkemesine sevkediliyor ve hapse konuluyor.

Yapılan derin ve uzun tahkikat neticesinde, bir tek suç delili bulunamıyor. Fakat ne oldu ise oldu, ne yaptılarsa yaptılar, nihayet mahkeme güya kanaat-ı vicdaniye ile Bediüzzaman'a 20 ay ve müdakkik bir âlime 18 ay, yirmiiki kişiye de altışar ay hüküm veriyor. Diğerlerine de beraet veriyor.

Mahkûmiyet kararı hemen temyiz ediliyor. Temyiz Mahkemesi kısa bir zamanda tedkikatını bitirerek:

"Madem Bediüzzaman Said Nursî Denizli Mahkemesinde aynı suçtan beraet etmiş. Denizli Mahkemesinin kararı hatalı da olsa, Temyiz'in tasdikinden geçen bir dava tekrar taht-ı muhakemeye alınamaz." diye, verilen mahkûmiyet kararını esastan bozuyor.

Afyon Mahkemesi, Temyiz'in kararına uyulup uyulmayacağını uzun uzadıya düşünüyor... Nihayet uyulmasına karar veriyor. Sonra da noksanların ikmali için çalışmaya başlıyor. Fakat bu çalışma bir türlü tamamlanmıyor... Bediüzzaman ve talebeleri, hüküm kat'iyet kesbetmeden, verilen ceza müddetini hapishanede geçirdikten sonra tahliye edilmişlerdir." (T.H. 543)

Üstad Said Nursî, Afyon hapishanesinden 1949'da bir Eylül sabahı tahliye edildi. İki komiser arasında faytonla bir eve geldi. Üstad Afyon'da iki ay kadar ikametten sonra da Emirdağı'na geldi. Emirdağı'nda bir çok Risale-i Nur talebeleri vardı. Oradaki hizmet-i Nuriyeyi bu talebeler ifa ettiler." (T.H. s12)

"Temyiz'in bozma kararından sonra Afyon'da mahkeme devam ederken iktidarı ele alan Demokrat Parti hükümeti, umumi af ilan etti. Afyon Mahkemesi de af kanununun daire-i şumulüne girdiği için dosya ortadan kaldırıldı. Fakat mahkeme heyeti, Risale-i Nur eserlerinin beraetine karar vermedi, müsaderesine karar verdi. Bu karar 1956 tarihine kadar dev