Imam-i Rabbani Hazretleri

[b][color=blue]Gönül dalgınlığının ilacı, gönlünü Allahu Teala’ya vermiş olanların sohbetidir.”





Büyük İslam âlimi ve müceddid İmâm-ı Rabbâni Ahmedi Faruki SerhendiHazretleri, doğumlarının Hicri 458. Miladi 444. yılı




Nakşi yolunun büyüklerinden olan İmam-ı Rabbani Hazretleri, İslam’a sokulmaya çalışılan bid’atleri reddeden, İslam’ın özüne dönüşü ve ruhlarda yeniden dirilişi bayraklaştıran bir alim… Maddi ve manevi her türlü saldırıya reaksiyoner bir tavırla göğüs geren ve etkisi yaşadığımız yüzyıla kadar ulaşan büyük insan İmam-ı Rabbani Hazretleri, aynı zamanda ruhların mimarıdır. İmam-ı Rabbani Hazretleri'nin kabri, Hindistan'ın Pencab eyaleti Serhind şehrinde bulunmaktadır.


İMAM-I RABBANİ HAZRETLERİ
Hamd olsun, binler ve binler kere; hikmeti alemi ihata eden, Alemlerin Rabbi olan Allah-u Zül Celal Hz.ne. Öyle ki kullarını cehalete düşüp gazabının yoluna meyletmekten, rahmetinin bolluğuna güvenmekten alıkoyan O'dur. İsyandan sonra yapılan iyiliği sanki hiç günaha düşmemiş gibi kabul eden, şefkati gereği merhamet eden, azameti gereği bağışlayıcı olan Rabb-ül Âlemini sena ederiz. Ey pişman olanların sevgilisi, ey abidlerin sevinci, ey yalnızların dostu, ey Mefâhirimiz. Kulluğunla şerefyâbız.
Bendesi olmakla devlete eriştiğimiz Efendimiz Sâllahu aleyhi Vesellem Hazretlerine ve onun ehli beytine salat ve selam ederiz. O peygamber ki, onun hürmetine sıkıntılar ve belalar açılıp dağılır, hacet ve ihtiyaçlar onun hürmetine yerine getirilir. Maksatlara onun hürmetine ulaşılır, güzel sonuçlar onun hürmetine elde edilir. Onun şerefli yüzü hürmetine bulutlardaki yağmur istenilir. Allah'ım, onun ehl-i beytine de, ashabına da her an, her saniye, her nefes alacak zamanda, sana malum olan varlıklar sayısınca salat ve selam ederiz.
*****************
Şanı Yüce Mevlamız kullarını arındıktan sonra, kişilik bozukluğuna düşmek tehlikesinden, ilimsiz iman gafletinden, sakıncalı hallere meyletmek cehlinden, gevşeklikten, ihlâssız amelden korumak için onları peygamberlerle nimetlendirmiştir.
Peygamberliğin ilki Hz. Âdem’in, Hindistan’ın güney sahillerinde bulunan Serendib adasına, Hakk’ın yüce takdiri ile indirildiği rivayet edilir. Bu bereketin izleri, “Adem Toprağı” olarak vasıflandırabileceğimiz Hindistan yarım adasında, yokluğu çekilmeyen, eksikliği sezilmeyen “Rabbani kulların” çokluğu ile günümüze kadar varlığını hissettirmiştir. Hindistan’da yetişen yüzlerce büyük İslam âlimi insanlara doğru yolu gösterdiler, İslam dinine sokulmak istenen bid’atleri yok ettiler. Ubeydullâh-ı Ahrar, Muhammed Zâhid, Derviş Muhammed, Muhammed Bâki-billah, Nur Muhammed Bedvâni, Mazhâr-ı Cân-ı Cânân, Muhammed Ma’sum Fâruki, Senâullâh-ı Dehlevi, Abdullâh-ı Dehlevi, Abdülhak Dehlevi, Abdülaziz Dehlevi, Muînüddin Çeştî…. Kaddesaallahu sırrahul aziz.
İmâm-ı Rabbânî Müceddîd-i elf-i sânî Şeyh Ahmed-i Fârûkî Serhendî Hz. İse, Peygamberî yolun İlahi kaynaktan beslenen ve birkaç nesildir yolu gözlenen en kuvvetli meş’alelerinden biridir.
