Cenaze olmazsa kapısı çalınmıyor

Cenaze olmazsa kapısı çalınmıyor

Müslümanlar baskı altında mı değil mi tartışmasının yapıldığı dönemde “Hürriyet’in Hocası” Sadettin Evginer’in peşine düşüldü Görüldü ki hocanın kapısını çalan bile yok

‘Ertuğrul Özkök ve bütün adamları’ ile Süleyman Demirel gibiler ne diyor: “Bu ülkede 80 bin cami var. Camileri 5 vakit açık. Günde 5 kere ezan okunuyor. 85 bin imamın maaşını devlet ödüyor. İnsanları hacca gidiyor, televizyonlarında mevlit okunuyor.” Arkasından en kritik soru geliyor: “Öyleyse geriye ne kalıyor?” Ve işte ikilinin cevabı: “Ben de aynı soruyu soruyorum, cevabını bu ülkede 40 yıl siyaset yapmış, 30 yıl ülkeyi yönetmiş bir insan, Dokuzuncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel veriyor: ‘Geriye bir tek şeriat kalıyor. Zaten biz de ona itiraz ediyoruz, ona karşı çıkıyoruz...”

Özkök’ün 31 Mayıs 2008 tarihindeki köşesinde bunları yazmasının sebebi, Dışişleri Bakanı Ali Babacan’ın Türkiye’de Müslüman çoğunluğun da haklarının yendiğini söylemesiydi.

Peki Anayasa Mahkemesi’nin anayasayı ihlal etmeyi göze alıp Meclis’in üniversitelere giyim özgürlüğü getiren kararını iptal etmesini neye yoracağız? Karar Müslümanları rencide etmiyor mu? Bu, ülkenin Müslümanlarına baskı değil mi? Bir otelin, sırf eşi başörtülü diye bir vatandaşı rezervasyon yaptırdığı hâlde kapıya koymasını, iş başvurularında başörtülüye ayrımcılık yapılmasını saymıyoruz! Bizzat biliyoruz ki büyük holdinglerimizden birinde sırf cuma namazı kıldığı için iş akdi feshedilen insanlar var. Bir diğeri, ileride çocuğu asker olmak ister de zorluk çıkarırlar diye oğlunu çok beğendiği hâlde bir koleje kayıt yaptıramıyor.

Bunlar da ortaya koyuyor ki bu ülkede Yahudi veya Hıristiyan ya da Müslüman olsanız göreceli baskı altında olabilirsiniz ama bir inanca sahip değilseniz çok daha rahat edebilirsiniz!

DİN VİCDANLARDA HAPSOLMALI

1 Mayıs 2008, Hürriyet Gazetesi’nin de 60. yılının sene-i devriyesi idi. O gün gazetede, gazetenin genel yayın yönetmeninin köşesinde ‘Hocamız’ diye tanıtılan bir isim gözümüze ilişti. Öyle ya, her fırsatta gazetesinde, ritüelleri pek umurunda olmadığından Müslümanlarla ilgili çarpıtma haberlere yer verenler ‘Hocamız’ diye tanıttıkları bir isimden bahsediyordu. Eğer böyle ise İslam hakkında bu kadar yanlış bilgi içeren haber nasıl yapılabiliyordu. Biz de o hocanın izini sürelim dedik. Gördük ki, Sadettin Evginer Hoca, insanların hayatta iken gerekli olan din ve bilgisi ile değil de daha ziyade hayatla son randevularını gerçekleştiren kurum mensuplarına hizmet veriyordu adeta. Yani bir noktada ‘dini, günlük hayatın dışında tutan’ tek parti döneminin ruhuna uygun, ‘din vicdanlarda ve ibadethanelerde hapsolunmalı’ anlayışının bir tezahürüydü sanki. Nasıl mı?