Onun insanlığa şevk ile inanç nurunu akıttığı devir, insanoğlunun nöbet nöbet geçirdiği “Artık dine, manevi değerlere ihtiyaç yok. İnsanlığın bütün ihtiyaçlarını, suallerinin cevabını akıl, fen ve felsefe ile cevaplandıracağız.” hastalığının nüksedip inkişaf ettiği devirdir. Çağımızdaki dinleri birbirleriyle buluşturma gayretinin ilk teşebbüslerini Ekber Şah'ın idaresindeki Babürlüler devletinde görüyoruz.
Ekber Şah, sapıklığın, dalaletin zirvesindeydi. O, Hinduizm, Hristiyanlık ve Müslümanlık gibi dinlerin, beğendiği taraflarını alarak yeni bir din kurma gayreti içindeydi. Ancak onun kurmaya çalıştığı din, en çok Hinduizmden etkileniyordu. Mecûsîlerden ateşe tapmayı, hristiyanlardan çan çalmayı, istavroz çıkarmayı, hindûlardan dînî gün ve bayramları, merasim ve törenlerle ruh göçünü, tenasüh inancını aldı. Devrin tasavvuf mensubu sayılan bazı kimseler, filozofların özellikle işrakiyye ve Revakiyye felsefelerinin varlıkla ilgili görüşlerini, Hind felsefesiylede karşılaştırarak anlatıyordu. Ortaya çıkan şey ise sapkın karma din felsefesinden başka bir şey değildi.
Hindistan topraklarında İslam 8. yüzyılın ilk yarısında yeşermeye başlamıştır. Nakşibendîliğin bu sahada neşv ü nema bulması ise, Şah-ı Nakşibend Hz.den bir buçuk asır sonraya tesadüf eder. Nakşibendî tasavvufî disiplinini Hindistan'a taşıyan ilk mürşid-i kamil; Mueyyeduddîn Muhammed el-Baki Billah Kabûlî Hz.dir. İşte İmam-ı Rabbani’yi yetiştiren zat odur.
Bir hac yolculuğu sırasında “Kabe’ye giderken Kabe’nin sahibini buldum” diyen İmam-ı Rabbani Hz., meclisinde Hakka vasıl olma yolunda kılavuzluk eden Bâki Billah Hz.ni bulmuştur. Şeyhine intisabından evvel, muhterem ve yüksek şahsiyetli babası Abdülehad Hz. den Kâdirî ve Çeştî icazetlerini almış bulunuyordu.
Onun çocukluğu da, ilmin ve ilahi aşkın aydınlık günlerinde geçmiştir. Küçük yaşında Kur’anı hıfzedecek kadar keskin bir zekâ, edebiyatta büyük istidat, muhteşem belagat, parlak fesahat, keskin görüş kabiliyeti, her şubesiyle devşirdiği ilimle harmanlanmıştı. 18 yaşında irşada mezun genç Ahmed Serhendî, 29. babası büyük Ömer-ül Faruk gibi hakkı batıldan ayıran, serbülendî bir er olarak nam salıyordu.
Bu kadar ilmi ve herkesin üstünde olgunluğu, tevazusu ile birlikte kalbi, Nakşbendiyye büyüklerinin aşkı ile yanıyor, bu yolda yazılmış kitapları okuyordu. Babasının vefatından bir sene sonra, hacca gitmek üzere Serhend'den yola çıktı.Bu yolculuğunda Delhi'ye varınca, orada tanıdıklarından ve Muhammed Bâki Billah
Hz.'nin talebelerinden olan Mevlânâ Hasan Keşmîrî ile görüştü.
İmâm-ı Rabbâni Hz.
— Muradımda Nakşibendî yolunun büyüklerinden birine intisap etmek vardır.
Hasan Keşmîrî
— Öyle ise sizi Bâki Billâh Hz. ile buluşturmak benim boynumun borcudur. Zira bugün Ahrâriyye yolunda bu ülkede başka büyük bir zât yoktur. Tâliblerin onun bir nazarıyla, bakışıyla kavuştukları mânevî derecelere, günlerce çekilen çileler ve çeşitli riyâzetlerle, nefsin istediklerini yapmamakla kavuşmak mümkün değildir..
İmâm-ı Rabbâni Hz.
— Bu Hicâz yolunda, böyle büyük bir âlimden, bu büyükler yolunun zikr ve usullerini almaktan daha iyi ne olur?
İlk buluşmalarında birkaç günlük beraberlikten sonra, sadrındaki kıymetin büyüklüğü ile Baki Billâh Hz.nin alakasını çeken İmâm-ı Rabbani Hz. hakkında mürşidi gördüğü fevkalade hali şöyle anlatır:
Baki Billâh Hz.
— Serhend’den Ahmed isminde bir genç geldi. İlimde son derece geniş bir kavrayış yeteneğine sahip. Birkaç gün yanımda kaldı. Bu süre içinde onun hakkında şu intibalara sahip oldum: İnşallah o, gelecekte halka hakikatleri açıklayan gerçek bir önder olacaktır.

Baki Billah Kaddesallahu sırrahul Aziz Hz.nin İki sene çağıldayan feyz ırmağı, İmam-ı Rabbani Hz.nin Ummanları ihata edebilecek kadar engin sadrında sükûna kavuştu. Sanki sırf onu irşad için Delhi’de mekan tutan Baki Billah Hz., mürîdindeki eşsiz gelişmenin hızlı neticesini görünce mürîdanı ve postu ona teslim etti. Mürşidleri hayattayken yeni bir şeyhe gönül bağlamak imtihanı ile karşı karşıya kalan müridlerden bazıları, büyük manevi imtihanlar geçirdiler.
Baki Billâh Hz.
— Ey Serhend ilinin aslanlar yetiştiren toprağının evladı, yolumuzun tam icazetini aldın…
Memleketine dön ve irşad halkanı kur. Bundan sonra evlatlar senin eteğine yapışsınlar!
Bir mürid:
— İmam-ı Rabbani’ye bağlanmam emrolununca, büyüğüme, bunu yapamayacağımı ve kalbimin kendi kalbine karşı olduğunu söyledim. Şeyhim kızdı:
Baki Billâh Hz.
— Sen Ahmed’i ne sanıyorsun! Onun güneş gibi kalbi bizim gibi binlerce yıldız örter! Teslim Ol!
İmam-ı Rabbani Hz. Kendi kendine:
— Bu fakir, bu yola girmek isteği baş gösterince, yüce Allah’ın yardımı imdadıma yetişip beni hidayete kavuşturdu; üstadımız Müeyyedüdin Muhammed Baki Billâh ile buluşturdu. O da bu fakire, Allah ismini zikretmeyi öğretti. Bu fakir de görülen bütün emareler şeyhimin tezahürü ve eseridir.
İmâm-ı Rabbânî Hz. memleketine gelince ilim ve edep öğretmeye, isteklileri yetiştirmeğe ve yükseltmeğe başladı. Şöhreti her yere yayılıp, her taraftan âşıkları, onun ilminden ve feyzinden faydalanmaya geliyordu. Talebelerine Beydâvî Tefsîrî, Sahîh-i Buhârî, Mişkât-i Mesâbîh, Avârif-ül-Ma'ârif, Üsûl-i Pezdevî, Hidâye ve Şerh-i Mevâkıf gibi bâzı din kitaplarını ders olarak okuturdu.


Zamanının pâdişâhlarını, vâli, kumandan, âlim ve hâkimlerini, çok tesirli mektupları ile, dîne, sünnet-i seniyyeye teşvik ediyor, çok âlim ve velî yetiştiriyordu. Bu kudretli zatın tesiriyle Nakşibendîlik, Hindistan’da süratle yayılmıştır.
Karışık ve sultanların uluhiyyet iddiasına kalkıştığı bir dönemde yetişen İmam-ı Rabbani Hz., çok büyük bir mücadele verdi. Silahsız ve kimsesiz bu gönül mücahidi, tek başına güzellikler dini İslam'ı savundu.
Ekber Şah, İslam aleyhtarlığını o kadar ileri götürmüştü ki, onun döneminde ezan okumak, cenaze namazı kılmak, Arapça öğrenmek, dini ilimleri tahsil etmek dahi yasaklar arasına girmişti.