Kamuoyunun, daha çok kandillerde mevlit okuması ve ünlü kişilerin cenaze namazlarını kıldırması ile tanıdığı Sadettin Evginer, aslında 1965’ten beri, Hürriyet Simaviler’inken gazete ile irtibatlı olmuş. Bir programında kendisini beğenip onu gazete ile irtibatlandıran, Hürriyet’te aynı vazifeyi ondan önce yürüten Bekir Neyiş’tir. Daha sonra gazeteye davet eden ise eski millî hakemlerden, Hürriyet’in o zamanki müessese müdürü Erkan Göksel…

Aslen gazeteci olmak isteyen, Türk Tasavvuf Musikisi ve Mevlithanlar Derneği başkanlığı da yapmış, 1933 İstanbul doğumlu Evginer’in babası Hayri Bey Haliç Tersanesi’nde ustabaşılık, dedesi Hasan Efendi de Üsküdar’da tulumbacılık yani itfaiye reisliği yapmıştır. Babaannesinin Rodoslu olduğunu bildiğini ama İstanbul’a ne şekilde geldiklerini bilmediğini söyleyen Sadettin Hoca’nın annesi Hafize Hanım ise Kadıköylüdür.

HOCAEFENDİYİ KARAKOLA GÖTÜRÜYORLARDI

İki kız kardeşi olan Sadettin doğmadan evvel babası “Ya Rabbi bana bir erkek evlat ihsan edersen ismini Sadettin koyacağım.” diye bir dilekte bulunur. Bunun sebebi, ailenin Üsküdar’da, o sırada şeyhinin ismi Sadettin olan Sadi Dergahı’nın karşısında oturuyor olmasıdır. “Alışkın er” anlamına gelen Evginer soyadının da herhangi bir hikâyesi olmadığını söyleyen ve ilkokula Kasımpaşa Kadı Mehmet İlkokulu’nda başlayan Sadettin Hoca, aynı anda Kasımpaşa Zincirlikuyu Camii imam ve hatibine de Kur’an dersine gider. 6-7 yaşındadır. Hatırlatmaya gerek yoktur herhalde. Tek parti dönemidir ve dinî eğitim de yasaktır bu dönemde: “Yasaktı. Çok basıldık biz öyle. Hocaefendi bizi evinde okutuyordu. Camiye değil de evine gidiyorduk. İhbar mı yapıyorlar ne yapıyorlar bilemiyoruz. Geldikleri zaman hocaefendi bizi hemen dışarı salıyordu. Onu da alıp karakola götürüyorlardı.”

Hasan Akkuş, Ali Rıza Sağman ve özellikle de Yakup İhtiyaroğlu’ndan dersler alan Evginer, imam hatip ve ilahiyatın açılmasından kısa süre sonra 1951’de cami imamı olarak vazifeye başlar. Tek parti dönemi bitmiş, Demokrat Parti iktidara geleli bir yıl olmuştur. Hürriyet Gazetesi çalışanları ve onların yakınlarının cenaze, mevlit gibi hizmetlerine yardımcı olan Evginer, kendisi de dinî eğitimini yasaklı dönemde almasına rağmen bu konularda Türkiye’de genel kamuoyunun aksine düşünmektedir; en azından bize öyle cevaplar verdi diyelim.