Ekber Şah’ın dini konularla ilgili olarak kendisine danışman seçtiği Ebu’l-Fazl, hükümdarın akıl ve mantık dışı hareketlerini onaylamakla kalmıyor, bir de onları ibadet gibi göstermek çabası içerisine giriyordu. Yazdığı kasidelerde onu ilahi bir görevle gelmiş gibi göstermekten çekinmiyordu.
Ahmed Faruki Hazretleri, Ekberâbad şehrine giderek kendisine ulaştırılmak üzere hükümdarın yakınlarına şunları söyledi:
İmâm-ı Rabbâni Hz.:
— Padişah, Allah Teala’ya ve onun Resul’üne asi olmuştur. Benim tarafımdan kendisine söyleyip hatırlatın ki onun padişahlığı da, kudreti de, iktidarı da, askeri de, ordusu da, aklına bile gelmeyen müthiş bir musibetle dağılacak perişan olacaktır. Tövbe edip Allah Resulünün yolunu tutsun. Aksi halde, Allah’ın kahrını ve gazabını beklesin.
Hükümdarın yakınları bu uyarıyı kendisine iletip gittiği batıl yoldan dönmesi için çalıştılarsa da o, başlattığı hareketin başarıya ulaşacağına kendisini inandırmıştı.
O sırada gördüğü bir rüyanın etkisiyle olsa gerek “isteyen İslam dininde kalır isteyen padişahın dinini seçer” şeklinde, Müslümanlar üzerindeki baskıyı hafifleten bir ferman yayınladı. İmam-ı Rabbâni Hz.nin eliyle Nakşibendilik, Hindistanın her yerinde “karma din” mantığı ile yürütülen, dinleri birleştirme hareketine savunma olarak, çok önemli bir rol üstlenmiştir. Bu hususun araştırmacılar tarafından incelenmesi ve müşahhas verilerin derlenmesi, günümüzde de ortaya atılan bir takım safsataları, bertaraf etmek için izlenilen yöntemleri belirlemede ufuk açıcı ve yol gösterici olacaktır.
Ekber Şah'dan sonra oğulları arasında çıkan saltanat mücadelesini Cihangir kazandı. Cihangir babasının dini siyasetini beğenmeyenlerin desteğini almıştı. Bu da Müslümanların, eski dönemin sıkıntısından nisbeten kurtulmasını sağlamıştı. Ancak İmam-ı Rabbani için sıkıntılar devam ediyordu. Hükümdarın huzuruna girerken secde etmeyi kabul etmediğinden hapse atıldı. 3 yıla yakın hapis hayatından sonra, Cinhangir’in pişman olması üzerine hapis hayatından kurtuldu. Hükümdar, vefatına kadar onu müşavir olarak kabul edip, sohbetlerinde bulundu, ondan istifade etti. İmam-ı Rabbani Hz., yönetimin en üst kademesine olan bu yakınlığı İslam lehine kullandı. İslam, Hind topraklarında, İmam-ı Rabbani Hz.nin hükümdara yaptığı telkinlerle bir parça soluk alma imkânına kavuşabildi.
Tasavvufa, ruhbanlık ve felsefi cereyanlardan sokulmak istenen düşünceleri atıp onu asıl kaynağı olan Kur'an ve Sünnet çizgisine getirdi. Halk arasında yayılan bid'at ve cahiliyye adetlerini temizleyerek, şeriata bağlılığı perçinledi.
İmam-ı Rabbanî Hz., her bid'atin bir sünneti ortadan kaldırmasından dolayı bid'atlerle çok mücadele etmiştir. Bıd'atlerin sünnetleri kaldırdığını örneklerle anlatırken şunları buyurmaktadır.
İmâm-ı Rabbâni Hz.:
— Mesela bazı şeyhler, sarıklarının uçunu sol taraftan sarkıtırlar. Bunu da iyi ve makbul sayarlar. Oysaki sarığın uçunun iki omuz arasından sarkıtılması sünnettir. Sarığını sol taraftan sarkıtma bid'ati işleyen kimse böylece bir sünneti ortadan kaldırmış olmaktadır.
Bunun daha ileri derecesinin ise, namaza niyyet konusunda olduğunu anlatır.
İmâm-ı Rabbâni Hz.:
— Namaza niyyet konusunda, dil ile niyyetin tekrarlanması sünnette yoktur. Bazı âlimler, kalb ile niyyete yardımcı olur, düşüncesiyle bu görüşü benimsemişlerdir. Bazıları da sadece dil ile niyyeti kafi görmüşlerdir. Sadece dil ile niyyeti kafi görmek bir farzın ortadan kaldırılması sonucunu doğuracak kadar tehlikeli bir bid'attir.
Çünkü namaza uyanık bir kalb île niyyet farzdır. Dil ile niyyeti yeterli görmek bu farzı ortadan kaldırmaktır.
İmam-ı Rabbani Hz. Hindûların bir takım bayramlarına muhalif olmak için, biraz dini biraz siyasi gayeyle, Muharrem gibi Müslümanların önemli günlerinin kutlanması geleneğini canlandırdı.

İmam-ı Rabbani Hz., gençlik yıllarında bir takım eserler ve risaleler kaleme almışsa da, şeyhlik yıllarında gönül sohbeti ve mektupla irşad usülünü benimseyerek, eser telifini bıraktı. Mektup'la irşad, Hz. Peygamber (sav)'le başlayan bir tebliğ yöntemiydi. Asr-ı saadetten sonra pek çok ilim ve gönül adamı, bunu benimsedi. İmam-ı Rabbanî Hz.nin gerek talebelerine ve halifelerine, gerekse halktan kendisine soru soran kimselere yazdığı mektuplar bir eser haline gelmiş, muhtelif dillere terceme edilerek kaynak eser niteliği kazanmıştır. Tasavvuf ve ahlakta da müracaat kitabı olmuştur. 534 mektuptan teşekkül eden Mektubat dikkatle okunursa sosyal, politik, dini bozulmalara cevap ve ilzam mahiyetindeki İslam’ın gerçek vechesini, ilmî ağırlığıyla ortaya koyduğu görülür. Devletin üst kademesinde faaliyet gösteren yöneticilere, doğru yoldan ayrılmamaları hususunda verdiği telkinler ve gösterdiği istikametler incelenmek üzere himmetli araştırıcıları beklemektedir.
İmam-ı Rabbanî Hz.nin en önemli özelliklerinden biri de genellikle "Panteizm" ile karıştırılan vahdet-i vücûdu "Vahdet-i şühûd" adıyla daha anlaşılabilir hale getirmesidir. Vahdet-i vücud'daki "Herşey O'dur" anlayışını, "Herşey O'ndandır" şeklinde anlayan, Hakk ile halkın ayrı ayrı varlığı bulunduğunu, ancak halkın vücudunun Hakk'ın varlığına göre gölge mesabesinde olduğu görüşünü benimsemiştir. "Eşya'da Hakk'ı görme" şeklinde ifade edilen vahdet-i şühûd, bir bakıma vahdet-i vücudûn ileri derecesi olarak görülmesidir.
İnanç, ibadet ve tasavvufun birbirinden ayrılamayacağı, İmamı Rabbani Hazretlerinin mektuplarında yer alan önemli hususlardan biridir.
İmâm-ı Rabbâni Hz.:
— İnanç ve amelleri yerli yerine koyduktan sonra Allahu Teala’nın yardımıyla tasavvuf ehlinin yoluna girmek gerekir. Ama bu, inanç ve amelin üzerine eklenecek fazladan bir şeyin elde edilmesi için değildir. Bu yola girmekten maksat, inanılan şeyler hakkında kesin ve kuvvetli inanç elde etmek, başka bir ifadeyle kalbi şüphelerden kurtararak tatmine ulaştırmaktır. Tasavvuf yoluna giren insan dinin emirlerini yerine getirirken zorlanmaz, nefsi emmareden gelen tembellik ve isteksizlikten kurtulur.
Müridin, şeyhine bağlılıkta "Gassal (ölü yıkayıcı) önündeki ölü gibi olması gerektiğini" öğütlerdi. Minnet ve ızdırabı aşkın levazımı sayardı. Yoksulluk, sıkıntı ve derd, çaresiz katlanılacak hususlardandı.