GAZETECİ OLMAK İSTEYEN İMAM

Evginer, 1951’de, Tarabya’da Hacıosman’dan inen yolda bulunan fakat yol istimlake tabi tutulduğundan yıkılan camide imamlığa başlar. Milliyet’in o zamanki sahibi Ali Naci Karacan orada oturmaktadır; ama cami cemaatinden değildir. Bir ara bir arkadaşı sayesinde mehter takımına da giren Evginer, edindiği çevre sayesinde musiki dergilerinde yazılar yayımlar o yıllarda. Türk Tasavvuf Musikisi ve Mevlithanlar Derneği vesilesiyle doktordan avukata, sanatçı ve gazeteciye kadar geniş bir çevre edinir. Daha çok babasının arzusuyla din eğitimi alan Evginer’in aslında gazeteci olmaktır isteği. Faruk Gürtünca’nın çıkardığı akşam gazetesi Hergün’de çok yazıları çıkar 60’lı yıllarda. 1960’ın sonlarına doğru İstanbul Büyükşehir Belediyesi Mezarlıklar Müdürlüğü kadrosuna geçen Evginer, 78 yılında da kendi isteğiyle emekli olur. Evginer, halen duahan olarak çeşitli hizmetlerine devam ediyor. Gerek Diyanet’in vazifelendirmesi ile gerekse özel davetlerle oradan oraya koşuşturuyor. Yakın zamanda belediyenin davetiyle Almanya’da ırkçı saldırılara maruz kalıp yanarak vefat eden Türklerin 7 mevlitlerine iştirak etmiş mesela.

-Türkiye’de dindarlar sıkıntı yaşamıyor diyorlar, katılıyor musunuz buna?

Ya hepsi yalan bunların. Kimse kimseye zulmetmez, kimse kimseye bir laf etmez durup dururken. Eğer hak ettiyse bu hak onun… Hayır işlersen mükafat, şer işlersen mücazatını göreceksin.

-Muhakkak da, yani biliyorsunuz bugün başörtüsü sorunu var üniversitelerde. Cuma namazına gittiği için işinden uzaklaştırılan insanlar var.

Duyuyoruz ama bunlar çirkin sözler, çirkin hareketler.

-Bunlar Müslümanların baskı altında olduğunu göstermiyor mu?

Bence değil. Eğer öyle olmuş olsa bu minarede ezan okunmaz. Ben camiye gidemem. Ben öyle biliyorum.

-Biraz politik olmadı mı bu hocam?

Yo.

-Çünkü bizzat siz de dinî eğitiminizi gizli aldığınızı söylüyorsunuz.

Tamam, doğrusu aynı söylüyorum ama bakın bunu neden söylüyorum. Bunu çocukluğum saikası ile söylüyorum. Yani o zaman onun baskı olup olmadığını anlayacak çağda değilim. Şey bu işte…

-Ama günümüzden bakınca baskı olarak görünmüyor mu?

Şimdi baskı veya değil. Veya böyle bir şey olmuş olsa burada size cevap vermem. Neden vermem. Bu devletin ve diyanetin politikasıdır. Onlar versinler buna cevap. Bizi alet etmesinler.

-Ama bizler vatandaşız…

Biz yaşıyoruz, niye yaşamıyoruz ya. Ama birisi çomak sokuyor yaşıyoruz.

-Çomak derken…

Seni kışkırtıyorlar, beni kışkırtıyorlar. Yani ortaya bir şey atıyoruz. Türban meselesi çıkıyor veya başka bir şey çıkıyor ortaya.

BEN HER DÖNEMDEN MEMNUNUM

-Sorgulamak için değil, ortada bir yanlış varsa onu teşhis etmek için soruyorum. Tasvip etmiyorum anlamında diyorum bunu.

Allah iyilik versin diyoruz. Başka bir şey diyemiyoruz. Valla ben her dönemden memnunum. Efendim bu içten gelen bir şey bu. Yani bunu öyle desek belki olmaz, böyle desek belki olmaz ama yani hangi devri kötüleyebilirsin? O devrin adamı da kendi insanın senin.

-Neden dinini öğrenmek isteyen bu sıkıntıları yaşıyor diye düşünmediniz mi?

Belki ben kendi işime bakıyordum. Yani böyle bir şey vardır ya. Ya benim işim olsun da ne olursa olsun şeklinde. Ya ben buraya gelip okuyorum. Neden geliyorum. İşte annemin babamın arzusu olsun diye. Babamın daha fazla.

-Nerede başladınız imamlık vazifesine?