İmâm-ı Rabbâni Hz.:
— Çünkü dost, sevdiğini, kendisinden başka her şeyden kesilmiş ve sıyrılmış bir halde görmek ister. Bu makamda huzur huzursuzlukta, karar kararsızlıkta, rahat rahatsızlıktadır. Bu makamda nefsin talebine çare aramadan kendini minnet ve ıstıraba bırakmak, devanın ta kendisidir. Devlet, O'ndan ne gelirse razı olmaktır.
Dervişlikte kemalin şartı olarak fenaya ermeyi şart koşardı. O'na göre fena "ölmeden evvel ölmek" sırrına ermekti. Bu sırra eremezse insan, kalbi, dünya mabudları ve nefs putlarına tapmaktan kurtulamazdı.
Anlatıldığına göre Abdülhakim Siyalkuti, İmam-ı Rabbani Hz. ile çağdaştı ve onu küçümseyenlerdendi. Bir gece rüyada, İmam-ı Rabbani Hz.ni gördü.
İmâm-ı Rabbâni Hz.:
— Euzu billahi….. Bismillahirrahman…… Habibim sen "Allah" de geç. Onları daldıkları bataklıkta bırak da oynayadursunlar"
Abdülhakim Siyalkuti:
— Allah Allah. Bu ne haldir. Kalbimdeki bu coşkun heyecan, bu sevgi seli nedir? Yok yok, artık bana rahat-huzur yok. Yolu Serhende düşürmeli. Ben ona varmazsam ya şeyh kalkıp bana gelir, yahut başıma azab-ı ilahiden bir hal!
Hazrete düşman halde yatıp, en şevkli bendesi olarak uyanan Siyalkuti, uyandıktan sonra da zikr-i ilahî devam etti. Doğruca İmam-ı Rabbanî Hz.ne gidip intisab etti. Rivayete göre İmam-ı Rabbanî'ye Müceddîd-i elf-i sanî sıfatını veren odur.
İmam-ı Rabbanî Hz.ne göre gerçekte şeriat ve tarikat birdir. İkisi arasında ayrılık, gayrılık ve fark yoktur. Ancak toplu ve açık tasnifte farklılık vardır.
İmâm-ı Rabbâni Hz.:
— Şeriat icmaldir, derli toplu belli manalardır. Hakikat ise ayrıntılardır. Birine çeşitli delillerle, diğerine keşf ile erilir. Biri gayb, biri şehadettir. Şeriat gayb, hakikat ise şehadet sayılır. Şeriat gayba imanı emreder, hakikate erince gizli, saklı bir şey kalmaz, her şey açık hale gelir. Şeriatın emri gereği açıklanmış hükümler, hakka'l-yakîn hakikatıyla tahakkuk edince aynen açığa çıkar, ayrıntıları ile ortaya dökülür. Daha önce gayb iken şehadet aleminde gözükürler. Hakka'l-yakîne eren kimsede meydana gelen ilimler, şeriat ilimlerine uygun düşer. Arada kıl kadar da olsa bir ayrılık olsa, hakka'l-yakîn makamının hakikatine ulaşılmamış sayılır. Erbab-ı tarikatten sadır olan ve şeriatın emirlerine aykırı görülen tutum ve sözler, genellikle vaktin manevi sarhoşluğuna yorulur. Bunlar seyr ü süluk esnasında meydana gelir. Yolunu tamamlayan kimseler, ayıldığı, sahv ve temkine erdiği için onlarda bu tür sözler kalmaz.

Birgün İmam-ı Rabbani Hz.ne şöyle sordular:
— Nakşibendiyye tarikatının başının Hz. Ebu Bekir olmasının bu yola verdiği bir hususiyet var mıdır?
İmâm-ı Rabbâni Hz.:
— Elbette, bu yoldaki bağlılık bütün bağlılıkların üstündedir. Çünkü onların bağlılıkları, Hz Ebu Bekir (r.a)'ın huzuruna bağlı özel bir bağlılıktır. Ayrıca Nakşİbendiyye tarikatının bir başka özelliği de, bu yolda, sonda elde edilecek makamın, işin başında elde edilmesidir. Çünkü Şah-ı Nakşİbend,'Biz sonu, öne aldık" buyurur. Tarikatte nihai gaye Hakk'a vuslattır, onun da dereceleri vardır. Nakşî mensupları yolun başında vuslattan nasib alırlar.
— Cenab-ı Peygamber (s a) buyurur ki "Alimler, Peygamberlerin varisleridir".
İmâm-ı Rabbâni Hz.:
— Evet, iki tür ilim bırakmışlardır. "Ahkam ilmi, esrar ilmi". Peygamber varisi olmaya layık olan kimse, peygamberlerin bu iki ilmine de varis olur. Sadece birine varis olmak yetmez. Çünkü mirasçı, ölenin herşeyine varis olur. Mûrisin, bıraktıklarından bazılarına varis olup bazılarına olmaması, söz konusu olamaz. Hz Peygamber (sav) bir başka hadislerinde "Ümmetimin bilginleri, İsrailoğullarının peygamberleri gibidir" buyurmuştur. Burada geçen alim, Hz Peygamber'in her iki mirasına da varis olandır.
— Peki, üstadım, sırlara dair ilimler hakkında ne buyurursunuz?
İmâm-ı Rabbâni Hz.:
—Sırlara dair ilimler, manevi sarhoşluk denilen "sekr" halinde söylenen vahdet-i vücud, vahdette kesreti, kesrette vahdeti görme gibi duygular ve bilgiler değildir. Sehv, yani ayıklık halindeki keşf ve ilhamlardır. Kalbin tasfiyesi (temizlenmesi); İslâma uymakla, sünnetlere yapışmakla, bid'atlerden kaçmakla ve nefse tatlı gelen şeylerden sakınmakla olur. Zikr ve mürşidi sevmek bunu kolaylaştırır.
— Efendim, dünya ve içindekiler bizi zikrimizden ve ukbâdan alıkoymaktadır. Bu durumda dünyaya karşı nasıl bir halde bulunmak bizim felâhımıza vesile olabilir?


İmâm-ı Rabbâni Hz.:
— Dünyâyı maksad edinmemeli. Dünyâ, nefsin arzularına yardımcıdır. Dünyâ ve âhiret bir arada olmaz. Dünyâya düşkün olmak, günahların başıdır. Dünyâya düşkün olanlar âhirette zarar görür. Dünyâya düşkün olmamanın ilâcı, İslâma uymaktır. Bu zamanda dünyâyı terk etmek çok zordur. Dünyâyı terk lâzımdır. Hakîkaten terk edemeyen, hükmen terk etmelidir ki, âhirette kurtulabilsin. Hükmen terk etmek de büyük nîmettir. Bu da, yemekte, içmekte, giyinmekte, meskende, dînin hudûdundan dışarıya taşmamakla olur. Dünyâyı terk etmek iki türlüdür; birincisi, mübahların, zarûret mikdârından fazlasını terktir. Bu çok iyidir. İkincisi, haramları ve şüphelileri terkedip yalnız mübahları kullanmaktır. Bu zamanda bu da iyidir.
— Muhterem efendim, malum-i âlinizdir ki vakit elimizden bir çırpıda akıp gitmektedir. Biz dünyaya sırtımızı dönsek bile o bizim paçamıza dolanmaktadır.
İmâm-ı Rabbâni Hz.:
— Dünyânın vefâsızlıkta eşi yoktur. Dünyâyı isteyenler de, alçaklıkta ve bahillikte
(cimrilikte) meşhûrdur. Azîz ömrünü, bu vefâsızın ve değersizin peşinde harcayanlara yazıklar ve korkular olsun. Gençlik çağının kıymetini biliniz! Bu kıymetli günlerinizde, İslâmı öğreniniz ve bu bilgilere uygun yaşayınız! Kıymetli ömrünüzü faydasız, boş şeyler arkasında, oyun ve eğlence ile geçirmemek için uyanık olunuz. Vakit çok kıymetlidir. Kıymetli şeyler için kullanmak lâzımdır. İşlerin en kıymetlisi sâhibine hizmet etmektir. Yâni Allah'a ibâdet ve tâat etmektir. Gençlik zamânında dînin emirlerine uymak, dünyâ ve âhiret nîmetlerinin en üstünüdür. Annenin yavrusuna faydası olmadığı (annenin yavrusundan kaçacağı) kıyâmet günü için, hazırlık yapmayana yazıklar olsun!
— Nur-u aynım Efendim, gönül her vakit zikrin ve tefekkürün selim bahçelerinde sakin olamıyor?