1951 senesinde Tarabya’da. Biz köy diyoruz, köy gibi idi o zamanlar. Camlar açılmaya başlandı, Müslim, gayrimüslim, ezan sesi dinliyor. Tahir Tağ diye bir albay vardı. Bir gün geldi. “Köylünün sizden ricaları var.” dedi. “Hayrola, ne ricası?” “O okuduğunuz ezanı devam ettirin.” dedi. Onun bana çok yardımı oldu. 10-15 gün sonra bir asker gönderdi tekrar. Ben alıyorum 30 lira, 35 lira bana o zaman rahmetli albayım para gönderiyor.

GÖRÜLMEMİŞ RÜYAYA GÖRÜLMEMİŞ TAKİP!

-1960 ihtilali olduğunda neredeydiniz?

27 Mayıs 1960 darbesi olduğunda Beyoğlu Aynalıçeşme Camii’nde görevliydim Bizim parti ile filan işimiz yok. Ama bizi çeken de vardır çekemeyen de. Bir hanım, hatta o hanımla da bizim hanım el işi yapıyordu. Bir ara bozukluğundan bizi ihbar ediyor. Ben güya (Adnan) Menderes’i rüyamda görmüşüm. “Yassıada’dan tünel kazıp kaçacaklarmış.” Kasımpaşa Karakolu’ndan bir polis geldi. Pazar günüydü. Mevlit programı vardı. “Bitireyim gelirim” dedim. Gittik. “Harbiye’ye götüreceğiz, orda ifadenizi alıp sizi bırakırlar” dedi. Hadi oradan oraya gittik. Cumartesi, pazar, kimse yok. Hanımla beraber bir gece bekledik, ertesi günü ifade aldılar. Ondan 17 gün sonra Haydarpaşa’da askerî mahkemeye gittik. Hâkim “Yahu bu laf için bu insanlar buraya gelir mi?” diyerek bizi tahliye ettiler. Tabii o müddet zarfında da bizim vazifemize nihayet vermişler.

-Cemaatinizden tanıdık birileri var mıydı Beyoğlu’nda?

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş’ın babası vardı. Onun için beni gördüğünde “Baba dostu” der bana. Orada Kur’an kursu öğretmenliği de yaptık. Talebelerimizi yetiştirdik elhamdülillah.

-Daha çok babanızın isteği ile eğitim aldığınızı söylediniz. Aslında başka bir şey mi olmak istiyordunuz?

Açık açık söyleyeyim. Gazeteci olmak istiyordum. Hatta zaman zaman mesela 60’larda Faruk Gürtünca’nın çıkardığı bir akşam gazetesi vardı; Hergün. Oraya çok yazılar yazdım. Cemiyetlerimiz vasıtasıyla tanımış olduğumuz çok insan vardır. Bunlar içinde doktordan tutun da avukat, hâkim, gazeteci her mesleğin mensubu insan vardır. Bestekâr Amil Ateş mesela.

-Basından çevrenizde kimler vardı?

A’dan Z’ye kadar. Mesela Burhan Felek, Faruk Gürrtünca, Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Mustafa Yücel, Nail (Güreli) Abi, basın aşağı yukarı beni bilir. Gazeteciler Cemiyeti’nin mevlitlerini de okudum.

-Hürriyet Gazetesi’yle temasınız nasıl oldu?

Her müessesenin, her ailenin, her binanın cenazelerinde dinî işleri organize eden kişileri vardır. Şimdi Hürriyet Gazetesi’nde de benden evvel bu işleri organize eden Bekir Neyiş. Bir gün bir merasimde ben varmışım, rast gelmiş. Hoşuna gitmiş. Neyim gitmişse, bilemiyorum. Sonradan bana telefon ederek görev yapmamı ve okunacak hatimlerin ve mevlitlerin de tarafımdan yapılmasını istedi. Ben de peki dedim. O zaman Beyoğlu Aynalıçeşme Camii’nden ayrılmış, Belediye Mezarlıklar Müdürlüğü’ndeyim.

-Sene kaçtı Hocam?

Sene 1965-70 falan. Öyle olunca bu zat da vefat etti mi? Vefat edince o zaman millî hakemlerden (FIFA kokartlı) Erkan Göksel “Sizinle bir görüşmek istiyorum” dedi. Gittik. “Bekir Bey aramızdan ayrıldı ama bu işler devam edecek. Biliyorum ki sizle beraber bu iş yapılıyordu. Bize bu işi yapar mısınız? Bir söyleyeceğiniz var mı?” dedi.

-Kadronuz da var mı orada?

Erkan Bey benim kadromu oraya almak istedi ama ben tabi bu tarafta verilmiş şeylerim var diye şey yapmadım. Onlar bana münasip gördükleri bir şey neyse veriyorlar. Ama mesela cenaze olmuş, hizmet etmişim, veriyor. Veyahut personelden birinin bir mevlidi var. Veriyor. Veya akşam hatim duası okunacak. Yani böyle büyük mallık şeyimiz yok.

-Simaviler’le tanıştınız. Onlar dinî konularda bir şey sorar mıydı size?

Ha bak şimdi Allah için. Erol Bey’in sağ kolu idi Bekir Bey, yakinen biliyorum. Nerde fakir fukara varsa aylığa bağlamış, her ay gelir aylığını alır, giderdi. Kimin bir ihtiyacı var… Bekir Bey vasıtasıyla o ilaç sahibine gidiyordu. Kurban bayramı geliyor. Kadıköy, Esentepe, Kuştepe… 100 tane, 200 tane koyun oralarda kesiliyor, Bekir Bey kestiriyor. Paketlettiriyor. Ne kadar fakir varsa, muhtardan alıyor ve taksim ediyor. Şimdi bilemiyoruz tabi yapılıp yapılmadığını. Erol Bey bizi aileden kabul ederdi.

-Bugün Müslümanlar hakkında nasıl yazılar çıkıyor gazetede okuyoruz. Dinî konularda size danışıyorlar mı?

(Nihat) Hatipoğlu var, bana niye sorsun?

EROL SİMAVİ: ALLAH BENİ SENDEN SONRAYA BIRAKMASIN

-Siz daha eskisiniz ama.

Ondan evvel eski Diyanet İşleri Başkanı (Mehmet Nuri Yılmaz) vardı. Benim konum ayrı. Ben daha çok hatim, mevlit işleriyle ilgileniyorum. Ama tabii sorarlarsa biz söyleriz, yani ne gerekiyorsa...

-Erol Bey’i en son ne zaman gördünüz?

Epeydir görüşmüyoruz, çünkü Avrupa’da. Biraz da rahatsız. En son Namık Sevik’in cenazesinde görüştük. Biraz ya yorgun ya üzgündü. ‘Hocam’ dedi ‘Allah beni senden sonraya bırakmasın.’ En son bu lafı işittim ondan. Bu bir sevgi göstergesi. Yoksa tutarlar mı? Bunca senedir basının içerisindeyim. Gözünün üstünde kaşın var diye kimse tutmaz.

-Dertleşir miydi sizinle Erol Simavi?

Zaman zaman, çok nadir.

-Ne konuşurdunuz?

Bizi de hoca zannederek yanında gördükleri zaman ‘ya hocam namaz nasıl kılınır, yahut ne bileyim, misal, atıyorum tabii, abdest nasıl alınır şeklinde sorarlar yani. Ama o da bilinçli idi. O çok cahil bir insan değildi. Yabana atılacak adam değildi. Aslında Hürriyet binasının temel atılışında benim duam vardır.

-Aydın Doğan’la nasıl oldu tanışmanız?

Küçük kardeşi ölmüştü. Onun cenazesinde tanıştık. Ondan sonra yengesini hacca götürdüm 3-4 sene evvel. Geçen sene ölen abisi (Hacı) Hüsrev Doğan’ın hanımı. Onun da cenazesinde bulunduk. Birkaç dakika böyle ayak üzeri konuştuk. Hepsinin işleri güçleri var; bizimle konuşacak, görüşecek vakit bulamıyorlar yani.