İmâm-ı Rabbâni Hz.:
— İhsân sâhibinin kapısı çalınınca açılır. İbâdetlerin hepsini kendinde toplayan ve insanı Allah'a en çok yaklaştıran şey namazdır. Gönül dalgınlığının ilâcı; gönlünü Allah'a vermiş olanların sohbetidir. Ancak, Câhillerin, büyüklere dil uzatmalarına sebeb olmayınız! Her işinizin İslâm'a uygun olması için, Allah'a yalvarınız.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinden biri şöyle anlatmıştır:
— İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin ömrünün son günlerinde, hasta olduğu sırada huzûruna çıkıp, birkaç günlüğüne memleketime gidip gelmek için izin istedim. Şöyle buyurdular:
— Birkaç gün dur!
— Hemen gidip, döneceğim.
— Birkaç gün sabret!
— Gidip en kısa zamanda huzûrunuza döneceğim.
— Sen nerede, biz nerede, ilkbahar nerede?
Bu sözünden birkaç gün sonra vefât etti.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri vefât etmeden altı ay önce, Şâban ayının on
beşinci gecesi olan "Berât kandili" gecesini, kendi husûsî odasında ihyâ eyledi. O gece yarısı, kıymetli hanımının bulunduğu odaya geldi. Hanımı dedi ki:
— Bu gece ecellerin ve amellerin takdir edildiği gecedir. Kimbilir Allahü teâlâ kimin defterine ölecek ve kimin defterine yaşayacak! diye kaydetti.
İmâm-ı Rabbâni Hz.:
— Niçin tereddüt ve şüphe ile söylüyorsun? Ya isminin, dünyâda yaşayacaklar sahifesinden silindiğini görenin hâli nice olur?
Bunu söyleyince, esrâr yatağı olan kalbinden bir âh çekti. Böylece İmâm-ı Rabbânî hazretleri, o sene vefât edeceğine işâret buyurmuşlardı.
Bu arada çok sadaka verdi ve büyük hayırlar yaptı. Esrar mahremlerinden, yakınlarından biri, bu sadaka ve hayratlarının çokluğunu gördü:
— Bütün bu hayratlar, belâların giderilmesi için midir?
İmâm-ı Rabbâni Hz.:
— Hayır, belki de kavuşmak şevki ile bunları yapıyorum.

İmâmı Rabbânî Hz. M.1625 H. 1034 senesinde vefat etti. Rasûlullah efendimizin vefât ayı olan Rebîülevvel ayının ilk gecesi, Rasûlullah efendimizin huzûruna, 63 yaşındayken kavuştu.
İmâm-ı Rabbânî Hz.nin cenâze namazını, oğlu Hâce Muhammed Saîd kıldırdı. Serhend'de evinin yanında defnedildi. Daha sonra Afganistan pâdişâhı Şâh-ı Zamân, kabri üzerine büyük ve çok sanatlı bir türbe yaptırdı.
Vefât haberi, sevenlerini çok üzdü. Vefâtı üzerine şiirler yazılmış ve pekçok târih düşürülmüştür.
Hindistan'da yetişen en büyük velî ve âlim İmâm-ı Rabbânî Müceddîd-i elf-i sânî Şeyh Ahmed-i Fârûkî Serhendî Hz.. Âriflerin ışığı, velîlerin önderi, İslâmın bekçisi, müslümanların baştâcı, müceddid, müctehid ve İslâm âlimlerinin gözbebeği.
İnsanların îtikâd, ibâdet ve ahlâk husûsunda doğruyu öğrenmelerini, öğrendikleri bu bilgiler ile amel etmelerini sağlayan, insanları Allahü teâlânın rızâsına kavuşturmak için rehberlik eden ve kendilerine "Silsile-i âliyye" denilen İslâm âlimlerinin yirmi dördüncüsü.
Büyük evlatlarından Hâlid-i Bağdâdi Hz., şiiriyle istimdat kapısını çalıyor… Amin deyiniz azizler. Mümkündür ki Halid-i Bağdadi’nin yalvarışının hürmetine sema kapıları bize de açılır:

Kaynakça:
Büyük İslam ve Tasavvuf Önderleri
Arifler Silsilesi
Altın Silsile
NFK 33
Mektubat[/color][/b]

Konular