-Ertuğrul Özkök’le…

Ertuğrul Bey’le işte zaman zaman oluyor böyle, bu yönlerden. Her 7 Mart’ta Çetin Emeç’in cenazesinde buluşuruz. O konuşma yapar, ben dua okurum, Kur’an okurum.

-Peki Özkök size bir şeyler danışıyor mu?

Yok, yok.

-Özkök, Hürriyet’teki köşesinde 1 Mayıs’ta ‘Hocamız’ diye tanıtınca sizi, dinin aleyhinde bu kadar yazı yazan bir gazetede hoca ne yapıyor diye merak ettim açıkçası.

Bugüne kadar sizin haricinizde kimse bu kapımı çalıp da sen kimsin, nesin demedi. 50 küsur senedir bu memlekete bu hizmeti yapıyoruz. Ahmet’i köşke çağırdınız, Mehmet’i köşke çağırdınız, bir Diyanet İşleri Başkanı’nı niye çağırmadınız?

HÜRRİYET’TE MESCİT AKİM KALDI

-Hürriyet’te mescit yapılacağını söylemiştiniz.

Mescit yapılacaktı ama ben de işte pek üzerinde durmadığım için… Erol Bey zamanında istenmişti, sizin taktığınız Ertuğrul Bey dahi bu işin üzerinde idi. Bu kadar söylüyorum size. Ama ben yapamayacağım çünkü benim dizlerim de şey. Oruç tutan da var orada.

-Mescit yoksa insan nerede kılar namazını?

Kılıyorlar bir yerlerde bilmiyorum.

-İzliyorsunuz gazeteleri. Dinî konularda yaklaşımları nasıl buluyorsunuz?

Valla belki tuhaf gelecek ama böyle yüz yüze geldiğimiz için. A’dan Z’ye kadar kim görürse beni hemen ‘hocam’ diyerek kalkar, önünü ilikler. Bu kadar saygılıdırlar bana. Ya o sevgiyi ben verebilmişim onlara, yahut onların bana karşı ayrı bir şeyleri var. Ben hepsinin dinî inançları olduğunu biliyorum. Ama bu vazife icabı mıdır yoksa böyle mi gerekiyor, prosedürü bilemem. Bu kadar. Bundan sonrasını artık sizin takdirinize bırakıyorum.

-Kimlerin cenaze namazını kıldırdınız?

Kimler yok ki. Duygu Asena vardı, iki sene evvel. Hatta onla beraber Ergil Tezerdi de vardı. Güzin Abla vardı. İsmet İnönü’nün kardeşi Rıza vardı eskiden.

-1978’de emekli olduktan sonra neler yaptınız?

Mevlithanlar Derneği’nde başkanlık yaptım. Almanya’daki belediyenin daveti ile orada yakılan Türklerin 7 mevlitlerine gittik. Ha Batı Trakya’da Sadık Ahmet’i anma programlarına gittim. Bir heyecan geldi. Ne yapayım, nasıl konuşayım, ne ile başlayayım. Birden “Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak” diyerek onunla giriverdim. Ne lazımsa birkaç kelime ile toparladım. İskeçe Müftüsü İsmail Şerif de yanımda. “Hocam” dedi “Sen yandın.” “Hayrola.” “Bak yarın bu Rum gazeteleri seni ne şekil topa tutacaklar” dedi. Beni bir korku aldı mı? Müftüye hemen bir gazete aldırın bakalım dedim ertesi gün. “Ankara’dan gönderilen 9 kişilik ekibin başında Sadettin Evginer, Mehmet Akif’in şiiri ile başladı konuşmaya. Konuşması adeta halkı galeyana getirir biçiminde idi” diye yazmışlar. Neyse. Sonra oranın valisi ile tanıştırdılar beni. İltifat ediyor. “İltifat etme” dedim “bir kelime-i şahadet getir. Bu işi bitirelim (Gülüyor). Yer yerinden oynadı.

-Sonra ne yaptınız?

Ertesi sene polisleri taktılar peşimize. Ama ben o zaman herkese, hükümete, gümrüğe teşekkür ettim. Müftü “Hocam şimdi yakayı kurtardın. Biraz dokunsaydın bize bir kulp takacaklardı orda.” dedi. İşte iç ve dışta böyle hizmetler oluyor. Geliyoruz, gidiyoruz. Ziya Paşa’nın sözü gibi ‘sevenin sultanı, sevmeyenin kölesiyiz,’ böyle.

BAYAR’DAN İMAMLARA ZAM İSTEDİ

Sadettin Evginer, 1954 senesinde evlenir. Ayşe Hanım, o zamanki cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın köylüsü, yani Gemlik/Umurbey’lidir. Çiftin Nurcan isminde bir kızları olur. Evginer’in kendisi gibi imam olan kayınpederi Mehmet Çam, Celal Bayar’ın babasının talebesidir. Bayar, her bayram Umurbey’e gelip köylülerle sohbet etmektedir o zamanlar. Ayşe-Sadettin Evginer çifti de o bayramda el öpmeye Umurbey’e gider: “Bayar ‘Hacı Hafız’ derdi kayınpederime. Konuştular ettiler. İş köylünün dertlerine geldi. Derken en nihayeti bana da böyle bir kuvvet geldi. Ben o zaman Beyoğlu Aynalıçeşme Camii’nde imamım. Aldığım maaş 30 lira. Çok az yani. Hemen bir parmak kaldırdım. ‘Ben’ dedim ‘Hacı hafız dediğiniz zatın damadıyım. Bizim camilerimizin bazı meşrutaları var, bazılarının yok. Bilirsiniz ki bizim din görevlilerinin maaşı çok az. Maaşlarımıza zam yapılmasını talep ediyorum sizden.’ Yanında yaveri Mustafa Tayyar vardı. Ona da ‘Bunu da not et.’ dedi. Hakikaten 3 ay sonra bizim aldığımız 30 lira 60 lira oldu. İmamlık mesleğinin çilesini bizler çektik. Celal Bayar’la bir de fotoğrafımız vardı. Bayar ortamızda, bir kolunda Safiye Ayla, bir kolunda ben.

TATLISES EZAN OKUDU, DELİ OLDUM!

Sadettin Hoca’nın unutamadığı hatıralarından biri de İbrahim Tatlıses ve Burhan Çaçan’ın bir ramazan akşamı iftarda TV’de ezan okumasıydı. Hürriyet’ten bir muhabir arayıp haber vermiştir kendisine. Görüşlerini alacaktır: “Ooo ezandan başka her şeye benziyor. Lehçe bir defa uymuyor. Deli oldum. Muhabir arkadaş ‘İftardan 20 dakika sonra sizi yine arayacağım’ dedi. İftarımı yaptım. Telefon çaldı. ‘Keşke açmasaydın’ dedim. Böyle ezan mı okunur. Madem bu kadar millete ezan okuyacaklardı, bulsalardı bir hocaefendi, hafızefendi. Kimse geri çevirmezdi onları. Bunlardan bir tanesini Kanal D okutmuş. Bu Erkan Göksel’e gittim hemen, Hürriyet’ten tanıdığım için. Dedim “Ya ne yaptın Erkan abi, başka adam bulamadın mı?” Hayır 7’den 70’e herkes okur bir şey demiyoruz ama bu bir ramazan programı. “Yönetim istiyor” dedi. Bak şimdi geldik gene… Bir yerlerden pohpohlama oluyor yani. “Ah” dedim “Erkan abi. Biz gelip 250 isteseydik bize vermezlerdi.” “Ne diyorsun sen” dedi “1 milyar 250 bin aldı” dedi. Bu kadar. Bundan sonrası size ait.”

(Aksiyon)